Göçmenlik 'Modernite Diasporaları'na katılmaktır

Çoğunluğunu ülkelerindeki savaş nedeniyle kaçanların oluşturduğu günümüzdeki göçmenlerin Avrupa’ya doğru bin bir badireyle yol alışları sırasında ve herhangi bir Avrupa ülkesinde ikamet fırsatı elde etmelerinin sonrasında bir geri dönüş “fırsatı” yakaladıklarında ya da işler pek de istedikleri gibi yolunda gitmediğinde “geri dönecekleri” bir ülkeleri var mıdır? Bu soru devletsiz göçmenler açısından bilhassa önemlidir.

Google Haberlere Abone ol

Hatice Özhan*

Göç, tek yönlü bir yolculuktur. Geri dönülecek bir “yuva” yoktur.

Stuart Hall

Stuart Hall’un metaforik bakımdan yorumladığı göç/durumu, toplumsal sorunların çok yönlü analiz gerektirmesi hasebiyle sadece akademik yönden ele alınamayacağını göstermesi bakımından önemlidir. Bu bağlamda, birçok faktörün etkisiyle meydana gelen göç analizlerinde akademik anlatımlar edebi, kültürel, sosyal anlatımlarla birlikte kullanılmalıdır. Anlatımı belirleyici kılan üslup ve tarz seçiminde akademik epistemenin baskısını hissediyor olmak, diğer anlatım seçeneklerini dışarıda tutacağından göç konusunda yürütülecek çalışmalarda randıman aldırmaz kanımca. Bu nedenlerle kendi göç anlatımımı, akademinin “soğuk renkleri”yle duygunun “sıcak renkleri”ni birbiriyle karıştırıp boyamayı tercih ettim.

Hayatlarımıza bazen, şekillendirmek ya da onarmak için ufak dokunuşlarda bulunuruz. Hayatla kurduğumuz bu kişisel teröpatik temas, mecburiyetten ileri gelmediğinden içsel bir rahatlama ve de konfor sağlar bizde. Ancak tüm her şeyimiz bu korunaklıkta yürümediğinden hayatımızda kökten değişikliklere yol açan bazı mecburiyetlerle de karşı karşıya kalırız. Göç, böyle bir zorunluluktur! Homo Sapiens’in bu bin yıllık “geleneği” zorunlu ya da kısmen de bireysel tercihler eksenin de süregelmiştir. Modernleşme ve büyüyen küresel ekonominin de etkisiyle insani bir sorun halinde süreklileşen göçün net bir kavramsal çerçeve içerisinde tanımlanabilmesi zorlaşmıştır haliyle. Aktif, yapısını değiştirerek zaman içerisinde değiştiren, gelişen sosyal bir süreç olan göç olgusu diğer pek çok olgu gibi birden çok faktörün etkisiyle gerçekleştirdiğinden tek bir tanımda anlatılmayı zorlaştırıyor. Daha çok edebi bir anlatımla göçü “tek yönlü bir yolculuk” olarak niteleyen S. Hall gibi bir anlatım kolaylığına ya da şansına sahip olmayan sosyologlar göç için kavramsal çerçeve belirlemekte zorlanmışlardır. Bu yüzden de bilimsel çerçeve, ortaya çıktığı dönemin siyasi ve ekonomik belirleyicilerinin temel alınarak geliştirildiği birtakım göç teorileri ile sıkı tutulmaya çalışılmıştır.

20. yüzyılın geç döneminde ortaya çıkan göç teorilerinin bir kısmına üstten geçerek değineceğim. Göç sorunsalını zorunlu ve bireysel sebepler bağlamında anlatan bu teoriler, altını pek çizmeden anlatmış olmuşlarsa da, göçün asli failinin “zorunluluk”lar olduğunu gözden kaçırmayalım.

