O parkanın içindeki ruh
Uzun sözün kısası o parkanın içinde sonradan ’68 Kuşağı olarak anılan bir kuşağı karakterize eden bir ‘ruh’ saklıdır. Bu ruhun eksenini dünyayı değiştirme iddiası oluşturur. Bu o kuşağın ortak devrimci rüyasıdır... Bugün ‘68’in devrimci önderlerini anarken, anılarına bağlılığımızı sadece düne dönük nostaljik anlatımlarla sınırlı tutamayız...
Deniz’in Şarkışla’da yakalandıktan sonra getirildiği Ankara Emniyeti’nde çekilen parkalı fotoğrafını bir kez gördükten sonra unutmak mümkün müdür?..
Çevresini sarmış bir güruhun ortasında kollarına sıkı sıkıya yapışmış iki polisin arasında ellerindeki kelepçeye aldırmayan bir özgüven ve kararlılık abidesi çarpar derhal gözünüze. Günlerin yorgunluğu ve uykusuzluğu birkaç günlük sakalla kaplı yüzünden okunur. Ama o heybetli duruş yok mu... Tarihe düşülen bir şerh, adeta bir manifesto özelliği kazandırır o unutulmaz fotoğrafa.
O gösterişli parkanın içindeki beden Deniz Gezmiş’in bedenidir elbette. Ama o parkanın içindeki ruh sadece Deniz’e ait değildir. Deniz’in yanı sıra sessiz ama derinden akan nehir misali Dede (Hüseyin İnan) de vardır o parkanın içinde, hayat dolu bir eylem adamı olarak Yusuf Aslan da... Biraz daha dikkatli bakarsanız o parkanın içine, kendilerine yapılan “Teslim ol” çağrılarına “Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik” kararlılığıyla tarihe not düşen Kızıldere ölümsüzlerini de görebilirsiniz, aylarca süren işkenceler sırasında dahi “Biz komünistler siyasi görüşlerimizi hiçbir koşulda saklamayız..” kararlılığıyla sorgucularına meydan okuyan Kaypakkaya’yı da...
Uzun sözün kısası o parkanın içinde sonradan ’68 Kuşağı olarak anılan bir kuşağı karakterize eden bir ‘ruh’ saklıdır.
Bu ruhun eksenini dünyayı değiştirme iddiası oluşturur. Bu o kuşağın ortak devrimci rüyasıdır. O kuşağı karakterize eden bütün temel çizgiler tümüyle bu rüyadan, daha doğrusu geleceğe dönük böyle tarihsel bir hedef ve amaç sahibi olmaktan kaynaklanır. “Büyük bir rüyanın ilhamı olmadan kimse devrimcilik yapamaz” sözünün cisimleşmiş ifadesidir zaten ‘68’in zirve noktasını oluşturan ’71 devrimciliği.
Hâlâ ‘efsaneler’ anlatılır o kuşak hakkında. Çoğu kez o günlere dair anılar çıkarılır naftalinli sandıklardan, insana emekli kahvelerini hatırlatan muhabbetler kaplar ortalığı. “O güzel insanlar o güzel atlarına binip gittiler” hayıflanmasına dönüşmediği sürece zararı yoktur bu tür nostaljik takılmaların da. Tarihin anlatımına renk katar. Fakat nostalji dün’de takılıp kalmaya, dün’ü sömüren rantiyeciliğe, farklı kuşakları ’68 kuşağıyla kıyaslayarak bugünkülere üstünlük taslamaya dönüşürse o zaman iş değişir.
En başta ’68’lilikle bağdaşmaz bu kompleksli tutumlar. ’68’in, daha doğrusu onun devamı olarak ’71 devrimciliğinin yüzü hep ileriye dönüktür çünkü. Gözleri daima ufuk çizgisindedir. Üstelik Türkiye solunda o zamana kadar hüküm süren sosyalizm, örgütlenme ve mücadele anlayışından devrimci yönde köklü bir kopuş temelinde şekillendiği halde dün’e takılıp kalmamıştır. Hatta onu bu irdeleme ve tartışmayı yeterince kapsamlı ve derinlemesine yapmadığı için eleştirmek gerekir belki de.
