İstanbul Sözleşmesi'ndeki cinsel yönelim hakkı insan hakkıdır
Avrupa Birliği perspektifinden çıkarsak, İstanbul Sözleşmesi kaldırılacak ve LGBTİQ+ bireyler ve onları savunan sivil toplum üyeleri bir anda “terörist” mi sayılacak? Devlet cinsel sağlık ve inanç sağlığı adına teröristleri toplamaya başlarken, adları üstünde bilimsel unvan taşıyan kişiler bu duruma destek verecek!
Tennur Koyuncuoğlu*
Son günlerde satır altı açıklamalarla, “Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi’nin” (Sözleşme veya İstanbul Sözleşmesi) ülkemiz değerlerine uymadığı, Batı kültürünün zorlaması bir düzenleme olarak, kaldırılması gerektiği ifade edilmektedir. Somut bir örnek olarak, Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi öğretim üyelerinin Instagram yayınında kullandıkları ifadeler gösterebilecektir. Doç. Dr. Emir Kaya, nefret söylemiyle ilişki kurarak;
“Türkiye’nin taraf olduğu, imzaladığı hiçbir uluslararası sözleşmede, yerli mevzuatımızda buna atıf ve cevaz açıktan asla yoktur” açıklamasında bulunmaktadır. Türkiye’nin 2011 yılında imzaladığı İstanbul Sözleşmesi’ni hatırlatan Kaya, “Sözleşmede cinsel eğilimler geçmiyor. Bu sözleşmenin üçüncü maddesinde iki kelime cinsel yönelim. Buna atıfla LGBT aktivistleri bizim cinsel yönelimimiz budur diye hukuki alt yapı oluşturuyorlar. Bu, hukukun istismarıdır. Çünkü siz heteroseksüel de olsanız TCK 226’da müstehcenlik suçu vardır. Siz heteroseksüel de olsanız onu toplumsal alanda dışa vuramazsınız, suçtur” demektedir. (1)
Prof. Dr. Asım Yapıcı’nın, “İstanbul Sözleşmesi’nde hukuk istismarına neden olan tabir neden çıkarılmıyor? Devletimiz bunu görmüyor mu? Ve İstanbul Sözleşmesi’nin Eğitim başlıklı 14'üncü maddesinde toplumsal klişelerden arındırılmış toplumsal cinsiyet rollerinin müfredatlara dahil edilmesi hükmü de var. Buna ne diyorsunuz?” sorusuna karşılık olarak da “Türkiye Avrupa Birliği’nin ekseninden yavaş yavaş çıkıyor, bu LGBT+ aktivistlerinin terör örgütü olarak adlandırılmasının önünde hiçbir engel yok” diye yanıt vermektedir Kaya. Yapıcı ise, “Devletlerin toplumun beden sağlığını, ruh sağlığını koruma şeyi gibi cinsiyet sağlığını ve inanç sağlığını falan korumak gibi görevleri de vardır yani” diye eklemektedir.
Avrupa Birliği perspektifinden çıkarsak, İstanbul Sözleşmesi kaldırılacak ve LGBTİQ+ bireyler ve onları savunan sivil toplum üyeleri bir anda “terörist” mi sayılacak? Devlet cinsel sağlık ve inanç sağlığı adına teröristleri toplamaya başlarken, adları üstünde bilimsel unvan taşıyan kişiler bu duruma destek verecek!
Nereden bakarsak bakalım, bu değerlendirmelerde hukukun çarpıtıldığını görmekteyiz. Öncelikle, Sözleşmede “cinsel yönelim” sözcüğünün doğru yazım yeri ile başlayalım. Söyledikleri gibi 3'üncü madde değil, 4'üncü maddenin 3'üncü fıkrasından söz edilmektedir. Sözleşmenin 4'üncü maddesi “Temel Haklar, Eşitlik ve Ayırım Gözetmeme” başlığını taşır. Aslında bu haklar Sözleşmeden ayrı olarak, doğrudan Anayasa’da düzenlenmiştir. “Cinsel yönelim” ve buna ilişkin hak kavramını İstanbul Sözleşmesi’nin 4'üncü maddesinin 3'üncü fıkrası ile sınırlı tutmak büyük yanlıştır.
