Osmanlı’dan Türkiye’ye devletin bekası ve çoğunluk aydını: Akçam’ın 'yeniden kuruluş miti'
Yeniden kuruluş hikayesi Ermenilerin sorunu değil, daha çok Türkiye toplumunun, hatta kendini soykırımdan mesafelendirmek isteyen daha küçük bir kesimin meselesidir. Bu tartışmanın en önemli meselesi olan yüzleşme, Akçam’ın yazısında ve röportajında, Ermenileri belki hiç de ilgilendirmeyen yeniden kuruluş hikayesinin gölgesinde kalmaktadır. Oysa yüzleşme, Ermeniler için hayati bir meseledir; zira adaletin tesisini ve Ermenilerin öldürülmekten korkmadan, özgürce yaşayabilmelerini sağlama ihtimalini barındıran tek seçenek budur.
İmran Gürtaş
Osmanlı modernleşmesini çalışan araştırmacıların büyük bir kısmının üzerinde hem fikir olduğu iki önemli husus vardır. Birincisi, Osmanlı modernleşmesinin modernite ile kurmuş olduğu ilişkinin araçsallığıdır. Yani, Osmanlı modernleşirken temel ilgi nesnesi modernite değil, Osmanlı’nın ihtişamlı geçmişinden pek bir şey kalmamış olmasının verdiği zaruretti. Mevcut olanı batının "yenisi" ile görünmez kılıp esasen bildiği yöntemleri yeniden üretme arzusu, Osmanlı modernleşmesinin temel karakteristik özelliği olarak ön plana çıkmaktadır.
İkinci önemli husus da Osmanlı aydınları ile ilişkilidir. Osmanlı aydınlarının da modern dünya ve düşünce ile ilişkisi, Osmanlı Devleti'ninkine benzemekteydi. Devleti korumayı ve devamını sağlamayı varlık sebebi olarak gören Osmanlı aydınının temel meselesi, İmparatorluğu kurtarmanın çaresini bulmaktı. Çöküntünün sebebini sistemin kendisinde değil, sistemin kötü yönetilmesinde aramaktaydılar. Eski ile yeni arasında kurulan ilişkide "yeniye" biçtikleri rol bu yüzden tamamen araçsaldı. Şerif Mardin’e göre örnegin "Yeni Osmanlılar kendilerini, Osmanlının çöküş sürecini durdurmakla görevli reformcular olarak gördüler. Bu çöküşün sebeblerini yok edecek siyasȋ çareler bulmak için, Osmanlı gecmişinin araştırılmasına giriştiler (…). Fakat, geçmişle ilgilenme ile birlikte, onun tarafından kuşatılma da geldi; çünkü Yeni Osmanlılar, Osmanlı hayat tarzı ile ilişkilendirdikleri belirli değerleri sevdirme duyusuyla, üzerinde çalıştıkları şeyin ağına yakalandılar. Bu yüzden, onların tarihi yeniden inşaları nadiren bütünüyle doğrudur."[1]
Osmanlı’nın, Cumhuriyet rejimine transformasyonu nasıl ki Cumhuriyeti Osmanlı’dan koparamadıysa, bu biçim değişikliği aydın profilinde de genel hatları ile çok şey değiştirmedi. Cumhuriyet aydınının da entelektüel üretiminde, devleti sahiplenme ve koruma refleksi entelektüel faaliyetinin hep önünde durdu.
Cumhuriyet aydınının da tarih irdeleme ve söz söyleme eylemi, Mardin’in bahsettiği Osmanlı aydınından farklı değildir. Mardin’in cümlesini şu şekilde de kurabiliriz: Cumhuriyet aydınının entelektüel faaliyeti nadiren gerçek anlamda entelektüeldir. Çünkü bu aydın profilinde devlete sadakat, entellektüel bilgiye sadakatten daha güçlüdür. Türk aydınının bir milleti, devleti ve bunlara karşı içten içe bağlı olduğu derin bir sorumluluğu vardır. O bütün elitist uzaklığına rağmen halkını seven yerli ve milli bir aydındır ve bu yüzdendir ki onun milliyetçiliği olsa olsa "yurtseverlik" olabilir. Üstelik popülist milliyetçillik de onun elitist karakterine uymaz, halkını sevmesine rağmen nadiren de olsa soykırımı da konuşabilir. Kürt meselesinin çözümü örneğin ancak bireysel haklar etrafında çözülebilir. Türk aydının dünyasında entelektüellik yerlilik ve millilikle maluldur…
Türk aydının yerli ve milli karakteri kendini muhalefet olarak da sunar. Bu sayede de hem "yurtseverliğine" gizlediği milliyetçiliği daha az görünür olur hem de mağduriyetten payını alır. Böylelikle, hem iktidarın hem de muhalefetin nimetlerinden faydalanır. Muhalif, hatta mağdur da olsa, Pierre Bourdieu’nün kavramları ile konuşursak, Türk aydınının sosyal, kültürel, siyasal ve bazen de ekonomik kapitali onun sırtını yere getirmez, fikirlerinin tartışılmasını da neredeyse imkansız kılar.
