Kanayan Hıdrellez
Çamın neşesi yoktu sanki pek, biz de ağabeylerimizin yanına seğirttik. Gençler çarşıdaki büyük çınarın altında toplanmışlardı. Anlayamadığımız bir ağırlık vardı üzerilerinde, ağızlarını bıçak açmıyordu. Meraklı bekleyişimize son vermek isteyen içlerinden birinin ağzından -ağabeyim Ahmet mi, Yusuf ya da Mustafa ağabey mi hatırlamıyorum- birkaç kelime döküldü sonunda: "Çocuklar, bugün Deniz Gezmiş'le arkadaşları idam edildi... Hadi siz gidin başka yerde oynayın..."
Nabi Kımran
Papazlık'tı köyümüzün eski adı, yüzyıllarca Rumlarla Türkler, çeşitli milliyetlerden Müslümanlar birlikte yaşamışlardı köyde. Caminin az ötesindeki kilise binası 1965'e kadar ilkokul olarak değerlendirilmişti, sonra... Çocukluğumuzun Altınoluk'u sırtını Kaz Dağları'na dayamış, Edremit Körfezi'ni yamaçlardan seyreden güzel bir kıyı kasabasıydı; betonistana çevrilip yok edilmemişti henüz.
1970'lerin başında acıyı, sevinci birlikte yaşıyordu hala Altınoluk. Dayanışmanın, ortak sofraların, darda olana hep beraber omuz vermenin, çocukları mahalleye emanet etmenin yaşamın doğal değerleri olduğu yıllardı.
Hıdrellez bir şenlikti!
Tatlı bir telaş yayılırdı bütün evlerden. Köy halkının bir kısmı su deposunun yukarısındaki çamların orada, geri kalanlar çarşıya yakın tepenin üzerindeki, Seyfettin'in Çam diye anılan büyük çamın altında toplanırdı. Sonraları herkes büyük çamın altında toplanmaya başladı.
Köy öylesine sarp bir araziye kuruludur ki, nerede olursanız olun yamaçlardan denize akan zeytinlikleri, uzaktan oyuncakları andıran balıkçı teknelerinin arkalarında uzuuun izler bırakarak mavilikte ilerleyişini, Midilli adasına doğru yakamozlanan ışık selini görürdünüz. Başınızı yukarıya çevirdiğinizde ise bayırlardaki zeytinliklerin bittiği sınırda Kaz Dağları'nın koyu yeşil çam ormanları selamlardı sizi. Yazın öğle vakitlerinde, çocukların zorla uykuya yatırıldığı derin sessizlikte, ormanın belli belirsiz uğultusuna, denizde yol alan balıkçı motorlarının uzaktan uzağa yankılanan pat patları karışırdı.
Çamın üzerinde yükseldiği tepe tüm manzaraya hakim bir gemi güvertesi gibiydi, Hıdrellez'in mekanı orasıydı. Salıncaklar kurulur, çocukların, genç kızların neşeli çığlıkları yankılanırdı yamaçlarda. Uzaktan da olsa salıncağın altına sokulmaya çalışan delikanlılar koro halinde kovulur, arkalarından kahkahalar çınlardı. Börekler, çörekler, dolmalar, kısırlar (biz çiğ dolma der, mutlaka haşlanmış asma yaprağıyla yeriz), tazecik keçi peynirleri, "bizim bahçeden kııız" denerek neşeli bir gururla sofraya konan zeytinler, herkes Allah ne verdiyse getirir, kocaman ortak bir sofra kurulurdu çamın altına.
Biz çocuklar haşarılığın dozunu kaçırır kovalanırsak ya da sıkılır macera ararsak, Çam'dan kaçıp ağabeylerimizin yanına giderdik. Onların yanında "büyümüş gibi" oluyorduk sanki. O gün de öyle oldu. Çamın neşesi yoktu sanki pek, biz de ağabeylerimizin yanına seğirttik. Gençler çarşıdaki büyük çınarın altında toplanmışlardı. Anlayamadığımız bir ağırlık vardı üzerilerinde, ağızlarını bıçak açmıyordu. Meraklı bekleyişimize son vermek isteyen içlerinden birinin ağzından -ağabeyim Ahmet mi, Yusuf ya da Mustafa ağabey mi hatırlamıyorum- birkaç kelime döküldü sonunda: "Çocuklar, bugün Deniz Gezmiş'le arkadaşları idam edildi... Hadi siz gidin başka yerde oynayın..."
...
O gün bir kenara çekilip burnumu çeke çeke ağladım.
Ve bu kanayan Hıdrellez'i bir daha hiç unutmadım.
Bana öyle gelir ki, Hıdrellez'lerin eski tadı kalmadı o günden sonra. Aileler küçük gruplara bölünerek köyün doğusundaki Koca Çay'a, batısındaki Gücük Su'ya gitmeye başladılar. Çamın dibindeki ortak sofra eksildi yavaş yavaş, sonra kaybolup gitti...
Şimdilerde hatırlayanlar bile azalmıştır artık...
...
Televizyon yoktu o zamanlar. Ankaralarda falan varmış ama memlekete yayılmamıştı daha. İhtiyarlar sandık gibi radyolardan "ajans haberleri" dinlerdi. Çocuklar susturulur, neredeyse huşu içinde radyonun düğmesi açılırdı. "...Ankara'da Amerikalı askerler kaçırıldı...anarşistler İstanbul Maltepe'de bir evde...Mahir Çayan ve arkadaşları Cezaevinden firar...Deniz Gezmiş Şarkışla'da yakalandı..."
Biz çocuklara macera filmi gibi gelirdi bölük pörçük kulağımıza çalınanlar. Filmin eksik parçalarını kendimiz tamamlardık. "Denizde geziyomuş oğlum, batmıyomuş!" "Çayan kızılderiliymiş, en büyük savaşçı oymuş." Harpçilik oyunlarımızın kahramanları da onlardı. Bir grup Denizciler olur, rakip Çayancılarla savaşırdı, kimse polis olmazdı. Onlar bizim kahramanlarımızdı. Çocuk ruhu macerayı, aykırılığı, özgürlüğü sever. Akşam karanlığı çöktüğünde kolundan tutulup sürüklenerek eve götürülmeyi sevmez, isyankardır, sokakçıdır. Mahirler, Denizler de öyleydi işte, bütün memleket gün gün saat saat ajans haberlerinden onların maceralarını dinliyordu ve onlar bir türlü ele geçmiyor, yakalansalar da kaçıyorlardı! Abilerimiz hayranıydı onların, biz de öyle!
İbrahim'i duymamıştık henüz, sonradan öğrendik.
Önce Kızıldere'den geldi kötü haber...
Ama olsun, Deniz geziyordu hala dağda, bayırda, denizde.
Ve işte o Hıdrellez günü macera bitti.
Büyü bozuldu. Bir şeyler kırılıp döküldü, şangırtıyla saçıldı sanki boşluğa.
Denizler, gözyaşı olup akıp gitti çocuk yanaklarımızdan...
Belki de ilk kez o gün yemin ettik çocuk inancımızla onların yolundan yürümeye.