Paskalya çöreğinin peşinde
Fırıncı için paskalya çöreği yapmak rutin bir şeydi, teyze için de almak aynı derecede sıradandı. Merak ettim sonra, hiç bu çöreğin nereden geldiğini merak ediyorlar mıdır? Adeti olduğu bayramı kutlayanları merak ediyorlar mıdır? Sahi, Paskalya çöreği halen vardı ama insanları neredeydi?
Sıla Uluçay*
Geçen mart ayında bir gün Beşiktaş çarşısının içinden geçerken, baş döndürücü bir sıcak çörek kokusu beni yolumdan alıkoydu. Kendimi bir anda 7-8 Hasan Paşa fırının önündeki sırada buldum. Örgülü çörekleri vitrinde görünce, beynimin bir kuyudan çıkarıp getirdiği bilgi ve sezgiyle bunların Paskalya çörekleri olduğunu tahmin ettim. Koku da tanıdıktı. Kıbrıs’ın güneyinde Kıbrıslı Rum arkadaşlarla tattığım çöreklere benziyordu.
Sipariş sırası bana yaklaşırken, “Şimdi nasıl sipariş vereceğim ki, bu çöreğe ne diyorlar acaba?” diye düşündüm. Paskalya çöreği olduğundan hemen hemen emindim. Paskalya bayramının eli kulağındaydı, yılın zamanı itibariyle de mantıklı bir çıkarımdı. Yine de sipariş verirken Paskalya çöreği demeye çekindim. İstanbul’da daha yeni sayılırdım, şimdi yanlış bir şey söylemeyeyim diye düşünüp “Çörek alabilir miyim?” dedim. Yanımda duran yaşlıca, başı örtülü teyze “Paskalya çöreklerini mi diyorsun evladım?” diye siparişimi düzeltip, bir de üstüne fırıncı en doğal ses tonuyla “Büyük mü küçük mü olsun?” diye sorunca, geçmiş, gelecek ve elbette bugünün kavşağında afallayıp kaldım. Şaşkınlık içinde çöreği alıp ayrıldım.
Dükkândan çıktıktan sonra bir an halime güldüm, “Amma da abartmışım. Niye acele ettim ki? Rahat rahat tadına varsaydım içerideki dünyanın” diye geçirdim içimden. Birkaç dakikalığına da olsa, çoğumuzun hiç yaşamadığı ama zaman zaman özlemiyle dolduğu eski İstanbul günlerindeymiş gibi yapabilirdim. O muhayyel evrende, fırıncı dünyanın en sıradan şeyiymiş gibi bana Paskalya çöreği uzatırken, yüzlerce yıl nefesleri, terleri ve tabii ki kahkahaları birbirine karışmış insanlar halen birlikte olurlardı. Çeşit çeşit bayramın kutlandığı şehri bu sefer de Paskalya ruhu sarmış olurdu. Ben fırından çıkıp, elimde paskalya çöreğiyle, Rum komşuma kahveye giderdim. “Geldim Maria mu, koy kahveyi üstüne” derdim. Maria yaşlı bir teyze değil, benim gibi yetişkinliğe adımlarını atan genç bir kadın olurdu.
Meğerse Paskalya çöreği İstanbulluların aşina oldukları bir lezzetmiş. Ama ilk defa Paskalya zamanı İstanbul’da olan ben bunu bilmiyordum. Yılın diğer aylarında gayrimüslim sayılan adetlere pek sıcak bakmayan, hatta yeni yıl bayramını kutlamayı bile tartışan insanların olduğu bu şehirde, bu çöreğin kokusunun sokakları bu kadar kolayca ele geçirebilmesine şaşırmıştım.
Belliydi, fırıncı için paskalya çöreği yapmak rutin bir şeydi, teyze için de almak aynı derecede sıradandı. Merak ettim sonra, hiç bu çöreğin nereden geldiğini merak ediyorlar mıdır? Adeti olduğu bayramı kutlayanları merak ediyorlar mıdır? Sahi, Paskalya çöreği halen vardı ama insanları neredeydi? Herkes işinde gücündeydi, çöreği alan yoluna devam ediyordu. Beni en çok bu sarstı. Gerçi, bugünün İstanbul’unda kimin vakti vardı ki durup bir çöreği düşünmeye? Sokaklar her zamanki gibi gürül gürül akıyordu. Bu insanlar sanki hiç yaşamamışlardı. Yüzlerce yıl süren bu beraberlik sanki hiç var olmamıştı.
Bir Kıbrıslı olarak şu ayrımın farkına vardım: Kıbrıs’ta bizim yanı başımızda yaşayan muhataplarımız vardı en azından. Tüm sorunlara, kopukluklara rağmen bazılarıyla halen ortak bir ideali paylaşabiliyorduk. İstanbul’da ise hayaletler vardı.
O hayaletlerle yürüdüm İstanbul’da o gün. Peşimi bırakmadılar. Ne de olsa biz Kıbrıslı Türkler, ait olduğu toprakta varlığını sürdürememe, silinip gitme korkusunu yakından tanırız. Bu toplumsal endişeler arasında en ilkelidir belki. Bu endişe o kadar derinleşir ki bazen toplumsal zihne, toplumun düşsel dünyasına mühür vurur.
O gün dünyanın dört bir yanına çil yavrusu gibi dağılmış insanların acısını, Türkiye’ye İstanbul’a hasret yaşamış, ölmüş insanların memleket özlemini düşündüm. Sonra, hayatları bıçak gibi kesilen birçok Kıbrıslının önceki yaşamlarına, köylerine, evlerine hasretlerini düşündüm. Her birinin hikayesini merak ettim.
“Mozaik” motifinin en çok yakıştırıldığı coğrafyadır Doğu Akdeniz. Binlerce yıldır aynı yerde yaşayan, toprağın, suyun, dağların ve ağaçların bir parçası haline gelen insanlar dört biryana dağılırken, binlerce yılın teker teker kurduğu mozaik de ebediyen kırıldı, parçaları dağıldı. Geriye bazı gelenekler, lezzetler, tarihi harabeler, şarkılar ve bir köşe başında karşına çıkan bir çörek kokusu kaldı.
*Doktora öğrencisi, Oxford Üniversitesi