Devlet kapasitesi mi dediniz?

Salgınla mücadeledeki göreli başarı ne otoriter-liberal devlet ne de devlet kapasitesi kavramı ile anlaşılamaz. Göreli başarının arkasındaki sır, bazı devletlerin sosyalist ya da sosyal devlet bakiyelerini az da olsa koruyor olmalarındadır.

Google Haberlere Abone ol

Mahmut Üstün

“Korona virüsü salgınıyla mücadelede otoriterleşmeye övgüler düzmek sadece Pekin’in hatasını affetmek anlamına gelmez. Aynı zamanda korona virüsü krizini demokrasi için daha tehlikeli hale getirir: Eğer insanlar hastalıkla mücadele etmenin tek yolunun yetkilerini bir diktatöre devretmek olduğuna inanırlarsa, o zaman tam olarak bunu yapacakları ihtimali de doğar.

“Duck of Minerva isimli uluslararası ilişkiler blogunda Fenner, “Şimdiye kadar en iyi sonuçlar siyasi rejim tipinden bağımsız olarak kapasitesi yüksek devletlerden geldi” diye yazdı. “Pek çok yüksek kapasiteli Asya devleti aynı zamanda SARS ve H1N1 ile yakın zamanda deneyim kazanmış olmalarının faydasını gördü; bu türden bir krize uygun devlet kapasiteleri geliştirme olanakları oldu.” Zack Beauchamp

OTORİTER DEVLET Mİ LİBERAL DEMOKRASİ Mİ DAHA BAŞARILI OLDU?

Beauchamp’ın “Oteriterleşme mi yoksa daha fazla demokrasi mi?” başlıklı makalesinden yukarıda alıntıladığımız bölüm, bu makalemizde tartışacağımız argümanların güzel bir özeti niteliğinde. Elbette Beauchamp bu görüşlerinde yalnız değil; tersine pek çok tartışmacının benzer argümanlarla aynı fikri ileri sürdüğünü görüyoruz.

Tartışmacıların pek çoğu önce salgına karşı mücadeledeki başarı performansının otoriter devletler ve liberal demokrasiler ikileminde ele almışılardı. Bu yazarları ortaklaştıran kaygı pandemiye karşı Çin'in gösterdiği görece başarılı mücadelenin pandemi sonrası otoriter-popülist rejimleri meşrulaştıran ve güçlendiren sonuçlar doğuracağıydı. Hele de  ABD ve AB demokrasilerinin aynı konuda sergilediği kötü performans apaçık ortadayken…

Aynı zamanda -ve çok daha önemlisi- başarı tartışmasını otoriter devlet ve liberal demokrasi ikilemi içine sıkıştırılması çok önemli bir öğenin karartılmasına, hatta bu öğenin otoriter devletlerle özdeşleştirilmesi ile gözden düşürülmesine hizmet ediyordu. Bir nevi teorik hokkabazlıkla gözden saklanmaya ya da düşürülmeye çalışan ise kamusal çıkar eksenli hizmet-devletten başka bir şey değildi. Yine aynı ortak tutumla liberal demokrasiye her şeye rağmen sahip çıkılması çağrısı ile tamamlanmaktaydı bu metinler.

YENİ ARGÜMAN DEVLET KAPASİTESİ

Fakat bu analizin gerçek olgularla bağlantısı o derece zayıftı ki, kısa sürede önemlerini yitirdiler. Yerlerini pandemiyle mücadelede başarı ile devlet kapasitesi arasında doğrusal bir ilişki kuran analizlere terk ettiler. Bu analizlerin hızlı irtifa kaybının ardında oldukça dayanıksız tezlere dayanmaları kadar, Beauchamp’ın serzeniş içinde dillendiği gibi maksatlarının aksine otoriter devlet övgüsü gibi algılanmaya çok müsait olmaları da vardı.