Mağdur pozisyondayken bile hakimiyetin kurucu ve idareci dilini konuşur. Mağduriyet onun hayatında biyografik bir zenginliğe dönüşür. Muhalif düşüncesinde ve hatta mağduriyetinde bile devletinin bekasına olan sadakatten vazgeçmez.
Bu uzun girizgahın sebebi Taner Akçam’ın Gazete Duvar’da yayımlanan "Yeni bir kuruluş hikayesinin zorunluluğu üzerine" başlıklı yazısı ve yine bu yazı ile ilgili Erkam Tufan Aytav’a verdiği[2] görüntülü röportajına konu olan "büyük entelektüel buluşma" çağrısındaki "devleti yeni ile koruma"[3] tezinin mahiyetini tartışmak; bu "tezin" arka planını ve motivasyonunu anlamak ve Cumhuriyet aydınının entellektüel profiline damgasını vuran Kemalist mirası görünür kılmak içindir.
Akçam, yazısında Hrant Dink’in çaresizlik çözümü olarak icat ettiği 23,5 Nisan üzerine söylediklerinden yola çıkarak, zorunluluğunu hissettiği yeni bir kuruluş hikayesinin yazılması için "büyük entellektüel buluşma" çağrısı yapmaktadır. Sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi olarak soykırım üzerine inşa edilmiş Türkiye gibi bir ülkede yaşamakta olan, 23 ve 24 Nisan arasına sıkıştırılan varlığının dayanılmaz çilesi ve çaresizliğine dair bir dil geliştirerek, 24 Nisan’ı konuşulur kılmaya çalışan ve konuşurken de Türk milliyetçi refleksinin her daim can alabilecek bir potansiyele sahip milli hassasiyetlerini gözeterek, hayli dikkatlice ifadeler kullanmak zorunda kalan, buna rağmen ataları gibi katledilmekten kurtulamayan Dink’in sığınağı, daha doğrusu mekanı 23,5 Nisan, Akçam’ın yeni bir kuruluş çağrısı ile öncülüğüne soyunduğu üçüncü kuvay-ı milliye hareketinin boy vereceği yeni bir inkar mekanını oluşturmaktadır. Elbette ki bu türünün ilk buluşma çağrısı değil. Benzerlerini daha önce Öcalan, Erdoğan, Davutoğlu, hatta Türkeş ve Bahçeli’den bile duymuştuk.
Akçam’ın çağrısını ötekilerden ayıran iki önemli nokta var. Diğerleri çağrısının merkezine geçmişin zaferlerle dolu mirasını koyup muhataplarını Türk ve Kürtlerle veya Türk ve Müslümanlarla sınırlı tutarken, Akçam, çağırdıklarının sayısını -enternasyonalist/sosyalist geleneğinden olsa gerek- oldukça artırırken, çağrısının merkezine 23 ve 24 Nisan arasına denk düşen "buçuk günü" koymaktadır: biraz 23 Nisan Türk ulusal egemenlik bayramı ve biraz da 24 Nisan Ermeni soykırımını buluşturarak, önceki çağrıcılardan önemli oranda farklılaşmaktadır. Bu ‚buçuk günün’ en canalıcı tarafı ise herkese mağduriyet dağıtmaktaki "eşitliğidir": MHP’liler ve İslamcılar da Ermeni, Rum, Kürt, Alevi ve solcu mağdurlar yanında usulünce yerini almaktadırlar. Gerçekten hepimiz aynı acıyı mı çektik? Bu cömert mağduriyet paylaştırması kime rağmen, kimin için yapılmaktadır?
Bunun sonucunda esas mağduriyet, yani en az bir halkın toptan yok edilmesinin yarattığı felaket görünmez kılınmaktadır. "Yeni kuruluş hikayesinin" Nisan’ın her iki günü arasındaki buçuğa yerleştirilmesinin hem teorik hem de pratik olarak geçmişte dahi mümkün olabileceğini ileri süren Akçam, gençlik yıllarındaki sosyalist mücadele döneminde "zor" günler için sakladığı "sosyalist kuvay-ı milliyeci" refleksi ile, bu büyük hikayenin yazılamamasının sorumlularını da bulmuş oluyor: "Cumhuriyetimizin Lozan’da kazanmış olduğu toprak bütünlüğünü, insan hakları konusunda suç işlemiş (kariyerine zemin oluşturan Ermeni Soykırımı insanlığa karşı işlenmiş suçtan insan hakları suçuna indirgenmiş oluyor bu arada) bazı kişilerin yargılanması karşılığında, hem Ankara hem de İstanbul Hükümeti, İngiliz ve Fransızlardan talep etmiş, ancak onlar bunu istememiş, şayet onlar istemiş olsalarmış, bugün Almanya’ın kuruluş hikayesine dahil ettiği Nürnberg mahkemeleri gibi bir süreci kuruluş yıllarında gerçekleştirmiş olacakmışız ve bugün farklı şeyler konuşuyor olabilecekmişiz."
