Efendinin suçunu üstlenmek: Kürtler ve Ermeni soykırımı
Bazı çevreler ellerinde “Kürtlerin azımsanmayacak bir kesiminin soykırıma katıldığına dair yeterli derecede bilgi ve kanıt olduğunu” iddia ediyorlar. Bizim elimizde olmayıp onların elinde bulunan “bilgi ve kanıt”ları merak ediyorum doğrusu. Yine “hiç de azımsanmayacak önemli bir kesim” ibaresini neye dayanarak ve nasıl tespit ettiklerini de anlayamıyorum.
Sedat Ulugana
“Soykırım”, fizikî yok oluşu öngördüğü gibi ruhsal yitimi de ifade eder. 1915 Ermeni Soykırımı, her iki özelliği de güçlü bir şekilde ihtiva eder. Bununla birlikte Ermeniler üzerinde gerçekleştirilen her iki yok edişe rağmen “soykırım” ifadesi, görece yeni sayılır. Ermeniler özelinde gerçekleşen olaylar, 1800’lerin ortalarında “terör”, yüzyılın sonuna doğru “katliam” ve Yahudi Holokostu sürecinden sonra “jenosid”, yani “soy”un kendisini bitirmeye dönük siyasal bir proje olarak tanımlandı. Kuşkusuz, mezkûr tarihsel gerçeğe dair binlerce metin yazıldı. Ancak bunların çoğunun hakikat tözüne tümüyle yaklaşmayı başaramadığı ileri sürülebilir. Zira ilkin sözlü kolektif hafıza es geçiliyor sonra da bir taraf aklanmaya ya da suçlanmaya çalışılıyor. Bundan da ilginç olan şey, bu soykırımın suçunu Kürde yıkmak ya da kimi Kürtlerin efendiler adına suçu üstlenmeleridir. Burada, Fırat Aydınkaya’nın “Sekiz Soruda Ermeni Soykırımı ve Kürtler” başlıklı yazısı vesilesiyle söz konusu olguya yoğunlaşmaya çalışacağım.
Ne zaman Ermeni Soykırımı söz konusu olsa, Türk tarihçi çevre ve kurumları hemen belgeleri açma argümanını ortaya atarlar. Ancak zaten “soykırım” niyet bazında bir proje olarak öngörülüp icra edildiği için, soykırımcı elinden geldiğince “kanıt” niteliği taşıyan her şeyi (buna ölü insan bedeni de dâhil) yok etmeyi esas alır. Nazi kampları, Dersim, Zilan, Ruanda ve Bosna örneklerinde bu yaklaşımın izlerini görmek mümkündür. Ama soykırımcının yok etmeyi bir türlü başaramadığı veri, kolektif hafızayı sarıp sarmalayan “söz”dür. Onun için maddi kanıt bulunsun ya da bulunmasın, Anadolu ve Kürdistan’daki devasa kolektif hafıza, bize bu topraklarda soykırımların yaşandığını söylüyor.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Ermenilere dönük gizli ajandasının olmadığına şahsen inanmadığım gibi bazı çevrelerin “katliam savaş yıllarında spontane gelişti” tezine de katılmıyorum. Soykırım kavramsal olarak içinde muntazam bir programı ve disipline edilmiş bir çerçeveyi barındırır. Ancak Ermenilere dönük katliamlara bakıldığında “plandaki eksiklikler” göze çarpar. Bunun başat nedeni, yerelin iradesinin çoğu zaman merkezin iradesinin önüne geçmesidir. Bu sadece Ermeni katliamlarına özgü bir şey değil, disipline edilemeyen Osmanlı idaresinin kadim bir özelliğidir. İşte Kürde soykırım suçunu yıkma girişimi tam da buradan, yani yerelin iradesinin görünür olduğu noktadan el alıyor.
Bazı çevreler ellerinde “Kürtlerin azımsanmayacak bir kesiminin soykırıma katıldığına dair yeterli derecede bilgi ve kanıt olduğunu” iddia ediyorlar. Bizim elimizde olmayıp onların elinde bulunan “bilgi ve kanıt”ları merak ediyorum doğrusu. Yine “hiç de azımsanmayacak önemli bir kesim” ibaresini neye dayanarak ve nasıl tespit ettiklerini de anlayamıyorum. Öte yandan tarihsel olarak “Ermenilerle Kürtlerin arasında ölümcül gerginliğin olduğu birçok yerin mevcut olduğu” tezi de son derece sorunludur. Şayet kastettikleri yerler Bitlis ve Van vilayetleri ise, meselenin tarihsel ve toplumsal çerçevesini deşmekte yarar var.