Bu iki nedenle ve büyük bir el çabukluğuyla otoriter devlet mi liberal demokrasiler mi daha başarılı tartışması yerini başarı kıstası olarak “devlet kapasitesi” kavramına bıraktı. Böylece liberal demokrasilerin de pekâlâ otoriter devletler kadar başaralı olabileceği “gösterilerek”, maazallah otoriter devletlere sempati duyma olasılığımız da berhava edilmiş oldu. Tabİi ki işin esasında yöntemsel bakımdan sonuç hiç değişmedi; yalnızca aynı içerik ayrı zarf içine konulmuş oldu.

BAŞARININ GİZLENEN SIRRI...

Gerçekten de başarının -ki ne kadar başarı olduğu epey tartışmalı- otoriterlik ya da liberal demokrasiyle çok zayıf ve dolayımlı bir bağı vardı. Bu ikilemeden kalkarak olayı anlamak olanaksızdı. Ama gelin görün ki gerçekte yaşananların devlet kapasitesi kavramı ile de bağı aynı derecede dolayımlıdır.  Tek tek örnekler bize -bu konudaki refleks farkının otoriter devlet- liberal demokrasi ikilemiyle de devlet kapasitesiyle de doğrudan bağlantılı olmadığını, buralardan kalkarak açıklanamayacağını yeteri açıklıkta gösteriyor aslında…

Refleks farkını belirleyen birisi tali diğeri asli iki faktör olduğunu görüyoruz. Tali olan faktör Singapur, Güney Kore, Tayvan örneklerinde olduğu gibi yakın zamanda böylesi bir salgını yaşamış ve bundan dolayı da personel ve ekipman olarak bu salgına fiilen daha hazırlıklı girmiş olmaktı. Ana faktör ise, neoliberalizmin vazettiği devlet anlayışına olan göreceli mesafeydi… Yani sosyalizmden peydah devlet kapitalizmi niteliği ya da geçmiş sosyal devlet deneyiminden baki kalan bazı kurum ve alışkanların varlığı, bu alandaki göreceli başarının esas nedeniydi. Yani sermayenin dizginsiz egemenliği koşullarındaki devlet ile az ya da çok, otoriter ya da demokratik, kamusal olanın gözetildiği devlet arasındaki farktı başarıyı belirleyen. Çin ve Almanya’nın göreli başarısını bu faktör olmaksızın anlamak olanaksızdır. Bu arada salgınla mücadelede başarılı bulunan Singapur, Güney Kore ve Tayvan’ın da Harvey’in  ifadesiyle “asgari düzeyde neoliberal” ülkeler kategorisine girdiğini de hatırlatmak gerek. Tabii adından ısrarla söz edilmeyen Küba herhalde hem kendi ülkesini virüsten korumak hem de dünyadaki salgına karşı mücadeleye aktif destek bakımından diğer örneklerle kıyas kabul edilmez bir başarı tablosuna sahiptir. Chomsky’nin güzel ifadesiyle bu virüs krizinin en büyük ironisi herhalde Küba’nın tüm dünyaya salgıla mücadelede için koskoca bir sağlık kadrosunu sefer etmiş olmasıdır.

Tam da bu anda aklımıza kaçınılmaz olarak şu soru takılmaktadır: Otoriterlik ve liberal demokrasi ikilemi yalnızca gerçekleri açıklamakta analitik bakımdan hayli yetersiz kaldığı için değil, acaba aynı zamanda bugünkü egemen devlet anlayışından farklı ve daha başarılı kamusal bir devlet seçeneği olabileceği fikrine açık kapı bıraktığı için mi yerini hızla “devlet kapasitesi” argümanına bırakmıştır? Bu kadar spekülasyona hakkımız olduğunu düşünüyorum…

DEVLET KAPASİTESİ KAVRAMI PARLAKLIĞIYLA KARARTIYOR...?

Tartışmalarda otoriter devlet ve liberal demokrasi ikileminin yerini devlet kapasitesi kavramının almasının en önemli etkisi liberal demokrasinin üstünlüğünü sergileyemese de, hiç olmazsa bizleri liberal demokrasi lehine rahatlatmak oldu… Bu kavramın devreye sokulması sayesinde bütün küreyi ve yerel toplumsal yaşamları kuşatan ciddi bir yaşamsal krizi atlatmak için otoriter bir devlete ihtiyacımız olmadığını ve fakat liberal demokrasilerde devlet kapasitesi yüksek devletlere ihtiyacımız olduğunu öğrendik.