1960’larda ortaya atılan ve göçü bireysel girişimin bir parçası olarak yorumlayan neo-klasik göç teorisi, bölgeler arası eşitsizliklerin işgücü arz talebi ile giderilebilecek bir sorun olarak değerlendirdiğinden göç teorisinde bireysel faktörleri çok ön planda tutmuştu. Dünyanın içerisindeki ekonomik dengesizlik durumu da söz konusuyken neo-klasikçilerin bu teorisi yetersiz kalmıştır ve nitekim 1970’li yıllara gelindiğinde yaşanan yapısal eşitsizlikler göçün Marksist yorumunu zorunlu kılmıştır denilebilir. Başını Immanuel Wallerstein’ın çektiği önemli teorisyenler bağımlılık teorisi ile göçe izah getirmek istemişlerdir. Uluslararası göçü merkez-çevre ilişkileri ekseninde tartıştıran bu teori, göçün merkez ülkeler tarafından çıkarlarına ve işgücü piyasalarının yapısına uygun olarak yönlendirildiğini belirtir. Bağımlılık teorisi, vasıflı-vasıfsız işgücü ayrımı üzerinde durmuştur. Dünyanın karmaşıklaşan ve artan nüfus özelliği göçün sadece yapısal özellikler ile anlatılmakta yetersiz kalacağını anlatıyordu. 1990’lı yıllarda göç anlatımında katılan faktörler arasında beliren aileler, gruplar ve ilişki ağlarının varlığı ile oluşan kompleks yapının hayatın akışkan yapısı karşısında daha da içeriğini genişlettirdiğini ortaya koyar. (Aile Sosyolojisi/Yrd. Doç.Dr. Savaş Çağlayan). Hâlbuki dünya ve özelde de göçler kaynağını insandan aldığından, teorilerin çerçevesine sığdırılamayacak kadar çok alt metinlere, ara cümlelere; tahmin edilemeyen veya gözden kaçırılan olanaksızlıklara sahiptir!

DAHA İYİ BİR GELECEK TAHAYYÜLÜNÜN ARDINDA DÜŞÜŞ

Bölgeler arası sınıfsal ve sosyo-kültürel farklılıkların baz alınarak belli dönemler itibariyle ele alındığı göç teorilerinin ana omurgasını yoksulluk, savaşlar ve gerçek anlamda yurtsuzluk oluşturuyor. En zorunlu sebeplerden olan yoksulluk ve yurtsuzluk, böylelikle milyonlarca insanın geçmişlerini artlarında bırakarak yollara düşmesine neden olmuştur.

Yoksulluğun ve savaşların rehin aldığı insanların “gelişmiş” diyarlara gitme hayali, kendilerini yeni hayatlarında bekleyen heyuladan habersiz bırakmaktadır bir yandan. Geçmişleri geride, Avrupa’nın albeniliğine gözleri kamaşan bu insanlar mülteci botlarına, istif kamyonetlere, otomobillere binerek gelecek tahayyüllerine bir adım daha yaklaştıklarının sanrısıyla dolular. Yüzemeden ya da nefessizlikten boğulmak bir ihtimal bile değil onlar için. Peki ya o dikenli tellerle örülü duvarlar? Göçmenler için, kurtulmak istedikleri geçmişleriyle tahayyüllerindeki gelecekleri arasına örülen basit bir bariyerden fazlası olmayan duvarları aşmak, yoksulluk ve canlarını zor kurtardıkları savaşlar kadar zor değildir sanırım.

Hayallerini kurdukları başka diyarlara yerleşme çabasının bir şekilde nihayet bulacağı farklı şehirlerin ve kültürlerin göbeğinde karşılarına çıkacak “gelecek” tahayyülü ya da bilgisi göçmenler için 'asıl film şimdi başlıyor' demektir aslında. Yabancılaştıkları geçmişlerinin üzerine yabancısı oldukları yeni bir dünyayla sünger çekilmek istenmiştir. Avrupa’nın rasyonalitenin bir balmumuna dönüştürdüğü insan ve nesne kalabalığında bu süngeri sonuna değin çekmiş olmak pek de kolay bir iş olmasa gerek. Kurtulmak isteseler de bir bakıma alışkını oldukları hayatları, tarihleri, kültürleri, dilleri gibi benimsedikleri algılama tarzlarında kökten bir kopuşa yol açacak bu yeni düzenin farklı hüviyetteki bir üyesi olmak çok zor. Bu hüviyet yabancı olmaktır! Çoğunluğun üye sıfatıyla yaşadığı bir mukimin her halinden anlaşılacağı üzere sonradan gelmiş bir “yabancı”sı olmak, ilerleyen zaman içerisinde, geleceğe tercih ettiği geçmişine dair bir özlemin hafiften kendisini hissettirmesidir de aynı zaman da. Yerleştikleri şehirlerde malları, dilleri, yaşam tarzları ve coğrafyayı paylaşıyor olsalar da, sosyalizasyon görece sağlanılmış olunsa dahi göçmenin ekonomik, tarihsel ve kültürel değerlerinin karşısında mukimin baskın yerel değerlerinin çıkmayacak olması mümkün değildir. Keskin farklılıklar daima ve kaçınılmaz olarak bölen ve ayıran farklılıklardır. Etnik aidiyet duygusunu göçmende daha da perçinleyen bu farklılıklar olgusu, yabancının eriştiği gelecekte, yeni tahayyül arayışlarının kapılarını açarken bir yandan da kapatır. Sanırım çok şeyi bir bakıma açıklayan göç analizlerinin ve teorisyenlerinin göçmenler için ıskaladıkları en önemli nokta da bu kapının akıbetidir. Açılmakla kapanmak arasında mekik dokuyan göçmenin bu kararsız duygusu teoriden ziyade tecrübe ile anlatılmayı gerektirdiğindendir ki kuru analizlere tabi olmadı. Ama Edward Said, göçmenin kararsız duygusunu, akademik teorilerin üstesinden gelemediğini dile getirmiştir. E. Said, göçerlik için “kesintili var olma durumu”dur der.