O nedenle, aradan 50 yıl geçtiği halde ‘68’i ve onun devrimci önderlerini anarken bugüne ve geleceğe dair ufuk açıcı tek bir cümle sahibi olmadan sürekli geçmişe dönük tartışmalar ve anı anlatıcılığı ile boy göstermek o parkanın içindeki o heybetli duruşun gerisinde yatan ruhtan eser kalmadığının kanıtı olsa gerektir.
’68 dünyada da Türkiye’de de büyük toplumsal-siyasal çalkantı ve arayışlar zemininde ortaya çıktı. Dünyada da Türkiye’de de geleneksel yapıların, kurum ve ilişkilerin tıkanıp eski işlevlerini yitirdiği yerlerine farklı alternatiflerin arandığı, bu anlamda kartların –tıpkı günümüzdeki gibi- yeniden karıldığı bir ‘arayış’ söz konusuydu.
Bu arayış dünyada prestiji o zamanlar hâlâ yüksek olan sosyalizmin cazibesinden de etkilenen ulusal kurtuluş savaşları ve sömürge devrimleri şeklinde dışa vururken; Türkiye’de de bağımlı kapitalizmin “ithal ikameci” birikim modeli temelinde yaptığı sıçramadan kaynaklanıyordu. Kapitalizmin kırları da içine alacak şekilde enine ve derinlemesine gelişimi sadece geleneksel sınıf yapılarını ve sınıflar arasındaki geleneksel ilişki biçimlerini sarsmakla kalmamış, kentlerde hızla palazlanan işçi sınıfı, kentli küçük burjuvazi ve aydınlar içinde olduğu kadar köylülük gibi tutucu kesimler içinde dahi o zamana kadarkinden farklı bir dünya özlemi ve arayışlarını harekete geçirmişti. ’68 ve onun içinden çıkan ’71 devrimciliği hem bu çalkantı ve arayışların sonucuydu hem de bir süre sonra ona devrimci bir yön ve muhteva kazandırıp öncülük etme iddiasına büründü.
Kısacası ’68 ve ‘68’le olan devamlılık ilişkisi içinde ’71 devrimciliği, kendiliğindenin iradi olana ihtiyacının büyümesiyle dönemin ruhunu yakalayarak iradeleşenin kendiliğindene müdahale çabalarının o tarihsel koşullara özgü biçimlenişiydi.
İnsanlık bugün 1960’lara benzeyen bir tarihsel kavşakta. Yalnız her şeyin aynı olduğu, dolayısıyla o günlerde devrimci bir rol oynamış olanı aynen taklit etmeye kalkmak şeklinde anlaşılmamalı bu benzerlik. Bu sadece dogmatik bir taklitçilik anlamına gelmekle kalmaz, köprülerin altından onca su aktığı gerçeğinin bile farkında olunmadığını gösterir. Bugünlerle ‘60’lar arasındaki benzerlik sadece hiçbir şeyin eskisi gibi kalamayacağı şiddette yeni bir tarihsel çalkantı sürecinden geçmekte olduğumuz gerçeğiyle tarihin seyrini etkileme arzusundaki farklı beklenti ve arayışların yaygınlığı ve yoğunluğundan ibarettir.
Konumuzla bağlantısını kurarak sanırım şöyle de tanımlayabiliriz bugün içinde bulunduğumuz tarihsel momenti: Tutsak düştüğü koşullarda dahi o parkanın içinde çevresini saran güruhta cisimleşen güce meydan okuyan o heybetli duruşun temelinde yatan ruha, irade sağlamlığına ve cürete fazlasıyla ihtiyaç olan günler yaşıyoruz.
Onun için bugün ‘68’in devrimci önderlerini anarken anılarına bağlılığımızı sadece düne dönük nostaljik anlatımlarla sınırlı tutamayız. Bu saygı ve bağlılık onlarda cisimleşmiş karakteristik özellikleri güne taşıma, daha doğrusu bugünün koşullarına uygun olarak hakkını verme çabası biçiminde göstermeli kendisini. En başta da bu çürümüş kapitalist düzeni yıkıp yerine “Gerçekçi ol, imkansızı iste” cüretkarlığını kuşanan yepyeni bir dünya kurma iddiası ve pratiği olarak somutlanmalı.