Devlet kapasitesi kavramı gerçekten çok ışıltılı; çok parlak; her parlak şey gibi kendisi dışındaki her şeyi karanlıkta bırakarak yalnızca kendisine odaklanmamızı sağlıyor. Oysa bu arada ne oluyorsa işte o karanlık alanda vuku buluyor.

HANGİ DEVLET KAPASİTESİ?

Devlet kapasitesi kabaca bilgi, deneyim, kadro, kurumsal yapı ve ekipman olarak bir devletin refleks kabiliyetini, muktedirlik düzeyini tanımlayan bir kavram. Bu kriterler üzerinden bakıldığında salgın konusunda en kötü sınavları veren ABD ve İngiltere’nin sorunu devlet kapasitelerinin zayıflığı mıdır? Salgının önlenmesi açısından zayıf bir devlet kapasitesi gösteren bu ülkeler ekonominin zarar görmemesi, özellikle de sermaye kesimini destekleyecek önlemler alınması konusunda takdire şayan bir devlet kapasitesi sergileyebilmişlerdir? Güçlü bir sağlık sektörüne, sağlıkçı kadrosuna ve ekipmanına sahip ABD’nin salgın alanındaki başarısız performansı muhakkak ki bir kapasite yoksunluğu ile ilgilidir. Bu kapasite yoksunluğunun kamusal sorumluluk ve hizmetler alanında, bu somut olayda ise kamusal sağlık hizmeti alanında olduğu ise apaçıktır.

Sosyalizmin ve onun bir türevi saymakla yanlışlık yapmayacağımı düşündüğüm sosyal devletin tasfiyesi ile kendi cephesinden hiç kuşkusuz büyük bir zafer kazanan kapitalizm, bu zaferin verdiği cesaretle artık özünü hiçbir çekincesi olmadan ortaya koymaya başladı. Bu öz ise neoliberalizm denilenden başka bir şey değildi. Bu tarihten sonra kapitalizm devlet kapasitesini bir yönüyle zirveye taşırken sosyalizmin rekabeti nedeniyle üstünde taşımak zorunda hissettiği sosyal-kamusal görevler alanındaki kapasitesini de tasfiyeye yöneldi ve kamusal hizmetlere yönelik ayrılan kaynakları da sermaye sınıfına ve kâr hırsına emanet etti.

SEBEP NE ÇİN NE DE HAZIRLIKSIZ YAKALANMAK...

Şimdilerde ABD ve İngiltere başta kapitalizmin köklü ve güçlü devletleri kendi başarısızlıklarının faturasını el birliğiyle Çin’e ve hatta DSÖ’ye fatura etme telaşındalar. DSÖ’yü Çin’in suyundan gitmekle ve Çin’i de salgını saklamak ve dünyayı yanlış bilgilendirmekle suçluyorlar. Oysa gerçek veriler bu iddiaları doğrular nitelikte değil, Chomsky, Çin’in Aralık 2019'da yani daha henüz salgının başlarında Çin’de belirtileri zatürreye benzeyen ama daha önce bilinmeyen bir virüs nedeniyle yaşanan ön salgın bilgilerini DSÖ’ye rapor ettiğini ve bu raporun hâlâ DSÖ sitesinde mevcut olduğu bilgisini veriyor. Davis ise şöyle yazıyor: “Çinli tıp bilimcileri çok önemli bilgileri dünya tıp camiasıyla paylaşmakta olağanüstü başarı sergilediler. Hiç durmadan yolladıkları haberler ve paylaştıkları istatistikler her yerdeki doktorlar ve araştırmacılar için bilgi temeli haline geldi. Ulusal Sağlık Enstitüleri Covid sitesini tıklayıp oradaki göz alıcı literatürü bizzat inceleyebilirsiniz.”

