Evden dışarıya dönüş ve unutulan ruhsallık
Yaşadığımız salgın dönemini hem bireysel hem de toplumsal açıdan psikolojik etkileri olan travmatik bir süreç olarak ele almalıyız. Bu travma tanımlamasının bir tarafı virüsün ölümcül etkisi, bir tarafı da belirsizlikten kaynaklanan kaygı hali olarak yaşamımızda beliriyor. Sözü geçen kaygıyı, kişinin korku verici ya da tehdit edici bir duruma karşı vermiş olduğu ruhsal ve bedensel tepkiler olarak tanımlayabiliriz.
Tuğba Kurt Ulucan*
İzolasyon süreciyle beraber bir süredir evlerimizdeyiz. Eve dönmenin bize nasıl geldiğini birçok açıdan değerlendirirken normalleşme süreci de evden dönüşün nasıl olacağına dair bir gündemi oturttu içimize. Sahi biz nasıl evden döneceğiz dış dünyaya? Cevabı muamma olsa da bu soruyu çoğumuz kendimize soruyoruz. Eve dönüş ile ilgili hem olumlu hem olumsuz birçok deneyimi yaşadık ama evden dönüşün deneyimsizliği şu sıralar birçoğumuzu tedirgin ediyor. Bir diğer yandan evde olmak bazılarımıza çok da iyi geldi. İşlerimizde geçirdiğimiz saatler evlerimizin içine dahil olduğundan beri, daha sağlıklı yemekler yer, daha fazla çocuklarımızla oyun oynar, daha fazla kitap okur olduk aslında. Bazı şeyleri peşi sıra ve mekanik bir şekilde yapmaktan alıkonulur olunca içerideki radyonun sesi daha net gelmeye başladı, düşünme süreçlerimizin ivmesi arttı. Varoluşsal bir uyanışın sesleri miydi acaba bunlar? İçeriden gelen sesleri duymaya başladığımızda birçok soru düştü ana ekranımıza; İşe geri dönmek istiyor muyum? Gerçekten anlamlı bir şey yapıyor muyum? Anne- baba olarak iş yüzünden çocuğumla daha mı az ilgileniyorum? Evden çalışınca fizyolojik ihtiyaçlarımı daha mı iyi karşıladım? İşe gitmeyince sevmediğim iş arkadaşlarımla görüşmemek bana nasıl geldi? İş hayatının fiziken içinde olmayınca oradaki çatışmalar daha mı az eve girdi? Bunları bu “durma evresinde” bize işittiren şey elbet bugüne ait bir şey değildi. İşittiklerimizin arka planında bastırdığımız ve devam edebilmek için görmek istemediğimiz varoluşsal sıkışmışlıklarımız vardı.
İÇERİYİ TETİKLEYENLER VE VAROLUŞSAL UYANIŞA DAİR
Albert Camus’ün Sisifos Söyleni kitabında “basit kaygı” olarak tanımlandığı bir his vardır. Bu his, birey ile dünya arasında var olan ve devamlı büyüyen farklılığın oluşturduğu yıkıcı baş dönmesidir. Yaşamın monoton akışını kesintiye uğratan ve insanı dünyaya yabancılaştıran bu his absürdün uyanışını ortaya çıkarır. Ve Camus, kitapta bunu şu şekilde ifade eder: "Dekorların yıkıldığı olur. Yataktan kalkma, tramvay, dört saat çalışma, yemek, uyku ve aynı uyum içinde Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi, çoğu kez kolaylıkla izlenir bu yol. Yalnız bir gün, 'neden' yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. 'Başlar', işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır. Onu uyandırır; gerisine yol açar. Gerisi, bilinçsiz olarak yeniden zincire dönüş ya da kesin uyanıştır. Uyanışın ardından sonuç gelir zamanla; intihar ya da iyileşme. Tek başına ele alınınca, bıkkınlıkta tiksindirici bir şey vardır. Burada, iyi bir şey olduğu sonucunu çıkarmam gerekiyor. Çünkü her şey bilinçle başlar, her şey ancak onunla bir değer taşıyabilir. Basit 'kaygı' her şeyin başlangıcındadır." (Camus, 2008, s. 24)
Gerçekten bu süreç böyle bir uyanışı birçok açıdan tetikledi desem sanırım yanılmış olmam. Doğanın bir açıdan bu virüse ihtiyacı olduğu kadar bizim de evde vakit geçirmeye, daha fazla uyumaya, daha az işi zihinde tutmaya, daha sağlıklı beslenmeye, daha çok çocuklarımızla vakit geçirmeye, daha fazla resim yapmaya, daha çok okumaya ve daha daha ya ne çok ihtiyacımız varmış. Birçok insanın yeni yeni kendinde neler keşfettiğini gördükçe bu keşiflerin içeride neleri devrettiğini merak eder oldum. Şimdi insanların bu bilinçle kapitalist sistemin içine tekrar girip performans öznesi olmak isteyip istemeyeceği muallak durumda. Sonuçta, günde 8-9-12 saat çalışan insanlar aynı işlerini evlerinde daha güvenli hem de daha az eforla yapabildi ama dönüşte tekrar bu döngünün içine girip performans itaatiyle yok olmaya ve travmatize olmaya başlayacaklar. Sonuç olarak, post modern olarak tanımlanan hayatlar, dışarıya döndüğümüzde toplumu uyumlu bir şekle ve istendik bir tavra hizalayabilmek için insanı sömürmeye devam edip benliği hiçe saymaya devam edecek. Hayatımızda, bu sömürünün azaldığı bir zamana varmışken acaba kendimize yaklaştığımız bu evden dönebilecek miyiz?
