Anne kız ilişkisinde aynılığın karmaşası
Anneyle kurulan güvenilir bağ, babaya yönelmeyi mümkün kılarken; ödipal dönemde babayla olan ilişkinin biçimi, krizin çözüm şekli de sevgiliye yönelmeyi etkiler, mümkün kılar. Bu sebeple kız çocuğun kuracağı kadınlık ve yaşayacağı partner ilişkisinin temeli anneseldir.
Ceren Şimşek*
Annenin ilk göz, ilk nesne olarak insan ruhsallığının üzerindeki etkisi psikologlar tarafından çokça düşünülmüş, tartışılmıştır. Bazen çok bağımlı veya çok çatışmalı bir ilişki olarak, bazen de yokluğu (fiziksel veya duygusal) üzerinden seanslarda da sıklıkla karşımıza çıkar anneyle ilişki. Bazen seansların gündeminin anneyle ilişkiden, başka meselelere yer değiştirmesinin uzun zaman aldığını gözlemlerken; bazen de o ilk ilişkinin dokunulmazlığını ve ulaşılmazlığını uzun süre koruduğunu gözlemleriz. Amerika’da yaşayan İtalyan asıllı bir mafyayı anlatan dizi The Sopranos’un (1999) ana kahramanı Anthony, terapiye gittiğini annesiyle paylaştığında annesi beni mi şikâyet ediyorsun, beni mi anlatıyorsun tarzında bir tepki verir. Kendini anlama, bilme arzusunu takip ederken, insan hayatında kilit rolde olan anneyle karşılaşmamak ne mümkün!
Anneyle ilişki her birey için önemli bir nesne ilişkisiyken; kız çocuğu ve annenin, bağlılık ve çatışma arasında gidip gelen ilişkisi dikkat çekicidir. Annenin bebekle ilişkisi, bebek annenin zihnine düştüğü andan itibaren başlar. O andan doğuma kadar, annenin bebeğe dair kurduğu bir fantezisi vardır. Bunun içinde bebeğin cinsiyeti de yer alır. Günümüz koşullarında bebeğin cinsiyetini doğumdan önce öğrenmek mümkün olduğu için, bebeğin cinsiyetine dair bilgi anne tarafından kabul edicilik ve sevgi kapsamında karşılanabilecekken, annenin fantezisine göre hayal kırıklığı da olabilir. Bu hayal kırıklığı doğuma, bebekle olan ilişkiye yansıyabileceği gibi, annenin bebeğin cinsiyetini inkâr etmesi gibi bir sürece de gidebilir.
Kız çocuğunun dünyaya gelişinin anne ve baba tarafından arzulanması ve varlığının annenin bakışında sevinç yaratabilmesi, ileride kuracağı kadınlık için önemliyken, her bebekte olduğu gibi anneyle ve dünyayla kuracağı ilişki için de önemlidir. Winnicot: “….anne bebeğe bakmaktadır ve nasıl göründüğü orada ne gördüğüyle bağlantılıdır.” der Oyun ve Gerçeklik adlı eserinde. Gebelik, doğum, emzirme ve sütten kesme gibi deneyimler annenin erken dönem travmalarını çağrıştırabilir ve bunların annenin yüzüne düşürdüğü gölge, bebeğin aynadaki suretini buğulandırabilir. Anne bebeğe ayna olurken, kız çocuğun hemcins olması üzerinden anneye ayna oluşunu Elda Abrevaya, Kadınlığın Uzun ve Dolambaçlı Yolu adlı kitabında: “Kız annesinin hemcinsi, narsisistik aynasıdır. Bu da kızı, erkek çocuğa göre çok daha fazla, annenin kayıplarına, ruhsal yaralarına maruz bırakır.” diyerek ifade ediyor. Hemcins olmanın getirdiği aynılık, kız çocuk ve anne arasında yakın bir bağlılığı yaratırken, bazen de çatışmaların kaynağı olabilir. İlk regl, ilk cinsel birliktelik, gebelik, doğum, emzirme, menopoz gibi kadın bedenine dair kritik olan dönemlerde anne kız ilişkisine bakılınca, ilişkinin bağlılık ve çatışma arasında gidip gelen yapısı gözlemlenebilir. Annenin kendine benzeyen bir kız çocuk büyütme arzusu ve kız çocuğun farklılığına, ayrışmasına tolerans gösterememesi, annenin kendi kadınlık deneyiminin ilişkiye yansıması, büyümekte olan kız çocuğun anneye kendi erken dönem travmalarını çağrıştırması gibi durumlar, kız çocuğun anneyle aynılığının bedeli olarak yaşanan sorunlardır. Kız çocuk ve annenin kaderinin benzerliği şeklinde ifade edilen toplumsal söylem de aslında bu aynılığın bazen nasıl yıkıcı bir sadakate dönüştüğünü düşündürtüyor. Annenin eşini kaybettiği yaşta boşanmak, anneyle benzer hastalığa sahip olmak, benzer bir evlilik yapmak, aynı yaşta aynı süreçleri yaşamak gibi.
Bu meseleler üzerine düşündüğüm süreçte, halk arasında kullanılan bir tabirle karşılaştım: Bebeğin anne rahminde beslenmesini ve oksijen almasını sağlayan plasentaya “bebeğin eşi” denilmesi ve göbek kordonunun kesilmesi anlamında bebeğin “eşinden kesilmesi, eşinin kesilmesi” gibi kullanımların olduğu. Nasıl da bağlılığı, aynılığı, ilk aşkı temsil eden bir söylem.
Freud 1931’de yazdığı Kadın Cinselliği makalesine kadar, kadın hastalarının analiz sürecinde daha çok kız çocuğun babayla olan ilişkisi üzerine düşünmüş ve çalışmıştır (Katharina, Anna O., Dora gibi histeri vakaları, Genç Eşcinsel Kız Vakası). Bu kadın hastalar, Freud’un kuramının doğuşunda da önemli yeri olan vakalardır. 1931’de ise kadınların anneleriyle olan bağlarına dair düşüncelerini ifade ederken; “Girit ve Miken Uygarlığı” metaforunu kullanmıştır: “Yunan Uygarlığı”ndan (Oedipus) daha derinde olan ve ulaşılması daha zor olanı işaret etmiştir. Freud’un, kadın hastalarında keşfettiği anneyle olan bu güçlü bağ, psikanalizin ilerleyişi için de önemli bir nokta olmuştur.
Anneyle kurulan güvenilir bağ, babaya yönelmeyi mümkün kılarken; ödipal dönemde babayla olan ilişkinin biçimi, krizin çözüm şekli de sevgiliye yönelmeyi etkiler, mümkün kılar. Bu sebeple kız çocuğun kuracağı kadınlık ve yaşayacağı partner ilişkisinin temeli anneseldir. Bu temel nasıl olursa olsun, onu anlamak, dönüştürmek, üzerine kurulacak kadınlığı özgürce ve özgünce inşa etmek mümkündür. “Susturulmuş, suskun günler içinden/ Biraz geç de olsa, gerekenleri/ Kadın elin, ana elin, üretken elin/ Belki yine sen derleyeceksin” (Gülten Akın-Yaşlanmayan Bir Kadına Türkü).
Kız çocuğun babayla olan ilişkisi de belki başka bir yazının konusu olabilir.
*Klinik Psikolog/Psikoterapist