Bazı akademisyenlerin iddialarının aksine her iki vilayette de Sünni Kürtler total nüfusun çoğunluğunu oluşturur. Bitlis vilayetinin kadim coğrafyası Mervanîlerden çok sayıda Kürt mirliğine (Bitlis, Hîzan, Şîrvan, Xerzan/Garzan, Hezo, Çapakçur, Karni, Zirki) ev sahipliği yaparken, Van kalesi ve etrafındaki şehri dışarıda tutarsak, birden fazla Kürt mirliğinin (Hekari, Westan, Miks, Bargirî, Mehmûdî ve kısmen Bazîd) etkinlik sahalarını görürüz. Ermeniler “reaya” yani Kürtlerin deyimi ile “fileh” (fellah/çiftçi) kesimini oluştururken, Kürtler “aşiret” olarak konuşlanıp daha çok mirin “talan ekonomisi”nde operasyonel güç olarak kullanılır. Talan, bu süreçte içsel bir aksiyonu içermez, yani bazı Osmanlı tarihçilerinin çarpıttığı gibi, mirlik sahasındaki aşiretin yine aynı mirlik sahasındaki Ermeni köylüyü talan etmesine değil, mirin düşmanına dönük dışsal bir aksiyon söz konusudur.
Kürtler ve Ermeniler arasındaki bu klasik ve yaygın tarihsel ilişki, Kürt mirlerinin tasfiye edildiği 1850’lere kadar sürdü. Mirlerin tasfiye edilmesinden sonra, Kürt coğrafyasındaki aşiretlerin yapısı değişti. Bu süreçte “tekrar-aşiretleşme” yaşandı, İstanbul’dan gönderilen “kırmızı fesli efendi” etkili olamadı, siyasal ve sosyal boşluğu Mevlâna Halit’in “şeyh” halifeleri doldurmaya çalıştı. Bu şeyhler işe koyulurken, özellikle muazzam derecede iç içe geçmiş olan Kürt-Ermeni toplumunun silikleşen dinî kodlarından “mustarip”lerdi. 1860’larda Kürt aşiretlerinin azımsanmayacak bir kısmının Êzidî olduklarını da hesaba katarsak, şeyhlerin işlerinin ne kadar zor olduğunu görürüz. Bu süreçte şeyhler özellikle Kürt aşiretlerini yeniden Sünnileştirmeye çalışarak işe başladılar ve bu süreci Hristiyan karşıtlığı üzerinden gerçekleştirdiler. İşte Halidî Norşin Şeyhi Diyaddin’in (Şeyh Hazret) Ermenilerle mukim Muş ovasından geçerken, “kötü kokuyorlar” diye burnunu kapatıp, Badikan aşireti muhitine vardığında “cennet gülü gibi kokuyor” diyerek elini burnundan çekmesi buna delalettir. Velhasıl Sünnileştirme, Hamidiye Alayları sürecini de içine alarak 1900’lerin başına kadar aralıksız sürdü ve bu süreç, Ermenilerden önce, Kürtlere dönük bir projeydi. Nitekim bölgeyi ziyaret eden Safi Paşa, Garzan’daki Ermenilerin çoğunluğunun Ermenice bilmediğini, Kürtlerin ise sadece ismen Müslüman olduklarını ama daha çok Ermeniler gibi yaşadıklarını görünce şaşkınlığını gizleyememişti.
1900’lerin başlarında Hamidiye Alayları menşeli birkaç elit Kürt ailesini saymazsak, Kürtler ve Ermeniler arasında düşmanlıktan ziyade, dayanışma ve ortak yaşam ruhu mevcuttur. Elbette bu süreçteki Hamidiye Alaylarının talan seferlerini ve kitlesel katliamlarını göz ardı etmemek gerekir. Mirlik nostaljisi yaşayan Hamidiye Alayları, bir Osmanlı projesi olarak sadece Ermenilere dönük talan seferlerine girişmediler, Hamidiye sisteminde kendisine yer bulamayan aşiretlere de saldırdılar ve bölgelerini yağmaladılar. Bununla yetinmeyip birbirleri ile de savaştılar ve birbirleri yağmaladılar. Bu bağlamda Hesenan-Heyderan ve Sîpkan çatışmaları hemen akla gelmelidir.