EVDEN DÖNÜŞ, AYRILIK ANKSİYETESİ YARATIR MI?
Ayrılık anksiyetesini, zamanın birinde her birimiz hissetmişizdir sanırım. Bu kavramı daha çok okul reddi yaşayan çocuklar için duymuş olsak da yetişkinler için de literatürde birçok araştırmaya dahil olmuş bir kavramdır kendisi. Ayrılık anksiyetesi, bireyin bağlanma figürlerinden ayrılma durumu ile ilgili yoğun korku ve kaygı yaşaması durumu olarak tanımlanır (APA 2013). Bu bireyler ayrılık durumlarında ciddi rahatsızlık yaşarlar. Yetişkin ayrılık anksiyetesi travma, yas süreçlerinde daha fazla tetiklenir ve kişinin güvenli alanından ayrılmasını zorlaştırabilir. Toplumsal olarak pandemi sürecinin travmatik etkisi muhtemelen evden dış dünyaya dönme süreçlerimizi olumsuz yönde etkileyecektir. Özellikle toplu alana girmek zorunda kalacağımız iş yaşantımıza dönerken evden çıkmak istemeyebilir, yoğun bir anksiyete hissedebiliriz. Çocuğumuz ve partnerimizle evde kalmak dış dünyadan kendimizi korumak isteyebiliriz. Burada en önemli şey insanların iş hayatlarındaki evlerinin, güvenilir olması bu evin sahibinin de gerekli önlemleri çalışanlarının sağlığını gözeterek almalarıdır. Sadece fiziksel önlemler değil çalışanların psikolojisi, ruhsal dünyası da normalleşme sürecinde son derece önemli bir konudur. Buraya değinmeden makine formunda insanları sisteme sürmek ikinci bir travma etkisi yaratacaktır.
NORMALLEŞME SÜRECİNDE TOPLUM RUH SAĞLIĞI GÖZETİLDİ Mİ?
Normalleşme süreciyle beraber insanların caddeleri, sokakları, AVM'leri doldurduğuna şahit olmaktayız. Bu insanlarının çoğunun sosyal mesafeyi korumadan, maske takmadan, sigara içip dumanlarını etraftaki insanlara soluturken de görmekteyiz. Ve şunu da görmekteyiz, bu süreçlerin her yerde kontrol edilebilir olmadığını. Dolayısıyla bunlara seyirci olan ve kurallara uyan kitlenin, tekinsiz bir dış dünyaya dönmek istememesini, böyle bir gösterge de normal karşılamak gerekir.
Ayrıca yaşadığımız salgın dönemini hem bireysel hem de toplumsal açıdan psikolojik etkileri olan travmatik bir süreç olarak ele almalıyız. Bu travma tanımlamasının bir tarafı virüsün ölümcül etkisi, bir tarafı da belirsizlikten kaynaklanan kaygı hali olarak yaşamımızda beliriyor. Sözü geçen kaygıyı, kişinin korku verici ya da tehdit edici bir duruma karşı vermiş olduğu ruhsal ve bedensel tepkiler olarak tanımlayabiliriz. Kişiler, kaygılı olduklarında sürekli tetikte ve devamlı olumsuz bir şey olacakmış gibi hissederler. Bu kaygı hissiyle yaşarken ülkenin, insanları bu duygulanımdan alıp çıkaran ve kendini güvende hissetmesine yönelik sınırlamalar getiren, psikolojik sağlık hizmetleri, fiziksel önlemleri organize ederek yaşantıya geçirebilen birçok düzenlemeyi sağlaması beklenir. Bunlar sağlansa bile insanların bireysel olarak bu kaygıyla baş etmekte güçlük yaşaması ve travma sonrası stres bozukluğu belirtileri göstermesi normaldir. Ülkemizin ekonomik kaygıları gözetmesini olağan karşılamakla beraber insanların ruh sağlığının göz ardı edilmeden, bu süreci yönetmenin gerekliliğinden yanayım. Ayrıca ruh sağlığı göz ardı edilirse kümülatif bir etkiyle hem bireysel hem de toplumsal anlamda daha fazla olumsuz durumla karşılaşacağımızı düşünmekteyim. O yüzden toplum ruh sağlığına biraz daha yatırım yapsak hiç fena olmaz.
Kaynaklar
American Psychiatric Association (2013) Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders. 5th edition. American Psychiatric Publishing, Washington, D.C.
Camus, A. (2008). Sisifos Söyleni, İstanbul: Can Yayınları.
*Klinik Psikolog