Dememiş miydik?..
Sosyalistlerin uyarılarını bir zamanlar küçümsemeyle karşılayan en ateşli özelleştirme yandaşlarının bile bugün sağlık hizmetlerinin en azından parasız hale getirilmesi talebini savunma noktasına geldiklerini görünce Karadenizlinin mezar taşına yazdırdığı sitem geliyor insanın aklına: “Hastayum dedum dedum, inanmadunuz. Ha şimdi n’oldi?..”
H. Selim Açan
Marksistlerin dogmatik bir tutuculuktan mustarip olduklarını düşünür çoğu insan. Sadece Türkiye’de değil dünyada da yaygındır bu algı.
Genellikle devrimci sola ve sosyalizme duyulan düşmanlıktan kaynaklanır fakat tümüyle haksız ve temelsiz bir önyargı olduğunu da söyleyemeyiz ne yazık ki. “Yerleşik” olana başkaldırıp yerine yeniyi kurma iddiasıyla karakterize olan bir ideolojik-siyasi kimlik ve iddianın doğasına aykırı bir garabet olsa da bu tür dogmatik tutum ve yaklaşımlarla saflarımızda maalesef çokça karşılaşırız.
Solun bu kadar güç ve prestij kaybetmesinin başta gelen nedenlerinden biri de bu tutuculuktur zaten. Hem değişeni ve gelmekte olanı zamanında fark edip ona uygun strateji ve politikalar oluşturmayı engeller bu dogmatizm hem de gözlerimizi sürekli ufuk çizgisine dikmekten çok geçmişe takılıp kalmaya yol açar.
Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin ünlü fırdöndülerinden biri –hatırladığım kadarıyla Schröder- bu anomaliyi şöyle bir anekdotla resmeder: “Marksizme inandığım gençlik yıllarımda kafamdaki kalıplarla günlük yaşamda karşımıza çıkan gerçekler arasında bir çelişki gördüğümde hatayı gerçeklerde arardım.”
Bu eleştirinin sahibi siyaseten makbul biri olmayabilir ama o haletiruhiyenin tümüyle ona özgü olduğunu söyleyebilir miyiz?..
Söyleyenler mutlaka çıkacaktır. Ama dikkat edin, en yaygaracı itirazların sahipleri, “sosyalizm” denildiği zaman hâlâ 1930’larda, 1950’lerde, en “tazesi” 1970’lerde kalmış düşünme tembelleridir. Sadece kendilerini değil, sosyalizmi de komik durumlara düşüren bir düşünce donması içindedirler. Mevcut ezberlerinin üzerine yeni tek bir fikir, perspektif, çözümleme eklememişlerdir. İşin kötüsü o ezberlerin çoğunu bizzat hayat çürütüp ıskartaya çıkardığı halde onlar bunun farkında değilmiş gibidirler. Dahası bunun “Sosyalizme ve onun tarihsel kazanımlarına sadakatin göstergesi” olduğu inancındadırlar. Çakılıp kaldıkları zaman tünelinden çıkabilmeleri için onlara önce 21. yüzyıla girdiğimiz hatta onun da ilk çeyreğinin bitmek üzere olduğu gerçeğini anlatmanın bir yolunu bulmak gerekir.
Solda sözünü ettiğimiz dogmatik tutuculuk ve yol açtığı sonuçlara dair daha pek çok şey söylenebilir. Fakat şu nokta da gözden kaçırılmamalıdır: Sorun ne devrimci bir dünya görüşü ve çağ kavrayışı olarak Marksizm-Leninizm’den kaynaklanan, ona içkin bir zaaftır ne de bu düşünce donması bütün sosyalistlere mâl edilip genelleştirilebilir.
Bu noktada madalyonun başka bir yüzü çıkar karşımıza: Marksizm ve sosyalistler hakkındaki genel önyargılar. Bu konudaki kalıpçı refleksif yaklaşımlar da sosyalistlerde eleştiri ve alay konusu yapılan düşünce tembelliği ve tutuculuk örneklerine rahmet okutacak boyutlardadır.
Bu kampa mensup olanların her durum ve koşulda, ayrımsız her sosyaliste karşı tekrarlamaktan zevk aldığı ezberlerin başında “Sosyalistler her yeniliğe karşıdırlar” tekerlemesi gelir. Bu da onların amentüsüdür.
Bu zihniyettekilere göre “sosyalistler iflah olmaz muhaliflerdir, kendilerini yenilemedikleri gibi her yeniliğe de karşı çıkarlar”; hangisinin, hangi konuda, hangi gerekçelerle ne dediğinin fazla önemi yoktur çünkü “hepsi aynıdır.”
Sosyalistleri her fırsatta küçümseyip “tutucu dinazorlar” olarak damgalamak 1980’den sonra moda haline geldi. Özellikle de geçmişlerinde şu ya da bu sol çevreye bulaşmış olanlar içinden bazıları Senato’daki her konuşmasını mutlaka “Kartaca yıkılmalıdır!” sloganıyla noktalayan Romalı senatör Cato gibi her fırsatta “sola çakmayı” iş edindiler. Türkiye solunun 12 Eylül karşısında sergilediği pejmürdelikle o güne dek iyi-kötü “sosyalist” olarak görülen rejimlerin 1989 sonrasında utanç verici biçimlerde çöküşü cesaretlendirip besledi bu pervasızlığı.