Hamidiye şiddeti, Ermeni modernitesi için de güçlü dayanaklar ortaya çıkardı. Taşnaksütyun (Ermeni Devrimci Federasyonu), siyasal bir oluşum olarak ortaya çıktığında, Ermeniler nezdindeki Hamidiye nefretini genelleştirip, bu nefreti umum Kürtlere mâl etmeyi başardı. Döneme dair Osmanlı arşivinin sıkıntılarını göz önüne alarak naçizane şu öneriyi yapabilirim: Özellikle Van ve Bitlis’teki Rus, İngiliz ve Fransız viskonsolosların tuttukları notlara ve kaleme aldıkları gözlem raporlarına bakılabilir. Bu dönemde Taşnaksütyun son derece çelişkili bir politika yürütür. Hareketin bir kanadı Kürtlere dönük barışçıl bir programı savunup bu program çerçevesinde “Kürt aydınlanması ve modern Kürt kimliğinin oluşum süreci”ne katkı sunmayı teklif eder. Öbür kanat ise, Bizans’la hem-zaman olan Büyük Ermeni İmparatorluğu’nun tekrar tesis edilebileceğini ve bu nostalji uyarınca “dağlı vahşi Kürtler”in bu “ata yurdu”ndan kovulması gerektiğini savunur.
Meşrutiyet (1908) yani “Jöntürk Devrimi”, bütün Osmanlı sahasında olduğu gibi Kürt-Ermeni ilişkilerinde de mühim bir kırılma noktasına tekabül eder. 1908’e kadar hilafetin sadık hizmetçisi Hamidiyeli Kürtler, Al-i Osman devletinin sadık kulları iken, 1908’den sonra “zalim Abdülhamit rejiminin suç ortakları” ve “meşrutiyet/aydınlanma karşıtı gericiler” olarak kodlandılar. Hakeza 1908’e kadar devlet için Ermeni cenahı “fesad yuvası” iken, 1908’den sonra nispeten ve kademeli olarak “Abdülhamit rejimi döneminin mağdurları”na dönüştü. Kuşkusuz bu dönüşümün mimarı da Taşnaksütyun’dur. Nitekim, Taşnaksütyun’un mühim isimlerinden Rupen Paşa, Muş ovasında düzenli Osmanlı birliklerine karşı savaşırken, “meşrutiyetin ilanı” haberini bir çatışma esnasında Osmanlı askerlerinden alır ve birkaç gün sonra Muş’a inerek, Muş ahalisinin tezahüratları eşliğinde Teşkilat-ı Mahsusa’nın afili kadrolarından birine dönüşecek olan İttihatçı Ömer Naci ile birlikte resmî askerî geçite katılır ve “soykırımın taşra organizatörü” olarak nitelendirilen Hoca İlyas Sami ile kucaklaşır. Aynı şekilde pek de “Kürtlük” iddiası olmayan Hoca İlyas Sami ile Keğam Garabetyan, İttihat Terakki Cemiyeti-Taşnaksütyun ittifakı boyunca (1908-1914) her seçimde Muş mebusları olarak Mebusan Meclisi’ne seçilirler.
Söz konusu süreçte artık “günah keçisi” Hamidiye Alayları özelinde Kürtlerdir. Meşrutiyet’in ilanı ile Kürt elitleri elimine edilmeye çalışılır. Kör Hüseyin Paşa İran’a kaçar, (1909’da Muş hapishanesinde zehirlenerek öldürülen) Hesenanlı Rıza ile kardeşleri Fetullah ve Seyyid Ali tutuklanır, Kürt Teavvün ve Terakki Cemiyeti’nin büroları teker teker kapatılır. Muş Murahassı naibi Rahip Vartan, bu dönemde İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) merkez bürosuna göndermiş olduğu bir ihbar mektubunda “toplantı yapan Kürtler Meşrutiyet idaresine karşı ayaklanacaklar ve bu süreçte de Ermenileri katledecekler” diye yazar. Rahip Vartan ihbar mektubunda, iki cihan bir olsa yan yana gelemeyecek olan ve yıllardır birbirleri ile kan davalı olan Heyderan, Cibran, Hesenan ağalarını, daha etkin bir mürit ağı için birbirleriyle rekabet edip birbirlerinin fetvalarını “batıl” ilan eden Gayda, Norşin, Küfra tekkelerine bağlı şeyhler ile bir araya getiriyordu! Daha sonra İTC’nin gizli ajanları tarafından yapılan tetkikatlar neticesinde anlaşılacaktı ki böyle bir toplantı hiç gerçekleşmemişti!