Anayasa’nın özü bireyin temel haklarını içerir. Anayasal temel haklar olan beden dokunulmazlığı, kadın erkek eşitliği, ayrımcılık yasağı ve kişilik haklarının hepsi bir arada cinsel yönelim hakkının varlığını destekler. Türk Medeni Kanunu’nun 23'üncü ve 24'üncü maddeleri de kişinin vazgeçilmez haklarını vurgulamaktadır. İnsanın değerine, onuruna ve insanca yaşamasına dayanır. Beden bütünlüğü ve kişilik hakkı başka bir birey tarafından zedelenen kimse, haksız saldırılara karşı devletçe korunur. Saldırı devletten gelirse, devlet bireyin insan hakları ihlal etmiş olur. En basitinden alalım, kişilik hakkı kapsamında sayılan, örneğin kişinin fotoğrafı üzerindeki hakkı, bedeni üzerindeki hakkı gibi “cinsel yönelim” hakkı da insan hakkıdır.
Sağlık hakkını ele alalım. Bireyin sağlığı fiziksel, sosyal, ekonomik ve biyolojiktir. Biyolojik sağlık, bedensel ve ruhsal sağlık olarak bir bütündür. Cinsellik zorlanamaz ve kişiye özgülenir. Kendini ifade özgürlüğü kapsamında müstehcenliğe girmez. Bireyin kendini tamamen iyilik içinde hissetme hakkıdır. Hem bireysel anlamda dokunulmaz hem de kamusal katkı görme hakkıdır. Anayasal kapsamda en büyük katkı ise şiddetten korunma hakkı olarak ortaya çıkar.
Hilal Kaplan’ın bir köşe yazısından bu anlamda söz edebiliriz (2);
“İstanbul Sözleşmesi'nin eşcinselliği teşvik ettiği gibi garip bir iddia var. Sebebi de şiddetten korunması gereken grupları sayarken insanlara "cinsel yönelim"lerinden ötürü de şiddet uygulanamayacağını beyan etmesi. Devletimizin imzası olan bir sözleşmede, beraberinde eşcinsel hareketin arzu ettiği söylemsel bir kalıbın geçmesi bence de rahatsızlık verici. Zira zaten her siyasi mücadelenin temeli önce kavramlarla atılır. Fakat bu kavramın sadece şiddetten korumaya yönelik olduğu gerçeğini ıskalamamak gerekiyor. Ayrıca kişi ister heteroseksüel, ister eşcinsel olsun; devletin her hâlükârda vazifesi vatandaşını şiddetten korumaktır. Bu yükümlülüğü yerine getirmek, sözleşmeden bağımsız bir sorumluluktur. Yazı dizisinin ilk iki bölümünde bahsettiğim sebeplere bakarsanız, sözleşme bu minvalde eşcinselliği teşvik eden ilk 10 sebep içine bile girmez”.
Yazıda düzenlemenin amacının şiddetten korunmak olduğu belirtilirken, “rahatsızlık” ifadesinin kullanılması dikkat çekici bir çelişkidir. Çünkü İstanbul Sözleşmesi aile içindeki şiddeti anayasal temel haklar açısından ele alırken bu şiddetin “cinsel yönelim” üzerinden de geleceğini göstererek temel haklar açılımına örnek göstermiş olur, o kadar. Ülkenin yerel mevzuatı ile de uyumludur. Sözleşme eşcinsellik bakımından hiçbir değer yargısı taşımaz sözel olarak da yer vermez.
