Tekinsiz mertebesiz
Trans kadınların daha az kadın olmadıkları! ifadesinin daha az bir irkilme yaratması kadın ve erkek kelimelerinin ezen-ezilen karşıtlığında gizli. Toplumsal cinsiyete eleştirel bir gözle bakan biri için kadın olarak kabul edilmeye yönelik bu istek bir tür ezilenler safında yer almayı göze alma cesaretinin de bir göstergesi.
Zafer Çeler* - [email protected]
TERF (Trans-Exclusionary Radical Feminism/Trans Bireyleri Dışlayan Radikal Feminizm) tartışmaları geçtiğimiz dönemde feminist ve LGBTI+ çevrelerde oldukça alevli geçti. Trans kadınların kadın sayılmamaları gerektiği üzerinden yükselen özcü bakışın demeye getirdiği trans kadınların feminist mücadele içinde yer alamayacağı çünkü kadınlık durumunu paylaşmadıkları yolundaydı. Tartışmalarda bazen meseleleri çıkış noktalarının efsane anlarına götürmek gerekiyor, o anlardan biri de Simone de Beauvoir’ın feminizmin mantrası diyebileceğimiz o ünlü cümlesi: “Kadın doğulmaz kadın olunur!”. Toplumsal cinsiyetin adı üstünde toplumsal bir kurgu olduğunu ifade ederken Beauvoir elbette olma fiilinin sonunda ulaşılanın etkin bir eylem yoluyla elde edilen bir mertebe değil, tam tersine toplumsal kurumlar yoluyla şekillenen bir oluş biçimi olduğunu söylüyordu. Bu oluşun üzerinde yükselen eşitsizliğin halen bu ülkede her yıl yüzlerce kadının canına mal olduğunu biliyoruz. Diğer tüm toplumsal cinsiyetler gibi eğer kadın olmak bir mertebe değilse tüm sınıfsal ve diğer toplumsal farklılıklara rağmen yaşanılan ortak deneyimler, acılar, baskılar ve dışlanmalar üzerinden bizleri birleştiren ve ortak bir mücadele alanı yaratmamızı sağlayacak bir toplumsal oluş biçimiyse bu mücadeleyi kategorik yaşanmışlık alanlarına bölmek ve bu bölünmeyi de tam da toplumsal cinsiyet rejiminin sınırları üzerinden tanımlamak feminizmin belirli damarlarının bilindik stratejisi. Bu stratejinin uzantılarını şu anda TERF’lerin bakış açısında görüyoruz.
Bu bakış açısının ikili bir cinsiyet tanımı üzerine kurulu bir toplumsal cinsiyet rejimini temel aldığı için gerici olarak değerlendirilmesi gerektiği yolundaki eleştiriler trans kadınların da kadın olduğunu savunuyor ve “beyan esastır” ilkesinden de destek alıyor. Bu eleştirileri toplumsal cinsiyet rejiminden muzdarip ve ona karşı mücadele içerisinde olan herkesin paylaştığından eminim. Bu tartışmaları izleyen dönemde “Trans kadınlar kadındır” ya da “Trans kadınlar daha az kadın değildir” ya da “Trans erkekler daha az erkek değildir” şeklinde ifadelerle bolca karşılaşmaya başladık.
Lakin TERF’lere yönelik bu eleştirileri paylaşırken, bazı şeylerin de gittikçe bulanıklaştığını fark etmeye başladım. Trans dışlayıcı feminizm transları toplumsal cinsiyet alanındaki mücadeleden dışlarken bu mücadele alanını sadece kadınlara açık bir alan olarak ifade ediyor. Burada savunulan iddia ise yukarıda da ifade edildiği gibi kadınlık deneyiminin sadece kadınlar tarafından yaşandığı ve bu noktada da sadece kadınlar tarafından ifade edilip bir mücadeleye tahvil edilebileceği. Bu iddianın tanımladığı kadınsa ikili toplumsal cinsiyet rejimi tarafından tanımlanmış kadın. Öyleyse elimizde toplumsal olarak üretildiğini iddia ettikleri bir cinsiyet alanına karşı yine onun sınırlarını takip ederek verilen bir mücadele var. Bu izlek bizi tanımlanmış oldukları varoluşun sınırlarını daha da yüksek tahkim etmek ve bu varoluşun altını daha kalın çizgilerle çizerek feminist mücadelenin tek öznesinin verili kadın tanımı olduğu noktasına getiriyor. Burada yine mertebe meselesine geri dönecek olursak, baskının ve eşitsizliğin içinde kıyıma uğrayan müşteki kendine bu kıyımdan bir mertebe üretiyor demektir. Çünkü bu düşünceye göre, kadınlık durumundan kaynaklanan biricik yaşantı pratikleri sadece verili toplumsal cinsiyetin kurguladığı kadınlar tarafından anlaşılabilir, çünkü bu kurgunun cenderesinden sadece onlar geçmiştir.