Aydınkaya, Taşnaksütyun-İTC seçim ittifakı döneminde boy veren Kürt entelijensiyasının “o dönemki ittihatçıların kıyıcı diskuruna başvurarak Ermeniler için ‘dahili düşman’ tabiri kullandığı” iddiasını görünür kılmak için kadim bir hanedan olan Bedirhanîlerden gelen Salih Bedirhan’ın “Rojî Kurd” dergisinde 1912’de yazmış olduğu bir makaleye atıf yapıyor. Salih Bedirhan’ın yazısının genelinden cımbızlanarak alınan bu ibare üzerinden dönemin Kürt entelijensiyasını soykırım konusunda mahkûm etmeye dönük bu “kanıt” niteliğindeki cümlelerin, her gün düzenli olarak İstanbul, Paris ve Londra olmak üzere onlarca merkezde günlük ve haftalık yayın yapan Ermeni neşriyatının Kürtlere dönük hamasi ve ırkçılığa varan yazılara karşı yazılmış fevri bir cevap olduğunu hesaba katılmıyor.
Bedirhanileri “soykırım” üzerinden mahkûm etmeye çalışan kesimler, aynı aileye ve entelektüel kategoriye dâhil olan Abdurahman Bedirhan’ın “Pro-Armenia” ve “Kürdistan” gazetelerinde yayınlanan ve Ermeni mücadelesini öven yazılarının Geliyê Guzan’da bir Ermeni fedainin üstünde yakalandığından haberi olmayabilir! Aynı Salih Bedirhan’ın Erciş’teki Timur, Emin ve Hüseyin Paşalara, “Ermenilere asla zulmetmeyiniz” başlıklı bir mektup gönderdiğinden de haberi olmayabilir! Yine Fransız rahip Bonte’nin iddiasına göre istihbaratçı olduğu sanılan Rus gazeteci M. Berezowsky, 1913 baharında Siirt’te Yusuf Kamil Bedirhan ile görüşmüştür (Yusuf Kamil, bu görüşmeyi de daha sonra doğrulamıştır). Rus gazeteci, kendisine Rusya’nın Kürtlere “bağımsızlık tanıma” niyetinde olduğunu ve bunun için kendilerine silah yardımı yapılacağına dair teminat vermiştir. Bu teminata karşılık ise Bedirhan’dan öncelikle Ermenileri katletmelerini istemiştir. Bedirhan, “katliam” talebine şiddetle karşı çıkmış ve görüşmeyi ivedilikle Fransızlara bildirerek Rusların Ermenilere dönük bu örtülü projesini teşhir etmişti. Fazla değil, bir yıl sonra olgunlaşan Kürt hareketinin bir meyvesi olarak, Bitlis’te bir Kürt başkaldırısı cereyan edecekti ve Halife Selim’in işbirliği, hiç olmazsa tarafsız kalınması yönündeki dostane mektuplarına rağmen Taşnaksütyun özelinde Ermeniler silahlanıp “Bitlis İsyanı”nın bastırılması için İTC ile kol kola Kürtlere karşı savaşacaklardı. Fransız viskonsülün deyişi ile “Şeyh Şahabeddin ve Seyyid Ali’nin dar ağacında asılı bedenlerini gören Kürtler sadece İTC’yi değil ittifak yaptığı Taşnaksütyunu da sorumlu tutacaklardı.” Elbette İTC-Taşnaksütyun ittifakı, bununla da yetinmeyip, günümüzde hâlâ Van yöresinde söylenen “Şekir Ağa” stranına ilham kaynağı olan, dönemin Kürt hareketinin mühim kadrolarından Hertoşili Şekir’i öldürecekti. Belki de aslen Bitlisli olan Xelîl Xeyalî, “Ermenileri dahil düşman görüp onlara (kurmê darê) yakıştırması”nın nedeni, bu gelişmelerdi!
