İstanbul neden eko-feminist bir kent olmalı?
Karantina günlerinin bizlere verdiği belki de tek olumlu durum kendine yeterlilik pratikleri ile tanışma şansı oldu. Kendine yeterlilik yabancılaşmanın önüne geçebilmek adına atabileceğimiz en güzel bireysel ve kolektif adımlardan biri. Zira, elma çekirdeğinin çöpe atıldığı bir düzenden bahçeye ekildiği bir yaşama geçmek sosyo-politik bir değişimdir.
Merve Tuba Tanok*
20 milyon nüfusu ile neredeyse tek başına bir ülke olarak kabul edilebilecek nitelikte kompleks bir yapıya sahip olan İstanbul kentinin ve yarı-kırsal alanının ekolojik ve feminist bir anlayışla yönetilmesi savının evrensel sebepleri olduğu gibi, ülke çapında yaşadığımız bitmek bilmeyen ve normalleşerek devam travmatik zamanlar itibariyle son derece yerel ve bölgesel sebepleri de var elbette.
Dünyanın içinde bulunduğu, çevresel açıdan son derece kritik ve emsalsiz -ve aktüel olarak, epidemi günleri ile hayli görünür hale gelen- vahametli durum, yaşamsal aciliyet taşıyan çevrenin korunumu ve iyileşimi hususunda, doğa merkezli bir yönetim biçimini zorunlu kılıyor. Nitekim, bir takım ülkeler milyonlarca ağaç dikmenin telaşını yaşaya dursun, Türkiye ise sistematik ağaç katliamlarının yaşandığı bir ülke olarak, küresel ekosistemin kurtarılması konusunda pek de doğru bir yerde durmadığını kanıtlar nitelikte bir pratik sergiliyor.
İstanbul, bu ekolojik yıkımın mümkün mertebede geri alınması noktasında çok önemli bir yer taşıyor kuşkusuz. 3. Köprü’nün, 3. Havalimanı’nın, ve Kanal İstanbul projesinin ekonomi-politik dinamikleri bir yana, sadece yer seçimi ile, İstanbul’daki doğal ve kentsel yaşamın ölüm fermanını çoktan çıkardığını söyleyebiliriz. Hektarlarca ormanın yok edilmesi ile gerçekleşmiş bu inşaatlar ve gelecek projeler, kalan son doğal rezervlerinin tam da bu bölgede bulunması itibariyle, çok kısa bir süre sonra içtiğimiz su bir yana, soluduğumuz havayı dahi ciddi oranda olumsuz etkileyecek bir ekolojik yıkım anlamına gelir. Doğanın subordinasyonu ve talanı yüzyıllardır olduğu gibi bugün de, yalnızca iktidar-istibdat sarmalı etrafında yoğunlaşan hayli erk-ek bir zihniyet tarafından gerçekleştirilmekte. Yönetici sınıf servet birikimi için, kapitalist bir gelenek olarak, doğayı yağmalamaktan her daim olduğu gibi bugün de çekinmiyordu Daha fazla güç, daha fazla hız daha fazla sömürü ve daha fazla yıkım…
Ekolojiyi yok sayan kentsel projelere imza atan, gittikçe derinleşen sosyo-mekansal eşitsizliğin devamını garanti altına alarak kendini yeniden üreten, Büyükdere hattından başlayıp epidemik biçimde bütün İstanbul’u fallik bir kentsel kimlikle yapılandıran, bu aynı güç parametreleri, yani maskülenliğin mekan üretimi, bugün kadınların sokakta korku içinde yürümelerinin, ne kendilerini ne çocuklarını güven içinde hissedebildiği bir mekânsal yapılanmanın da bizatihi sebebidir. Kadın cinayetlerinin, taciz ve tecavüz vakalarının çarpıcı biçimde yükseldiği ve bütün bunları yaratan bizatihi erkeğin kendisi daha sistematik anlamda ise güç zihniyeti ve eril tahakküm olduğu halde sürekli kadınların suçlandığı ve hatta iyi-kötü kadın dikotomisinin eril arzunun buyurganlığı doğrultusunda derinleştirildiği, doğanın ve kadının eş zamanlı biçimde tahakküm altına alındığı şu dönemde, daha fazla hektar orman ve daha fazla kadının katledilmesini beklemeksizin, en az epidemilere karşı alınan tedbirler kadar aciliyetli bir biçimde harekete geçilmesi, bir kent yönetiminin karşı hegemonik mekan ve yaşamın üretilmesi bağlamında merkeze alması gereken en önemli konulardan ilkidir. Bütün bu sorunların yaratılış sürecinde kent ortamının payını yadsımamak, barışçıl ve huzurlu bir kent ve habitat yaratabilmek adına oldukça elzem ve tam da bu noktada, kentte öncelikle kadınların güvenliğini sağlamak, kent hakkının toplumun her kesimi tarafından gerçekleştirilmesine olanak tanıyan, feminist hatta ekofeminist mekan üretimi stratejileri ve pratiklerine ihtiyaç duyulmalı çünkü kent yönetiminin feminist politik ekoloji kapsamında mekânsal ve sosyoekonomik stratejiler üretmesi günlük hayatlarımızı kurtaracak derecede kritik önem taşır çünkü sadece kadınlarını değil kentin bütün ezilenleri ve dışlananları ile ilgilenir.
Ekofeminist kooperatifler örneğin, yerel yönetimler tarafından sunulması ya da yatay örgütlenme ile oluşturulması gereken, kendine yeterli bir kent için kilit bir dinamik olabileceği gibi aynı zamanda kadınların -kurtuluşunu gerçekleştirmesi anlamında vazgeçilmez fakat elbette tek ve yeterli olmayan bir safha olarak- ekonomik bağımsızlığına ulaşmasına olanak tanıyacak, yabancılaşmanın olmadığı, dolayısıyla neoliberal üretim biçimlerine hiçbir şekilde hizmet etmeyen yaşamsal bir alternatif olarak düşünülmeli. Örneğin, şimdilik, bilinen en yakın doğal afet olarak İstanbul büyük depreminin gelmesini beklemek yerine, epidemi döneminden çıkar çıkmaz, doğal ve erişilebilir malzemelerin kullanıldığı dolayısıyla inşaat tekellerinin dışlandığı, -belki de bir mahallenin ekofeminist kooperatifinin ürettiği doğal duvar malzemesinin kullanıldığı, toplu konut sıkıcılığının ve politikliğinin dışına çıkan katılımcı süreçlerle tasarlanan, kadınları, çocukları ve yaşlıları ön planlana koyan, ekolojik ve ayrımcılığın karşısında duran kapsayıcı bir feminist mekan üretimi anlayışının parçası olarak deprem sonrası kalıcı sosyal konut çalışmalarına başlamak... Elbette sadece yönetsel düzeyden beklemeden, bireysel bilinçlenme - kolektif üretim ile zamanımızı ahir zamanlara çevirmemek adına bir şey yapmalı. Karantina günlerinin bizlere verdiği belki de tek olumlu durum kendine yeterlilik pratikleri ile tanışma şansı oldu. Kendine yeterlilik yabancılaşmanın önüne geçebilmek adına atabileceğimiz en güzel bireysel ve kolektif adımlardan biri. Zira, elma çekirdeğinin çöpe atıldığı bir düzenden bahçeye ekildiği bir yaşama geçmek sosyo-politik bir değişimdir.
*Şehir ve Bölge Plancısı, Msc. in Sustainable City and Architecture, Ph.d. Candidate @ Universitat Politecnica de Catalunya