‘Görünmeyen düşmana’ karşı güçlü bir sosyal devlet gerekiyor
Bugünkü krizin yönetimi ve çeşitli ülkelerde yarattığı tahribatlara bakılırsa, en büyük ekonomik zarar ve insan kaybının sosyal devletin zayıf olduğu ABD ve İngiltere’de olduğu bariz şekilde görülüyor. Bu ülkelerde en büyük darbeyi en zayıflar olan yoksullar ve yaşlılar yedi. Bunun da temel sebebi sağlık politikalarının bu ülkelerde özelleştirme yoluyla zayıflaması.
İhsan Kurt*
Tarih boyunca yaşanan bütün siyasal, ekonomik ve sağlık krizlerinde olduğu gibi Covid-19 pandemisi de beraberinde önemli değişimler getirecek ve yaşam ve yaşam tarzımızı etkileyecek. Dünya ekonomisine yön veren, 1980’li yılların liberalizmi 1973-1979 yıllarında yaşanan dünya petrol krizinin bir sonucu olarak gelişti. Bu krizden yararlanan neoliberaller, Keynesien iktisatçı yaklaşımının dünya ekonomisini düzeltmede yetersiz kaldığını savunuyorlardı. Krizden yaralanan ve başını İngiltere ile ABD’nin çektiği devletler, Anglo-sakson ülkeler başta olmak üzere, liberal politikaları hayata geçirdiler. Yani devleti küçültmek, özelleştirmek ve serbest piyasayı güçlendirmek.
Bu keskin siyasi dönüşümün sonuçları iktisadi ve sosyal yaşamı önemli ölçüde etkiledi. Petrol krizi her ne kadar neoliberallere yaradıysa da dünyanın çalışanları, dar gelirlileri, yoksulları ve orta sınıf bedellerini ağır ödedi. Bu bedeller daha çok, kamu hizmetleri ve özellikle de sağlık, eğitim ve sosyal politikalarda kendini gösterdi. Bu yüzden de, birçok dünya liderinin ‘görünmeyen düşman’ ilan ettikleri Covid-19’la mücadalede, demokratik, sosyal kamu politikalarıyla donanmış güçlü bir sosyal devlet gerekiyor.
Hatırlatmak gerekirse, Margaret Thatcher, Muhafazakar Parti’den 1979 yılında İngiltere’de iktidara gelir gelmez, ilk etapta geniş bir serbest piyasa ekonomisinin temellerini attı. Ardından özelleştirme ve son aşamada da devletin elini ekonomiden çektirdi. Serbest piyasayla, devletin etki ve yetkisini özellikle kamu hizmetleri sektöründe kısıtladı. Daha sonra, özel sermaye, şirketler kamu alanına girerek devletin tekelini kırdırdılar. Sağlıktan eğitime, ulaşıma ve hatta cezaevlerine kadar özel şirketler el attı. En son aşamada da başta çalışma yaşamı olmak üzere yapısal reformlar aracılığıyla devletin iş alanı, çalışanların hakları alanındaki etkisi kırıldı. Sendikal haklar ve çalışanların örgütlenme hakkına vurulmuş büyük bir darbe de vuruldu böylece.
İngiltere’de bunlar yaşanırken, bir yıl sonra ABD’de Ronald Reagan iktidara geldi. Thatcher’in bir takipçisi olarak yönetime gelen Reagan’ın ekonomi politikaları bütün dünyayı etkisi altına aldı. Muhafazakar bir cumhuriyeçi olarak Reagan, devleti özellikle kamu hizmetleri alanında olabildiğince küçülttü, vergileri düşürdü. Hatta ‘sosyalist’ François Mitterand’ın sosyal devletin sembolü Fransa’sı dahi bu sağcı dalganın etkisine girdi. O yılların Turgut Özal Türkiye’si de kamu alanındaki en büyük özelleştirmeleri yaşadı.
Bu siyasi ve iktisadi politikların kötü sonuçları kısa sürede görüldü. Kamu alanında alt yapı çöktü, çalışanların maaşları, özlük ve sosyal hakları kıstılandı. Tarihe Thatcherizm olarak geçen bu dönemin en önemli özelliği özel mülkiyetin astronomik şekilde gelişmesi, alım gücünün düşmesi ve sendikal hareketin etkisiz kılınmasıydı. Devletin ekonomiden elini tamamen çekmesinin başka ağır sonuçları da oldu: Aile ekonomisinin zayıflaması, borçlanma ve yoksulluğun artışı ve toplumsal sınıflar arasındaki uçurumun derinleşmesi.
Bu neoliberal politikaların doğuşu Berlin Duvarı'nın yıkılması, Doğu Bloku korkusunun kalkması ve küreselleşmenin de başlangıç dönemlerine denk geldi. Devletin rolünün mahalle bekçisine dönüştürüldüğü, Keynesyenci iktisadi politikanın revize edilmesi 2008 yılındaki dünya ekonomi krizine dek sürdü. Bu yeni kriz dalgası devletleri silkeledi ve bu kez yeniden geriye dönüşün ekonomi reçeteleri üzerinde düşünmeye itti. Batan şirketler, çalışanlar, yoksullar, orta sınıf, her kesim devleti imdada çağırdı adeta. Sadece krizle mücadele için değil, sosyal adaletsizlik, yokulluğun önlenmesi için de kamu politikalarının özellikle de sosyal hizmetlerin devletin tekelinde olması gertektiği fikri yeniden ağır bastı.