Aydınkaya, soykırım yıllarında asker kökenli Kürt aydınlarının Osmanlı ordusu saflarında bulunduğunu ileri sürerek bu aydınların soykırımın aksiyon safhasına katılmış olduklarını ileri sürüyor. Oysa bu yıllarda “Ordu saflarında bulunma” hali sadece Kürt aydınlarına özgü bir durum değildir. Torosyan gibi Ermeni kökenli subayların yanı sıra onlarca Arap, Türk, Arnavut, Boşnak ve Çerkez aydın da savaş cephelerindeydi. Yıllardır soykırıma katılmak ve hatta yönetmekle ile itham edilen Cibranlı Halit Bey ise, bu süreçte Kürtlerin ve Ermenilerin yaşadığı muhitlerin çok uzağında, Filistin cephesindedir. 1916’nın sonlarında bölgeye gelecek ve Kars civarında yüzlerce Ermeni sivili son anda Deli Halit Paşa’nın elinden kurtarıp Aras boylarına götürecektir. Kadri Cemil Paşa ve İhsan Nuri’nin de Iğdır ve Kars civarında yüzlerce Ermeni sivili kurtardığını biliyoruz. Hesen Hişyar Serdî’nin çocukları kurtarmak için canı pahasına jandarmalara karşı direndiğini biliyoruz.
Aydınkaya hızını alamamış, Kürt edebiyatından da bir örnek vermek istemiş ve Hecî Qadirê Koyî’nin “Xakî Cizîr û Botan, ye’ni willatî Kurdan / Sed heyf û mixabin deyken be Ermenistan” (İmlâsını düzeltip çevirisini ekliyorum: Cizre ve Botan toprağı yani Kürt ülkesi/ne yazık ki Ermenistan diye adlandırılıyor) dizelerini soykırıma ilhamla nitelendirmiş! Koyî’nin bu beyti, takriben 25 yıl sonra gerçekleşecek olan katliamlara nasıl ilham kaynağı olmuş olabilir? Söz konusu dönemde İstanbul’da bulunan Koyî, Osmanlı anasırı içinde yaygınlaşan milliyetçi söylemin bir örneğini vermiş sadece. Burada Ermeni Soykırımı'na ilham gibi anakronik bir içerikten çok “Kuzey Kürdistan-Batı Ermenistan” tartışmasını Kürt milliyetçiliği içinden okumaktan söz edilebilir. Kürtçe konuşmayan Kürtleri “piç” sıfatıyla tahkir etmekten geri durmayan sert mizaçlı şairin “Wilayeti Kurdan” dediği sahanın kuzeyini, oryantalistlerin tabiriyle “Armeno-Kurd” coğrafyasını hiç görmediğini de unutmamak gerekiyor.
1915 Nisanı'nda başlayıp bütün yıla yayılan katliamlara iştirak eden Feyzi Bey, Hoca İlyas Sami ve Hacı Musa Bey gibi aktörlerin yanına birkaç kişi daha eklemek istiyorum. Van’da Gıdıkzade Süleyman, İdris, Vanlı Şevket Efendi, Muş’ta Seidê Nado vd. Bu şahsiyetlerin hemen hemen hepsinin 1914 sonbaharına kadar Teşkilat-ı Mahsusa’ya üye olduklarını biliyoruz. Pirinçizade Feyzi Bey, Diyarbekir bölgesindeki Ermeni tehcirinden sonra şehirdeki Ermeni mallarının büyük çoğunluğuna tek başına el koydu ki bu sermaye yeğeni Ziya Gökalp’ın İstanbul camiasına Türkçü bir ideolog olarak katılmasını sağladı. Aynı Pirinçizade, 1925 Şeyh Sait İsyanı sürecinde Kürt hareketinin darmadağın olmasını sağladığı gibi, Palu-Genç-Lice üçgenindeki Kürt katliamlarının da mimarı oldu. Topalzade lakaplı Hoca İlyas Sami (Muşlular onun için “Topalzade köprü olsa üzerinden geçilmez” derlerdi), Azadî Hareketi’nin önderi Cibranlı Halit Bey’i devlete teslim eden, Ermenilerden sonra Muş ovasını Kürtsüzleştiren eski ittihatçı yeni Kemalist bir kadroydu. Gıdıkzade İdris ve Süleyman (Hüsamettin Cindoruk’un dünürleri), Erciş kent merkezindeki bütün Ermeni mallarına tek başlarına el koydular. Ağrı İsyanı sürecinde Zilan deresinde 15 bin Kürdün katline bizzat katıldılar. Vanlı Şevket Efendi (“gazeteci” Fatih Altaylı’nın dedesidir), Van’daki Ermeni kiliselerine bile el koyduktan sonra 1930 Zilan katliamına iştirak etti ve Zilan’daki Kürt köylerini uhdesine aldı. Seîdê Nado ise, “ganimet elde edemeden” 1916 kışında Bulanık’taki bir çatışmada öldürüldü.