Benzer şekilde “6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Yasa” da şiddete karşı mücadele noktasında anayasal temel haklara dayanmaktadır ve yasanın dayandığı temel ilkeler içerisinde İstanbul Sözleşmesi de vurgulanmaktadır (Madde 1/2-a). Yasa, kadının korunması açısından önlem alma yükümünü yerine getirmeyen devletin uyarılmasına hizmet eder. Devlet Yargı Reformu Strateji Belgesi'yle taahhüt ettiği, hukuksal koruma sigortasıyla şiddet gören kadına ücretsiz avukata danışma hakkını tanımadıkça, şiddet konusu kısır tartışmalarla sürüp gidecektir. (3)
Cinsel yönelim ifadesi ve İstanbul Sözleşmesi ile yaşanan tartışmalara ışık tutmak açısından belirtmek gerekir ki; ülkemiz uygulamasında asıl rahatsızlık “toplumsal cinsiyet” konusundadır. Toplumsallık “cinsiyeti” ikiye böler. Bir anlamı bireyin biyolojik yapısına özgülenen cinsellik olurken, öteki anlamı sosyallik kazanarak, toplumsal hale bürünür. Toplumsal cinsiyet toplumu gerçek insandan dışlar, “rollere” böler. Kadın ve erkekten ayrı roller oynamaları beklenir. Sosyal alanda erkek ve kadını ayrıştırır, insan olarak eşit varlıklar olmalarını önler. Toplumsal cinsiyet doğal değildir, sosyal ve kültürel etmenlerle inşa edilmiştir.(4) Toplumsal cinsiyetin temeli heteroseksüel aileye dayanır. Erkek eksik, kadın eksik birbirlerini farklılıklarını tamamlamak zorundadırlar. Çünkü erkeğe baskınlık, kadına itaat rolü verilmiştir.
Bu ailenin şiddete açık bir yapısı vardır. Kadının ezilmesine yol açar. AKP iktidarı döneminde aile içi şiddet zirveye ulaşmıştır. Hakkını arayan kadın açıkça şiddet görmektedir. Batı kültüründe bu ayrışma yüzyıllar süren hak mücadeleleri sonucunda erkek/kadın arasında eşitlik sağlanmıştır. Türkiye’de kadın/erkek eşitliği istenmemektedir. Bu nedenle aile içi şiddeti ortadan kaldırmak amacında olan İstanbul Sözleşmesi yadırganmakta, toplumsal cinsiyeti dayatmak adına olumsuzlaştırılmaktadır. Bu çabalar boşunadır. Zinada eşitlik sağlanmış, sıra yasaların çıkarılmasına karşı uygulanmayan şiddet gören ailede bireylerin eşitliğine gelmiştir. Gerisi politik bahanelerdir.
Tüm bu durumu dikkate almayan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Anayasa’nın 136'ncı maddesinin açıkça dışına çıkacak şekilde siyaset yapması da kabul edilemez. Rol ayırımına dayanan toplumsal cinsiyeti savunamaz. Bu nedenle kadını itaate zorlaması, yasaları hiçe sayarak, kadın erkek ayrımcılığı yapması, kadının evlenme yaşını reşit olmayan çocukluk dönemine çekmesi, kadının tecavüz failiyle evlendirilmesine ilişkin yasa teklifi veya tasarılarına karşı çıkmaması toplumsal sağduyuya ve yasalara aykırıdır.
2019 yılında İslamofobi'nin (İslam korkusu) bir insan hakları sorunu olduğunu söyleyen Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın sözleri hukuk devleti ilkesinden kopuşu açıkça gözler önüne sermektedir;
"Anne olmayı devreden çıkaran bir kadın ve baba olmayı devreden çıkaran bir erkek tasavvuru fıtrata, yaradılışa aykırı bir sapkınlıktır ve tarih boyunca bütün inançlar tarafından hem reddedilmiş hem de lanetlenmiştir. Yani annelik ve babalıktan vazgeçen cinslerin birbiriyle evlenmelerine varıncaya kadar ileri götürülen bu iş, bütün insanlığın meselesidir, sadece Müslümanların meselesi değil. Bu yüzden çocuklarımızı, gençlerimizi sapkın anlayışlara karşı eğitmek, bilinçlendirmek ve korumak hepimizin vazifesidir." (5)
Hukuk kuralları yasa koyucu tarafından kadın-erkek fıtratına göre koyulmaz, insan haklarına göre bir düzenleme içerir. Bunun yanında insan haklarının etkin korunduğu bir ortamda İslam korkusu da olmayacaktır. Önemli olan insan haklarını sonuna kadar korumaktır. İnsan hakları kapsamındaki “din ve vicdan özgürlüğü” İslam dinine inananların haklarının da en büyük güvencesidir. Bu da hukuk düzenlemeleri içerisinde ve hukuk devleti ilkesine sadık kalınarak elde edilebilecek bir gayedir.