Bu noktada şöyle bir cümle: Eğer trans kadınlar TERF’lerin tanımladığı feminist mücadelenin sınırlarına ve dışlayıcılığına ve yaptıkları kadın tanımına karşı geliyorlarsa, sadece kendi varoluş biçimlerinin bu toplum içerisinde bir dağı göğüslemek anlamına geldiğini, sadece sokakta yürümelerinin bile bir meydan okuma olduğunu biliyorlar demektir ki buradan çıkacak kadın tanımı toplumsal cinsiyet rejiminin kadın tanımını da alaşağı eder.
Peki, “Trans kadınlar daha az kadın değildir” cümlesinde ifade edilen kadın hangi kadın? Trans kadınların daha azı olmadıklarını iddia ettikleri kadın nerede yaşıyor? Bu cümle eğer toplumsal alana doğru fırlatılmış bir tanınma talebiyse içinde belirli bir kadın tanımını barındırıyor demektir. Bu da açıkça toplum tarafından belirlenmiş bir kadın tanımının içine dahil olma isteğini imliyor. Peki onca karşı gelinen, sizi dışladığı için eleştirilen TERF’lerin sıkı sıkıya sahip çıktığı kadın tanımının için girme isteği mi bu? Yoksa kadın tanımının sınırlarını zorlayarak ve genişleterek yeni bir kadın tanımı yaratma mücadelesi mi?
Belki de bu soruların yanıtı yine benzer bir ifadede saklı, çünkü bizi daha savunmasız bir yerimizden yakalıyor: “Trans erkekler daha az erkek değildir”. Şimdiyse bu cümleyi şöyle kuralım: “Gayler daha az erkek değildir”. İkinci cümlenin bizde yarattığı tepki bahsedilen erkekliğin tam da verili toplumsal erkekliğe işaret ettiğini gösteriyor. Eşcinsel bir erkek olmanın bir eksiklik olarak tanımlandığı ve bu eksikliğin koca bir iktidar imkanını geri teptiği için hem bir ihanet hem de bir tehdit olarak algılandığı erkeklik halinden bahsediyorum. Bu tür bir erkeklik haline duyulan özlemin ve daimî olarak bu eksikliği giderme ihtiyacı bu toplumdaki gayler için trajik reddiyeler ve fanteziler yaratır. Ezen iktidara hayranlık, ezilen nesnenin bir özne olarak ev halkı tarafından kabulüne duyulan bu özlem yabancı olmadığımız bir durum ve ideoloji dediğimiz şeyin yüreğinde büyüyen bir şey. Heimlich’e yani tanıdık yuvanın babasının eline doğru uzanmak varken Unheimlich’te yani tekinsiz bir dünyada yaşamaya çalışmak zor biliyoruz. Peki ilk cümleye geri dönersek, trans erkeklerin daha az erkek olmadıklarına dair bu ifade neden daha kabul edilebilir olsun ki!
Trans kadınların daha az kadın olmadıkları! ifadesinin daha az bir irkilme yaratması kadın ve erkek kelimelerinin ezen-ezilen karşıtlığında gizli. Toplumsal cinsiyete eleştirel bir gözle bakan biri için kadın olarak kabul edilmeye yönelik bu istek bir tür ezilenler safında yer almayı göze alma cesaretinin de bir göstergesi, ama işte bazen TERF gibileri de kapı bekçisi olarak çıkabiliyor karşınıza bu cenahta.
Elbette herkesin istediği gibi giyinmeye, istediğini sevmeye, istediğin vücuda sahip olmaya hakkı var. Bir trans kadının ya da erkeğin sokakta şiddet görmemeye, hastanede tedavisini yaptırmaya, HIV pozitif birinin aşağılanmadan ve damgalanmadan bir hayat sürmeye hakkı oldu gibi. Bunlar insan haklarının temel bileşenleri olarak var olabilmemizin de garantileri. Amma ve lakin hayatımızı cehenneme çeviren erkeklik ve kadınlık hallerinin ulaşılması gereken birer kıstas haline getirilmesi bir hak değil. “Böyle istiyorsa öyledir” demek de bu durumu haklı çıkarabilecek bir durum değil. Üçüncü Reich’ta Alman olmak isteyen bir Yahudi’nin bu isteğinin saf bir istek olamayacağı gibi. Çünkü mücadele alanı siyasal olanın alanıdır, ister yolda ister evin dört duvarının içinde, ve haykırdığımız her sözcük hepimize çarpar yankılanır.
Tekrar başa dönelim, kadınlık deneyimi, gaylik, lezbiyenlik, trans kadınlık, trans erkeklik, intersekslik deneyimi, erkeklik deneyimi ve başka başka binlerce farklı yaşantı, hepsi hem biriciklik hem de ortaklık içeriyor. Ortaklığın, bizi neyin birleştirdiğinin ne olduğu ve neye karşı mücadele ettiğimiz konusunda hemfikir olduğumuz durumda birbirimizi anlamayacak kadar uzak değiliz.
Heimlich ister arzularımızın nesnesi ya da isterse vücudumuz olsun, Unheimlich’te yaşamayı göze alabildiğimiz sürece devamlı bir oluşu hazır bir varoluştan daha değerli kılabiliriz.
*Dr. Öğretim Görevlisi, Bilkent Üniversitesi