Hafızaya sığamayan hakikat: Dersim 38
Doğanın ritmine uygun bir biçimde ve kırsal dünyanın kodlarına göre yaşayan bir halk toplumsal, kültürel ve zihinsel evrenlerinden zorla kopartılmışlardı. Bu tarih her sene Dersim hafızasının tarihle, geçmişle diyaloğa girdiği, geçmiş ve geleceğin mütemadiyen imal edildiği ve yeniden yorumlandığı bir şimdiki zamandır aslında…
Mehtap Tosun*
Korona salgını geçmişte yaşanmış benzer kırılma anları üzerine düşünmeye, hatırlamaya vesile oluyor. Tarihte pandemiler dışında kalan kırılma anlarına, savaşlar, soykırımlar, etnik temizlikler ve sıralamayı devam ettiren, kronolojisi bile tutulamayacak sayıda ölümcül devlet şiddetleri eklenebilir. Bu anlamda Türkiye tarihi oldukça zengindir ve W.Benjamin’in “durmaksızın göğe doğru yığılan bir enkaz alanı”na benzemektedir. Ancak en baştan geçmişin kırılma noktalarını, pandemi ve diğerleri olarak ayırmamdaki en önemli etken, unutma ve hatırlama hallerimizdir. Çünkü “modern” toplumsal hafızamız genel olarak salgınları unutma eğilimindedir. Geçmişteki Covid-19 benzeri, kapsamlı, can kaybının yüksek olduğu salgınları ele alan birkaç istisnai roman, hatırat, film ve resim dışında çok fazla bir hatırlatma pratiği neredeyse yok gibidir. Bu gibi edebi-sanatsal pratikler dışında pandemilerin trajedisini kolektif hafızada tutacak anıtlar, müzeler, sergiler, anma günleri de yok. Peki bu ölümcül salgın trajedileri neden yaşanmamış gibi duruyor? Tam da bu noktada hafızanın seçiçiliği, yönetimi ya da araçsallaştırılması denilen durum devreye giriyor. Kolektif hafıza, salgın gibi devlet şiddetinin ve devlet aklının manipüle edemediği, siyasal mesaj üretiminde kullanamayacağı trajedileri unutmayı tercih ediyor. Devlet aklının ülkemizde manipüle edegeldiği, zorbalıklarını ve şiddetini hafızalardan silmeye, unutturmaya çalıştığı en vurucu olaylardan biri 1937-38 Dersim Katliamıdır. O yüzden her yıl 4 Mayıs’ta tekrar tekrar cevap aranır: 1938’de Dersim’de ne oldu ? Bu soruya Dersim’in hafızasını yüklenmiş kuşaklar kelimelerle tarif edemeyecekleri cevaplar verdiler, veriyorlar.
Dersim hafızasını emanet almış biri olarak, bana göre bu katliamda devlet aklını ve söylemini en pirüpak biçimde temsil eden kişilerden biri “Türk’ün kanatlı Amazon'u” olarak tarif edilen Sabiha Gökçen ve onun sözleriydi:
"Dersim’deki uçuşlarım daha heyecanlı olmuştur. Bir-iki defa pilot, fakat ekseriyetle rasıt olarak uçtum. Böyle vaziyetlerde insan harp heyacanını rasıt mevkiinden daha iyi duyuyor. İnsan evvala bombalarını atıyor, bunlar bittikten sonra canlı hedef görürse makineli tüfeğe müracaat ediyor. Dersim’de ilk bombardımanın heyecanını unutamam... Muhasama (çarpışma) meydanında canlı hedef üzerine bomba atmak insana hiç acımak hissi vermiyor. İnsan yalnız vazifesini görmek için aramayı, vurmayı düşünüyor..." (21 Ağustos 1937, Tan gazetesi)
Sabiha Gökçen’in bu dehşet saçan cümlelerini tekrar tekrar okumak anlamaya çalışmanın ne kadar zor birşey olabileceği hissi veriyor. H. Arendt’in şu sözü belki anlamaya bir fırsat tanır: “Düşünme yetisinden vazgeçmeleri kötülük işlemeleri için imkan yarattı”.
Devlet aklının ve kurucu liderlerinin en büyük yanılgısı 1937-38 Dersim’inde olanların sadece "devletin hafızası," yâni onun bıraktığı sözler, belgeler çerçevesinde tarihselleştirileceğini varsaymalarıydı. Dolayısıyla bu yaklaşım bir kolektif hafıza olabileceğini ve bunun aktarılabileceğini kabul etmiyordu. Dersim, bir yerleşim yerinin bütününe verilmiş bir isim olmasının ötesinde, bir kelimenin taşıyabileceği en ağır yükü taşır. Bu yük ayakta kalmayı başarmış bir kuşağın tarihle, geçmişle diyaloğa girdiği, aktardığı kolektif belleğin ta kendisidir ve kişisel tarihlerimizi oluşturur.
Geride bıraktığımız 2019 yılının son ayında vefat eden nenem (anneannem) 1938 Dersim belleğini bana emanet edip giden kişiydi. Ondan çalının arkasına saklanarak, gizlenerek kurtulma hikayesini her defasında farklı bir ayrıntıyla dinlemiştim. Nenem dışında, peşine düştüğüm diğer 1938 Dersim anlatılarında da fark ettim ki kadınlar şiddeti çok daha farklı boyutlarda yaşıyorlar ve imgelerle, seslerle, duygu evrenleriyle çok daha ayrıntılı hikayeleri var. Bu hikayeler tarif edilmesi güç korkunç eylemlerle sıralanıyordu: Kendilerini Munzur suyuna atan kadınlar, otlarla zehirleyenler, kucaktaki bebeğini Munzur’a atanlar, çocuklarından çeşitli nedenlerle vazgeçmek/kopmak zorunda kalanlar… Bu anlatıların bütünü kadınların şiddeti daha uzun süre yaşadıklarının ve erkeklerle paralel olmayan bir dizi deneyim ve hafıza ürettiğinin göstergesiydi. Ancak kadınlar bunca karanlıktan bir patika açtılar; hakikati ve adaleti dillendirerek Dersim belleğinin bugünlere ulaşmasında en büyük role sahip oldular.
En baştaki “1938’de Dersim’de ne oldu”sorusuna dönecek olursak, doğanın ritmine uygun bir biçimde ve kırsal dünyanın kodlarına göre yaşayan bir halk toplumsal, kültürel ve zihinsel evrenlerinden zorla kopartılmışlardı. Bu tarih her sene Dersim hafızasının tarihle, geçmişle diyaloğa girdiği, geçmiş ve geleceğin mütemadiyen imal edildiği ve yeniden yorumlandığı bir şimdiki zamandır aslında…
*Dr. Sosyolog