Elbette ki bu kategorik olarak reddedilebilecek bir tez değil ancak, Ermeni Soykırımı birkaç kişi tarafından işlenmediğini en iyi bilenlerden biri de Akçam’ın kendisidir. Türkiye Cumhuriyeti kurumsal ve ideolojik olarak, Osmanlı’nın ittihatçı geleneğinin bir devamıdır. Yeniden doğduğu söylenen Türk ulusu da, Osmanlı İmparatorluğu’nun eğemenliği altındaki diğer bir çok etnik gruptan biriydi ve yeniden doğabilmesi için bir ara ölmüş olması gerekiyordu. Akçam’ın mezarında rahatsız edildiğini düşündüğü ve ısrarla rahat bırakılmasını istediği Mustafa Kemal de İttihat ve Terakki’nin bir üyesi ve soykırımın kurumsallaşmasının merkezi figürüdür. Ankara’da Osmanlı devletine Cumhuriyet giysileri dikilirken Mustafa Kemal Ermeni Soykırımı’nda aktif görev alan bir yığın İttihatçıyı yargılanmaktan korumak için gizlemiş ve Cihan Harbi’nin galipleri ile anlaştıktan sonra, Cumhuriyet devletinde onları önemli görevlere getirmişti. Bu İttihatçıların Ankara hükümeti tarafında ciddi anlamda himaye edildiklerini bir çok yazar gibi Akçam’ın kendisi de yazmaktadır.
Dolaysıyla daha önce sık sık dile getirilen "Ermeni Soykırımı’nı Almanlar yaptırdı ya da bunu Almanlara fatura edip işin içinden çıkabiliriz" şark kurnazlığına, "biz kabul edecektik ama İngiliz ve Fransızlar" bırakmadı iddiası eklenerek, failsiz bir soykırımın a la turca kurgusu neredeyse tamamlanmış oluyor. Faili olamayan bir soykırımın acısını da pay etmek, soykırımın kendisini de anlamsızlaştırmak anlamına geliyor. Hakikat ve adalet ise bu kuruluş senaryosunda yer almıyor.
Bu bağlamda gözardı edilmemesi gereken diğer bir husus da Akçam’ın, 23 Nisan’ın Kemalist tarih anlatısında mitleştirilmiş sembolik anlamı ve özellikle de Mustafa Kemal şahsında kurduğu rölativist bir dilin öne çıkmasıdır. 23 Nisan’da bir ulus, yani Türk ulusu nasıl ve neye rağmen yeniden doğdu? Akçam’ın Mustafa Kemal’i ve 23 Nisan’ı yazısında soykırımdan uzaklaştırıp sadece günümüzün sorunları ile ilgili bir bağlamda tartışması, yıllarca Ermeni Soykırımı’nı çalışan bir akademisyen için oldukça izaha muhtaç bir durumdur. Cumhuriyet nostaljisi yapmadan olaya metodik bir titizlikle yaklaştığımızda Soykırımdaki failin Cumhuriyet ile birlikte kurumsallaştığını ve nesillerlararası bir iş bölümünde kendisini ifade ettiğini görmekteyiz. Soykırımlar sadece fiziki yok etmeyle açıklanabilecek süreçler değildir. Yüzleşilmediği taktirde kuşaklara yayılan bir iş bölümünü,
yani suç ortaklığını kapsar. İlk kuşak fiziksel olarak yok eder ve kendisini bu şiddet üzerine kurgular, ikinci kuşak soykırımın kültürel olanını icra ederek yok edilenin kültürel izlerinin de ortadan kaldırılması için çalışır, üçüncü kuşak ise artık hayatta kalanların yokluğunda inkar ve unutmayı
teyit eder. Cumhuriyet tarihi bunun dünyadaki tek örneğidir. Ermeni Soykırımı’nda bu süreçlerin hepsini görmekteyiz. Akçam’ın "kimsenin arkasına saklanmadan yeni olanı kurdular" dediği, bu kurucuların uyguladıkları soykırımcı şiddet üzerine inşa edilen Türk ulusunun sembollerinden söz
ederken kullanmış olduğu tarafsız ve nazik dil ayrıca izaha muhtaçtır.