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın mühim isimlerinden Hacı Musa Bey (İBDA-C örgütünün lideri Salih Mirzabeyoğlu’nun dedesidir), Azadî Hareketi’ne sızdırılan bir muhbirdi. Bu konu, dönemin Muş Valisi Sakıp Bey’in raporlarında detaylı şekilde anlatılır. Hacı Musa Bey, Ermenilere ait arazileri Hoca İlyas Sami ile paylaşmaya yanaşmadığı için Ankara’ya şikâyet edilir. Önce Sinop’a daha sonra da Kayseri’ye sürgün edilir. Sürgünde Mustafa Kemal’e gönderdiği mektupta “Ermeni mezalimi ve Şeyh Sait dönemi hizmetlerimi hatırlayınız ekselansları. Duydum ki Ankara’da bir çiftlik kurmuşsunuz (Atatürk Orman Çiftliği kastediliyor, S.U.) beni yanınıza alınız, çobanınız olmaya razıyım” diyordu. M. Kemal’den yüz bulamayınca, sürgünde bulunan Kör Hüseyin Paşa’ya sığındı. Oradan firar ederek Binxet’e, yani günümüz Rojavasına geçti. Yarısı eski Taşnaksütyun kadrolarından oluşan ve Kürt-Ermeni ittifakını savunan Xoybun’a kaydoldu. Ama birkaç ay sonra öldü. Oğlu Medeni ise Kör Hüseyin Paşa’yı öldürüp Türkiye’ye döndü ve devlet tarafından affedilip “milis” kadrosuna alındı. Medeni, yıllarca Muş ovasında Seyîdxan, Elîcan ve Ağrı isyanının diğer kılıç artıklarını avladı. Kör Hüseyin Paşa’ya gelince; kendisi 1914 sonbaharında Sarıkamış-Erzurum dolaylarına gönderilmişti. 1916 yılına kadar da cephede savaştı. Yenilince ailesini de yanına alarak Urfa’ya kadar kaçtı ve 1920’ye kadar bölgeye dönemedi. Şahsen birkaç yazıda Kör Hüseyin Paşa’nın katliamlarına katılmış olabileceğini ima etmiştim, lakin Mela Muhemedê Zîlanî’nin savaş günlüğünü bulduktan sonra Paşa’nın 1914-1920 yılları arasında kendi etkinlik sahasına hiç uğramadığını anladım. Paşa 1920 yılından sonra bölgeye döndükten sonra, 1926’da İstanbul’a sürgün edildi. Bütün mallarına el konuldu ve bir daha dönmesine izin verilmedi. Ağrı isyanına katılmak için sürgün yerlerinden firar eden bütün çocukları, Mehmet ve Nadir Süphandağ hariç, öldürüldü.
Bir de kişisel hikâyemin parçası olan Bekiranlı Maruf Ağa’dan söz etmek istiyorum. Maruf Ağa, babamın dedesi olur. Erciş’in Cergeşîn köyündeki hiçbir Ermeniyi dönemin Erciş kaymakamına teslim etmedi. Ermenileri bölgeye yaklaşan Rus birliklerine teslim ettikten sonra köyüne geri döndü, ama üç gün sonra aynı Rus birlikleri köyüne saldırdı. Maruf Ağa nefs-i müdafaada bulunarak 18 akrabası ile silaha sarıldı. “Mitralyöz” ateşine tutulan Maruf Ağa ve 18 akrabası birkaç saat içinde oracıkta can verdi. Ermeni bir fedai Maruf Ağa’nın cenazesini tanıdı. Arkadaşlarına dönüp, “bu, çoluk çocuğumuzu Erciş kaymakamından koruyan ‘Krivê Mero’ (Kirve Maruf ) değil mi?” diye soracak ve Maruf Ağa’nın üzerinden çıkan gümüş tütün tabakası, ağızlık ve kehribar tespihini getirip büyük ninem Meyro’ya teslim edecekti.