Erbaş, 2020 Ramazan Ayı cuma günü hutbede konuyu daha da genişletmiştir: (6)
“Ey insanlar. İslam, zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lutiliği, eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti? Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir bunun hikmeti. Yılda yüz binlerce insan gayrimeşru ve nikahsız hayatın İslami literatürdeki ismi zina olan bu büyük haramın sebep olduğu HIV virüsüne maruz kalıyor. Geliniz bu tür kötülüklerden insanları korumak için birlikte mücadele edelim"
Hatırlanmalıdır ki, zina hukuk kurallarıyla çözülmüş, sıra eşcinsellik konusunda hukuk kurallarının düzenlenmesine gelmiştir. Var olanı yok saymak, yalnızca gözleri kapatmak ile mümkün olabilir. İnsan hakları evrenseldir, kendimizi dünyadan ve insan hakları gelişiminden soyutlayamayız, kendimizi ülkemize hapsedemeyiz.
Konuya ilişkin evrensel boyutta ortaya çıkan sorun ise, klasik aile yapısının günümüzde çıkmazda olduğu gerçeğidir. Erbaş’ın dediğinin aksine “Anne olmayı devreden çıkaran bir kadın ve baba olmayı devreden çıkaran bir erkek tasavvuru” aile olma kavramını bir insanlık sorunu olarak ortaya çıkarmıştır. Bir sorun nedenlerine inmeden yok edilemez. Mesele şiddetin önüne geçmektir.
Müslüman dünya ülkeleri içinde Türkiye kadına şiddet sayımında eşi veya birlikte yaşadığı kişilerden fiziksel ve cinsel şiddete maruz kalma konusunda yüzde 41,9 ile başı çekmektedir. (7) İnsaf, toplumsal cinsiyet baskısının yarattığı bu şiddeti görmeden işi sapkınlığa havale etmek çözüm müdür?
Ankara Barosu’nun, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yukarıda yer alan ifadelerine yönelik olarak 26.04.2020 tarihli açıklamasında yer alan eleştirileri de “şiddeti önlemek” amacı ekseninde hukuksal bir zeminde değerlendirilmelidir. Zira Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hukuk dışı söylemleri, toplumsal hassasiyet yaratmıştır. Oysa hukuk düzeni içinde bu korkuya gerek yoktur. Ankara Barosu hukuken haklıdır. Bir arada yaşayan insanları linç etmeye varacak bir tehlikeyi işaret etmiştir. İnançları korumak isteyerek, hukuk devleti olmanın yanıtıdır bu. Ne yazık ki, karşılıklı suç duyuruları ile toplum gereksiz yere gerginleştirilmiştir.
Oysa dinle hukuk karşı karşıya getirilemez. Din ibadet, dayanışma ve ahlak kurallarıyla hukuku sarmalarken, hukuk zorunlu kurallarla ceza ve hukuksal yaptırımları uygular. Bir başka görevi de uyuşmazlıklar, suçlar ortaya çıkmadan toplumsal hezeyanları bastırmak, insan hakları bağlamında şiddeti engellemektir.
Cinsellik bir doğa gizidir. Anayasa kapsamında temel haklar arasındadır. İstanbul Sözleşmesi, ülkemizde imzalanan ve bugünkü suni tartışmaların aksine Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir çekince belirtmeden ilk imzacısı olduğu bir uluslararası sözleşme olarak onurumuzdur!
(2) https://www.sabah.com.tr/yazarlar/hilalkaplan/2020/05/02/ailenin-kaderi-bir-sozlesmeden-ote
(3) Koyuncuoğlu, Hikmet/Tennur, Hukuksal Koruma Sigortası, Seçkin Yayınevi, 2020
(4) Koyuncuoğlu, Tennur, Sistematik Şiddete karşı Bir Adalet Savunusu, TBB Yayınları, 2019
(7) https://www.ensonhaber.com/galeri/kadina-siddette-turkiye-basi-cekiyor#4
*Doktor, Avukat