Demek ki pandemiye hiç de hazırlıksız yakalanılmadı. Aksine pandemi bağıra bağıra geldi. Peki neden yaşandı bu gaflet sayılacak gecikmeler? Bunun ilk nedenini bize Harvey şu şekilde açıklıyor: “İlaç sanayisinin dev şirketleri bulaşıcı hastalıklarlardan beri iyi bilinen tüm korona virüsleri için kazanç getirmeyen araştırmalara ya hiç ilgi göstermiyor ya da nadiren yatırım yapıyor. Daha çok tedavi etmeyi seviyor. Ne kadar hastaysak ilaç sanayisi o kadar çok kazanır. Koruyucu sağlık hizmetleri hisse senedi değerlerine katkıda bulunmuyor.” Diğer önemli neden hakkında ise şunu söyleyebiliriz. Kapitalist ekonominin küresel bir krize girdiği, rekabetin alabildiğine kızıştığı bir dönemde kapitalist devletler kaynaklarını pandemiye harcamamak için direndiler. Bu direnişte sermayenin baskı ve istekleri de çok belirleyici oldu tabii. Pandemi kapitalist devletlerce sosyal Darwinist ya da kötü Malthuscu bir yaklaşımla fazlalık görülen nüfustan kurtulmak için bir fırsat olarak da değerlendirilmiş olabilir. Nitekim İngiltere en başlarda hiç çekinimsiz biçimde “ölen ölür kalan sağlar bizimdir” mantığının ürünü ve adına manidar biçimde “sürü bağışıklığı” denilen bir yöntemi uygulamaya koydu. Pek çok ülke ve bu arada Türkiye’de de sürü bağışıklığı uygulaması siyasal çekincelerle üstü örtülü biçimde halen de uygulanıyor.

KAMULAŞTIRMALAR NEYİ GÖSTERİYOR?

Ama işin boyutlarının sanılandan çok öteye ulaşmakta olduğunun fark edildiği andan itibaren devletler daha etkili tedbirlere yöneldi. Bazı ülkeler hastaneleri devletleştirdi. Bunu yapmayanlar ise giderek daha da artan kaynakları salgınla mücadeleye ayırmak zorunda kaldı. Fakat buradan kalkarak sosyal devlete dönüş beklentileri kurmak doğru değil; Badiou’nun dediği gibi kapitalist devlet, temel varlık nedeni sistemi idame ettirmek ve yeniden üretmek olan bir kurumdur. Eğer sistemik bir sorun varsa doğası gereği sistemi korumak için devletleştirmelere ve hatta sermaye el koymalarına başvurur. Bu kadarını sosyal devlete yönelimle değil kapitalist devletin doğasıyla anlamak ve açıklamak daha doğru bir yaklaşımdır. Ne var ki özel sermayenin elindeki hastanelerin kamulaştırması örnekleri salgınla mücadele konusunda neyin zayıflık ve neyin üstünlük sağladığına dair ironik örnekler olarak hatırlanacağı da kesindir.

SONUÇ...

Dolayısıyla işin esası bakımından devlet kapasitesi kavramının bir açıklayıcı değeri yoktur. Sürecin bizi gösterdiği en temel olgu bütünüyle sermaye çıkarlarına göre şekillenmiş bir devlet yapısı-sağlık sistemi ile halk sağlığı hizmetleri arasındaki tezatlıktır. Salgınla mücadeledeki göreli başarı ne otoriter-liberal devlet ne de devlet kapasitesi kavramı ile anlaşılamaz. Göreli başarının arkasındaki sır, bazı devletlerin sosyalist ya da sosyal devlet bakiyelerini az da olsa koruyor olmalarındadır.

Pek parlak devlet kapasitesi argümanının parlaklığı ile gözlerimizi kamaştırırken gözlerden sakladığı, karanlıklaştırdığı gerçek de budur.

Referanslar:

Zack Beauchamp; “Otoriterleşme mi yoksa daha fazla demokrasi mi?”

David Harvey; “Corona günlerinde anti kapitalist siyaset”

Noam Chomsky; “Koronavirüsün iyi yanı, belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi olacak”

Mike Davis; “Wuhandan alınacak dersler”

Alain Badiou; “Salgın durumuna dair”