Gezegenimiz aralık 2019 yılında Çin’nin Wuhan kentinde burnunu gösteren ‘görünmeyen korkunç duman’a karşı savaş yürütüyor. Donald Trump’tan Emannuel Macron’a dek birçok devlet başkanı ülkelerinde ‘savaş hali’ ilanından söz etti. İsviçre gibi bağlantısız ve savaş yaşamamış bir ülke bile 2. Dünya Savaşı'ndan sonra tarihinde ilk kez orduyu göreve çağırdı. Sekiz bin İsviçreli asker hastaneler, diplomatik temsilcilikler ve hassas bölgelerde görev aldılar.
Akademik ve düşünsel alanda, aydınlar, felsefeciler, hatta sanatçılar post Covid-19 üzerinde tartışma başlattılar. ‘Koronadan sonra dünya nasıl olacak ?’ ‘Özel yaşam, üretim ilişkileri, iş dünyası, kültür sanat dünyası nasıl işleyecek ?’ Gayet yerinde olan bu tartışmalarla beraber şöyle bir gerçekle de karşı karşı karşıyayız. 20'nci yüzyılın başından beri yaşanan siyasi, ekonomik, sıhhi krizlerin tecrübeleri ülkelerin, sivil toplumların örgütlenmesi, dayanışma içerisinde olması ve bunun demokratik, sosyal devlet tarafından garanti altına alınması gerektiğini gösteriyor. Bugünkü krizin yönetimi ve çeşitli ülkelerde yarattığı tahribatlara bakılırsa, en büyük ekonomik zarar ve insan kaybının sosyal devletin zayıf olduğu ABD ve İngiltere’de olduğu bariz şekilde görülüyor. Bu ülkelerde en büyük darbeyi en zayıflar olan yoksullar ve yaşlılar yedi. Bunun da temel sebebi sağlık politikalarının bu ülkelerde özelleştirme yoluyla zayıflaması. ‘Paran kadar hızmet’ veya ‘Paran varsa hizmet var’ politikası toplumda adalet duygusu ve devlete olan güveni azaltıyor. En zayıf vatandaşına yardım eli uzatamayan devlet, güven kaybına uğrar. Eğitim ve sağlık hizmetleri zayıf bir toplumun bağışıklık sistemi de zayıftır.
Uzmanlara bakarsak Covid-19 bizi öyle kolayca terk etmeyecek. Bazı uzmanlar ikinci, üçüncü, ‘artçı’ dalgalardan sözediyorlar. Bu artçı dalgaların dünya ekonomisine ve özellikle de dar gelirlilere vurduğu darbe itibariyle, siyasal, sosyal etkilerinin olacağı kesin. Bu yüzden ülkelerin sosyal devleti güçlendirmeleri ve buna uygun kamu politikaları geliştirmeleri gerekmektir. Bu, toplumsal barış ve demokrasilerin geleceği açısından da adeta önleyici tedbir mahiyetindedir. Dikkatle gözlemlersek, bu krizin başından beri, her ülkede, her kesim yüzünü devlete döndürdü. Siyasi yönetim biçimi ne olursa olsun, Çin’den İran’a, Suudi Arabistan’dan Türkiye’ye, ABD, İngiltere, İtalya, Fransa, İspanya, Almanya, İsviçre’de, ekonomi, iş, sağlık, sosyal, kültürel ve sanat alanlarında, kısacası her kesim, devletin sihirli sopasını çıkarıp vatandaşlarını bu virüstan kurtarmasını bekliyor. Oysa biliyoruz ki devletin elinde koronayı bir vuruşta devirecek ne öyle bir sihirli bir sopa ne de iksir var. Fakat, devletlerin hizmetinde insan aklı ve tarihsel tecrübelerle beraber doğruluğu ispatlanmış siyasi tecrübeler var. Gerek bu virüsle mücadele etmek için, gerekse ülkelerin hatta dünya barışını tehlikeye sokabilecek artçı siyasal, sosyal dalgaları önlemek için, sosyal devleti güçlendirmek en önemli çözüm yolu olur. Sosyal devletin güçlendirilmesi ne sıradan bir önleyici tedbir mahiyetindedir ne de virüse karşı bir placebo etkisidir. Böylesi kriz durumlarında, devletin gücü demokratik, adil ve dayanışmacılığıyla öçülür. Bu anlamda devlet özellikle sosyal alanda ve sağlık alanında alanında rolünü güçlendirmeli. Örneğin herkesin eşit ve adil şekilde sağlık hizmelerinden yaralanması için devlet kontrolünde tek tip bir sağlık sigortası oluşturmak gerekir. Yoksulluğu önlemek ve alım gücünü koruyarak ekonomiyi işler kılmak için herkese kayıtsız şartsız bir asgari ücret sağlanabilinir. Bu iki kamu politikası ütopik olmadığı gibi tamamen sağ-sol ideolojilerin de üzerinde ortakça anlaşabileceği pragmatik bir önleyici tedbirdir.
*Göç ve kültürlerarası iletişim uzmanı