Fakat hepsinin gerisinde o yıllarda “tarihin sonunu” ilân edecek kadar kendinden geçen neoliberalizmin estirdiği ideolojik rüzgârlar vardı. Neoliberal hegemonyanın inşa sürecinde piyasaya sürülüp kulakları sağır edercesine pazarlanan tez ve görüşler –herkesin meşrebine uygun biçimlere bürünerek– bilinçleri teslim aldı.
Dünya burjuvazisinin neoliberalizmin önünü açmak için o yıllarda ileri sürdüğü bütün tez ve argümanlara karşı çıkan sosyalistler ise yukarıda andığım “dogmatizm” ve “tutuculuk” suçlamalarına hedef oldular. Neoliberalizm “Kendi kendini düzenleyen serbest piyasayı” kutsama ayinleri düzenliyordu, sosyalistler bunun gerçekte kapitalist azami kâr hırsının maskesi olduğuna dikkat çekip eleştirdikleri için taşa tutuldular. “Devletin ekonomiden elini çekip küçültülmesi” demagojisinin aslında kapitalist sömürü ve yağmanın önündeki bütün engelleri kaldırmanın yanında burjuva devlet terörünün daha yoğun ve çıplak bir hal alması anlamına geldiği uyarısında bulundukları zaman “devlet sevicilikle” suçlandılar. “Küreselleşme” çığırtkanlığının gerçekte sermayenin dolaşım hızı yanında artı-değer sömürüsünü dünya çapında yaygınlaştırıp derinleştirmeyi gizlediğini anlatmaya çalıştıkça “değişimi kavrayamayan ulusal dar görüşlülükle” itham edildiler.
Ancak en şiddetli top atışlarına herhalde “özelleştirme” politikalarına karşı çıktıkları zaman tutuldular. Sosyalistler bu girişimin birikmiş toplumsal artı emeğin tekellere peşkeş çekilmesi anlamına gelmekle kalmayıp sağlık, eğitim, su, kent hizmetleri başta olmak üzere temel ihtiyaç maddeleri ve hizmetlerini yoksullar için ulaşılamaz hale getireceğini anlatmaya çalıştıkça işitmedikleri hakaret kalmadı. “Siz hâlâ iflâs etmiş kamucu politikaları mı savunuyorsunuz” sorusu eşliğinde ne “dinazorluk”ları kaldı ne “değişime direnen dogmatik tutuculuk”ları...
Gel zaman git zaman şimdi devir değişti. Bir yanıyla bir umut ve beklentinin fakat bir yanıyla da uyuşturucu bir kendiliğindenciliğin ve konformizmin ifadesi olarak “Hiçbir şey eskisi gibi kalmayacak” şeklinde muğlak gibi bir sloganın herkesin diline yapıştığı günler yaşıyoruz. Nelerin, hangi yönde, ne kadar değişeceğini tamamen temel toplumsal sınıf ve güçler arasındaki mücadelenin önümüzdeki günlerdeki seyri belirleyecek.
Fakat bazı taşların yerinden oynayıp değiştiğini şimdiden söyleyebiliriz. Bunların başında da neoliberalizmin yükseliş sürecinde bilinçlere kazınan “doğru”ların sorgulanması geliyor sanırım. Bu bir yönüyle de sosyalistlerin haklılığının tescili. Sağlık ve eğitim başta olmak üzere toplumun temel ihtiyaçlarının metalaştırılarak kâr aracı haline getirilmesinin gerçekte ne anlama geldiğini insanlık korona günlerinde yaşayarak gördü.
Özelleştirme yoluyla göçertilen sağlık sitemi istisnasız her ülkede yerlerde sürünüyor. New Yorklu bir doktorun sözleriyle “ABD’nin en büyük kentinde bile hastaneler herhangi bir üçüncü dünya hastanesinden farksız.” Çoğu kez kapitalizm güzellemesi halini alan bilimsel-teknolojik devrim, nano teknoloji, yapay zeka ve robot teknolojisi, Sanayi 4.0 çığırtkanlıklarına karşın en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile hâlâ maske ve koruyucu malzeme sıkıntısı çekiliyor. Böyle bir pandeminin bir gün mutlaka yaşanacağına dair yıllar öncesinden yapılan uyarılara rağmen Chomsky’nin dediği gibi “ilaç tekelleri aşı ve ilaç yerine daha kârlı gördükleri vücut kremleri ürettiler.”
Kısacası sağlık sistemlerinin sergilediği iflas o kadar bariz bir hal aldı ki, kapitalizmin kitle tabanını oluşturan orta sınıflar içinde dahi sağlığın devletleştirilmesi, en azından parasız hale getirilmesi savunuluyor. ABD’de partisinin başkan adaylığı yarışından çekilip Joe Biden gibi Trump’ın Demokrat Partili versiyonu bir moronun arkasında mevzilenen Sanders bile bu talebin sözcülüğüne soyundu.
Sosyalistlerin uyarılarını bir zamanlar küçümsemeyle karşılayan en ateşli özelleştirme yandaşlarının bile bugün sağlık hizmetlerinin en azından parasız hale getirilmesi talebini savunur hale geldiklerini görünce Karadenizlinin mezar taşına yazdırdığı sitem geliyor insanın aklına: “Hastayum dedum dedum, inanmadunuz. Ha şimdi n’oldi?..”