Yukarıda vurgulandığı gibi, soykırımcı “söz”ü yok edemez. Sözün bize anlattığına göre bu süreçte Ermeni ulusu ve yaşam alanları yok edildi. Ancak soykırım üzerinden Kürdü dövenlerin aksine Kürtlerin umumî bir iştirak ile soykırıma katıldıklarına dair elimizde yazılı ya da sözlü kanıt yoktur. Kürt cenahındaki mevcut sözlü tarihin aktardığına göre bireysel ve küçük çaptaki Kürt grupların iştiraki söz konusu olsa da özellikle aşiret alaylarının 1915 yıllındaki katliamlara katıldığına dair neredeyse hiçbir veri yoktur. Bu aşiretlerden bazılarının özellikle de dağlık bölgelerde sınırlı bir katılımı olduğunu biliyoruz. Zira cepheye sürülen bu operasyonel Kürt süvarileri, 1914 kışı itibari ile ilerleyen Rus ordusunun karşısında savaşmalarına karşın tutunmakta güçlük çekiyorlardı. 1915 yılında, yani katliamların yaşandığı süreçte çoğu Kürt köyü ve aşiret muhitinde 15-60 yaş arası erkek nüfusun neredeyse tamamının silah altına alınıp muhtelif cephelere gönderildiğini biliyoruz. Nitekim 1916 baharına gelindiğinde Bitlis ve Van cihetlerinde aşiretlere mensup bir topluluğu görmek imkânsızlaşmıştı. Nogales’in de aktardığına göre çoğu merkezde, örneğin Bitlis, Adilcevaz ve Muş’ta katliamlar bizzat kaymakam ve valilerin emri ile jandarmalar tarafından gerçekleşiyordu. Bu jandarmaların bir kısmının Kürt olması veyahut bölgedeki Teşkilat-ı Mahsusa üyelerinin çoğunluğunun Kürt olması, “umumi iştirak” anlamına gelmez. Efrîn’e götürülüp Kürtlere karşı savaştırılan korucular geliyor aklıma. O korucuları anıp, “Efrîn’i Kürtler ele geçirip cihatçı teröristlere peşkeş çektiler” mi demeliyiz?!
“Ermeni malları” meselesine gelince; o dönem bölgede ekilip biçilen arazi, toplam arazinin yüzde 10’una tekabül eder. Yani ziraî faaliyetler son derece sınırlıdır ve bugünkü toprakların tamamına yakınında ekim ve toprak mülkiyeti söz konusu değildir. 1925’ten sonra başlatılan tapulamada Kemalist kadroların geniş topraklara el koydukları, 1947’ye gelindiğinde 19 milyon dönümlük arazinin söz konusu kadrolara verildiği görülmektedir. Bu noktada Ünal, Sazak, Menderes gibi devasa toprak maliklerinin kimin topraklarına el koyduklarını sorgulamak nedense kimsenin aklına gelmez! Kaldı ki İsmet Paşa’nın kesin emri şu şekildeydi: “Ermenilerden boşalan köylere Kürtlerin yerleşmesine izin vermeyin, buralara Türk muhacir yerleştirilecektir.” Bu malların mühim bir kısmı eski ittihatçı yeni Kemalist kentli eşraf arasında bölüştürüldü ve bu sermaye özelikle Kürdistan’daki Türkçü siyasetin icra edilmesi ve dışarıdan nüfus getirilip yerleştirilmesi çerçevesinde bir gelir kaynağına dönüştürüldü.
Bazı kalemler bu bahiste, Ermeni fedailerin Kürtleri katliamdan geçirmesini “spontane misilleme eylemler” olarak yorumluyorlar. Oysa Rus işgali esnasında ele geçen aşiret efradının neredeyse tamamının Rus ordusu cenahında yer alan Ermeni fedailer tarafından katledildiğini biliyoruz. Ünlü Bolşevik Kürt romancı Ereb Şemo, bu katliamların tanığıdır. Muş cihetlerinde sayısız sivil Sünni ve Alevi Kürt infaz edildi. Erkeklere dahi tecavüz edildi. Özellikle Van’da Müslüman nüfus, daha sonra kurulacak olan Ermenistan Cumhuriyeti’nin İçişleri Bakanlığını yapacak olan Aram Paşa tarafından katledildi. Binlerce Kürt Hakkâri dağlarına sığındı ve büyük bir kısmı ya donarak ya da açlıktan öldü. Bir milyondan fazla Kürt Çukurova ve Konya ovasına göç etti, bu nüfusun neredeyse yarısı açlıktan ve bulaşıcı hastalıklardan öldü. Nitekim Deveciyan, Paris’teki Nubar Paşa’ya, Kilikya’dan göndermiş olduğu telgrafta, “Kürtlerin bir daha bu bölgelere dönmesine izin verilmemeli” diye yazıyordu!