Akçam’ın yazısında, Türk aydınının soru sorma ve sorduğuna cevap bulma eylemi ne yazık ki "İmparatorluğu nasıl kurtarırız?" sorusunda olduğu gibi "Cumhuriyeti/bu devleti bu soykırım derdinden nasıl kurtarırız" sorusunda da "meşveretten" öte bir şey ifade etmiyor. Bu bakımdan Osmanlı’dan Türkiye’ye sadece devlette değil Türk aydınında da değişmeyen bir devamlılık var. Bunun yanı sıra her gelecek inşası, neden hep Türklerin merkezde ve reji koltuğunda oturduğu bembeyaz bir üstünlük hali ile kendisini birlik ve beraberlikte ifade ediyor? Bunun başka bir formu ve yolu olamaz mı?
Sonuç olarak, öldürüldüğünden bu yana, Türk "dostları" tarafında ısrarla yerli ve millileştirilmeye tabi tutulan Hrant Dink, 23 Nisan’ın kendi ve kendi halkı üzerindeki etkisini 23,5 Nisan yazısıyla azaltmayı hedeflemiş veya arzulamış olabilir. Zaten Akçam da yazısında bunu bir çaresizlik ifadesi
olarak görmektedir. Ancak bu 24 Nisan’ın tarihsel anlam ve önemini azaltmadığı gibi, bu çaresizliğin üzerine 23 Nisan’daki Türk milli coşkusunun temel ritüleli olan "düşmandan kurtarma" ritüellerinin bir mahsulü olan yeni milli birlik ve beraberliği, siyasal rengi ne olursa olsun, gecekondu gibi inşa etmeyi de beraberinde getirmez. Hrant Dink’in 23,5 Nisan yazısı onun sahsında Ermenilerin soykırım sonrası bir toplumda hangi koşullar altında nasıl yaşadıklarının ipuçlarını vermesinin dışında başka bir anlam taşımamaktadır. Talin Suciyan’in deyimi ile "kendi evinde diaspora" olan ve egemenin inkarını habitüse dönüştürmek zorunda kalan Ermenilerin başvurdukları çok çeşitli hayatta kalma stratejilerinden sadece biridir. Yani Dink’in 23,5 Nisan yazısını fail toplumun ürettiği kurban nesillerinin de dahil olmak zorunda bırakıldıkları şiddetin de göstergesi olarak değerlendirmemiz gerekir.[4] Bu hayatta kalma stratejisinin birçok formunu ezilenlerin tarihinde sıkça görmekteyiz. Türkiye bu konuda çok geniş bir yelpazede zengin örneklerle doludur. Örneğin Alevilerde bu "en doğru Müslüman biziz" takiyesinde tercümesini bulurken, Kürtlerde de kısa süre öncesine kadar kendi kendini inkarda ifadesini bulmaktaydı.
Hrant Dink’in yazısını inkar çerçevesinden okuduğumuzda ortaya çıkan şiddet, O’nun söylediklerinden daha önemli olanın söyleyemedikleri olduğunu düşündürmelidir. Bu bakımdan Akçam’ın hikaye önerisi önemli bir açmazdadır. Bir Yahudi, Almanya’nın ulusal coşku ve sevincine katılmadığı gibi, soykırımı bilince çıkarmış bir Ermeni’nin de, 23 Nisan’ın Türklerde oluşturduğu milli eğemenlik coşkusuna katılmasını beklemek hegemonik bir dayatmanın ötesinde başka bir şey ifade etmez.
Kısacası yeniden kuruluş hikayesi Ermenilerin sorunu değil, daha çok Türkiye toplumunun, hatta kendini soykırımdan mesafelendirmek isteyen daha küçük bir kesimin meselesidir. Bu tartışmanın en önemli meselesi olan yüzleşme, Akçam’ın yazısında ve röportajında, Ermenileri belki hiç de ilgilendirmeyen yeniden kuruluş hikayesinin gölgesinde kalmaktadır. Oysa yüzleşme, Ermeniler için hayati bir meseledir; zira adaletin tesisini ve Ermenilerin öldürülmekten korkmadan, özgürce yaşayabilmelerini sağlama ihtimalini barındıran tek seçenek budur.
[1] Şerif Mardin (1996: 151), Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İletişim Yayınları, İstanbul.
[3] https://www.youtube.com/watch?v=j2Bb-w19jlY
[4] Talin Suciyan "evinde diaspora olmak" ve "inkar habitüsü"nü Modern Türkiye’de Ermeniler adlı çalışmasında etraflıca ele almaktadır. Modern Türkiye’de Ermeniler, Soykırımsonrası Toplum, Siyaset ve Tarih, Aras Yayıncılık 2018.