Edward Said, “Sürgündeki kişi bilir ki, seküler ve olumsal bir dünyada evler daimi geçicidir. Bizleri bildik toprakların güvenliğine kapatan sınır ve bariyerler aynı zamanda birer hapishane olabilirler. Ve zaten bunlar genellikle aklı ya da sınırları aşar ve düşünce ile deneyimin önündeki engelleri parçalarlar.” (Chambers, Iain Göç, Kültür, Kimlik, çeviri: İsmail Türkmen& Mehmet Beşikçi, 2. Baskı, Ayrıntı, 2014)

Evlerin daimi olmadığı bir dünya ve sınırların oluşturduğu hapishanelik durum, günümüz insanının göçebeliğinin analojisiyken, gerçek göçmenin ise fecaat seviyesindeki “kesintili durumu”na bir şema oluşturur. Belirli ve daimi bir evi olmadan sabit bir ikametgâh edinmek çabasıyla gezinen göçerin dünyanın sokaklarında sürdürdüğü bu "tek yönlü yolculuğu" bir pandemi gibi bir yayılmaya ve dolaşıma sahip. Özellikle Avrupa’nın ve Avro-Amerika’nın anakentlerine ve diğer şehirlerine doğru büyükçe ve yoğunca yaşanan bireysel ve kitlesel göçler, göçmenin dünyanın sokaklarını biteviye arşınlayacağı demektir. Iain Chambers kitabında, "Modernleşme ve büyüyen küresel ekonomi tarafından trenlere yüklenen modernite diaspoaraları" olarak nitelendirdiği göçmenlerin “ 'çevre bölge'lerden akıl çelmelerle ve çoğunlukla da zalim iteklemelerle” kapitalist ülkelerin metropollerinde kendilerini bulduklarını belirtir. (Göç, Kültür, Kimlik, çeviri: İsmail Türkmen& Mehmet Beşikçi, 2. Baskı, Ayrıntı, 2014) Peki sabit bir yer arayışındaki bu “Modernite diasporaları”nın tümü vatansız mıdır?

TÜM GÖÇMENLER VATANSIZ MIDIR?

Çoğunluğunu ülkelerindeki savaş nedeniyle kaçanların oluşturduğu günümüzdeki göçmenlerin Avrupa’ya doğru bin bir badireyle yol alışları sırasında ve herhangi bir Avrupa ülkesinde ikamet fırsatı elde etmelerinin sonrasında bir geri dönüş “fırsatı” yakaladıklarında ya da işler pek de istedikleri gibi yolunda gitmediğinde “geri dönecekleri” bir ülkeleri var mıdır? Bu soru devletsiz göçmenler açısından bilhassa önemlidir.

Suriyeli ya da Lübnanlı Arap bir mülteci için bu sorunun yanıtının, Yakındoğu coğrafyası sakinleşeceği vakit, ‘evet’ yönünde olacağı yüksek bir ihtimal gibi görünüyor. Peki, bir Kürt göçmen açısından bu olasılık ne kadar mümkün görünüyor? Can güvenliğinin olmaması, sürgünler, özgürlüğünden edilme korkusu gibi ciddi saiklerle vatandaşı oldukları ülkelerden "mülteci diasporalarına" katılan Kürtlerin olası bir durumda geri dönecekleri bir vatanlarının olmaması onların göçmenlik durumunu çok daha zorlu kılar. Kürtler gibi devletsiz göçmenlerin durumunu daha da katmerleştiren bu yoksunluk kanımca özgün bir başlıkta daha derinlikli bir tartışmayı gerektiriyor. Orijinlerini bir ülke aidiyetinden almayan devletsiz ulusların/bireylerin göçmenliği sorunu, göç analizlerinin ve küresel siyasetin gündeminde yeterince yer almadığı için ciddi bir tartışma konusudur. Sınıfsal ve bireysel sebeplerle açıklama getirilen göç/göçmenlik konulu araştırma çalışmalarına, devletsiz ulusların/bireylerin göçmenlik durumlarının dâhil edilerek tartışılmasında büyük yarar var. Aksi takdirde maksadın herkesi kapsayacak bir derinlikte ve gerçekçilikle hâsıl olması zordur!

*Sosyolog