Aydınkaya, dönemin Kürt entelijansının Wilson İlkeleri uyarınca “Ermenisizleştirilen bölgeler”de siyaset icra ettiğini (yazar, aynı yıllarda mezkûr bölgelerin Kürtsüzleştirildiği “yine” gözden kaçırıyor), hatta daha da ileri giderek özellikle Jîn gazetesinin “soykırımın yükünü hafifletme-değersizleştirme”ye çalıştığını iddia ediyor. Jîn gazetesi birkaç eksik sayı dışında Latin alfabesi ile de yayınlanmıştır, isteyen söz konusu gazeteyi baştan sona kadar tarayabilir. Acaba Jîn’de bizim göremeyip de Aydınkaya’nın gördüğü “soykırımın yükünü hafifleten, soykırımı değersizleştiren” ibareler hangileridir?
Jîn, Sevr Barış Konferansı süresince aktif bir propaganda yürüttü, zira bir misyon yayınıydı. Kürdistan Teali Cemiyeti’nin yarı-resmi yayın organıydı. Finansörü ise Paris’te Nubar Paşa ile birlikte hareket eden Kürt delegesi Muhammed Şerif Paşa’dır. Fransa’nın diplomasi arşivinde Wilson İlkeleri uyarınca kurulacak olan Ermenistan ve” özerklik” verilecek olan Kürdistan’ı gösteren bir harita var. Kırmızı kalem Nubar Paşa’ya, mavi kalem ise Şerif Paşa’ya aittir ve harita üzerinde kırmızı kalem ile mavi kalem adeta horoz dövüşü yaparcasına “sınır”ı belirlemeye çalışmışlardır. Bu dönemde Erzincan ve Koçgiri’deki Alevi-Kürt aşiretleri, “Kürdistan’ın kuzey sınırını Erzincan dağlarının kuzey kesimleri ve Sivas hattı oluşturur, başka sınır kabul etmeyiz” diye Şerif Paşa’ya mektup gönderirler. O esnada hâlâ Fransız işgali altındaki Kilikya’da bulunup “birkaç bin Müslümanı halletmek”le meşgul olan Ermeni delegasyonu da Nubar Paşa’ya gönderdiği memorandumda, bugünkü Ermenistan devleti Kürdolojisini hatırlatır şekilde, Kürt nüfusunu “Aşiretler”, “Göçerler” “Kızılbaşlar”, “Yezidiler” ve “Zazalar” diye sınıflandırıp yalnızca bazı aşiretlere “Kürt” denilebileceğini iddia ederek, “Van, Erzurum ve Bitlis vilayetlerinde bu manada Kürtlerin Ermenilerden daha az olduğunun Sevr Barış Konferansı Komitesi’ne izah edilmesi gerektiğini” ısrarla vurguluyordu.
Bu kadar iç içe geçmiş iki toplumu birbirine düşürüp ayıran şey, yalnızca her iki toplumda ortaya çıkan milliyetçilik-dincilik olamaz. Ancak meseleyi sadece Ermeni tezleri çerçevesinde okumak ya da efendinin suçunu üstlenmek, kırmızı ve mavi kalemlerin birbiriyle tutuştuğu hayalî kavga kadar acı bir ironidir. Efendiye bir şey diyemeyen köle, gittikçe üstlendiği suçu işlediğine inanmaya başlayabilir. Bugün “Efrîn fatihleri”yle ülküdaş olan Orhan Miroğlu’nun Türk solu ve liberallerine yaranmaya çalıştığı dönemde üstlendiği bu suçu, birkaç temelsiz kavramı Kürt sözlü/yazılı edebiyatından örneklerle bulayıp yeniden üstlenmek, bilimin, tarihin, gerçeğin ve “söz”ün karşıtı bir yaklaşımdır.
Yazının başında sözün önemini vurgulamıştım, yazının sonunda yine söze sığınıyorum, ki kişisel hikâyem Kürtlerin ezici çoğunluğunun hikâyesiyle aynıdır. Çocukluğum, Zilan Katliamından sonra devletin ailemi yerleştirdiği Van Denizi kıyısındaki bir Ermeni köyünde geçti. “Haçkarlar”ın arasında büyüdüm ve büyük nenem Nûrê, devletin milisi Siyahmed Çavuş’un tandırlara attığı Ermeni kadın ve çocuklarını her ekmek pişirdiğinde anlatırdı. Biz Serhat Kürtlerinin mutlaka uzak yakın bir dedesi veya nenesinin mezarı bugün Rewan (Erivan) dolaylarındadır. Dengbêj Reso’nun 8 yaşında iken (1911) söylediği kilam’da turna Erivan’dan uçup Iğdır ovasındaki köylere konar ve kanatlarının köküne bulaşmış olan Erivan toprağını getirir. Sınırda ise ne mavi ne de kırmızı kalemin izleri bulunmaktadır.