Arap basınında Osmanlı-Kürt ilişkileri tarihi
Arapça tarih kitapları ve basınındaki bilgiler, Türk tarih tezi ve Türk-İslam sentezine uygun yazılan ders kitaplarındakilerle çelişiyordu. Mesela Evren Cuntası’nın ilk yıllarında TRT TV kanalında Arap dünyası ve Osmanlı hükümranlığı konusunda bir belgesel yayınlanmıştı. Belgesel, bir Arap TV kanalından veya yapımcıdan alınmıştı. İzlerken, aniden bir şey dikkatimi çekti
Faik Bulut
Son zamanlarda bazı Arap gazetelerinde, Osmanlı'nın Arap dünyasına hükmettiği devirlere ilişkin tarih yazıları yayınlanıyor. Verilen bilgiler, Türk eğitim kurumlarında (orta, lise, kolej, enstitü, üniversite gibi) bizim okuduğumuz tarih tezleriyle çelişiyor.
1980 askeri cuntası öncesindeki tarih anlayışı, Atatürkçü Türk Tarih Tezi’ne dayanıyordu. Türklüğü övüp ön plana çıkarma eksenine oturtulmuştu ama İslam tarihi hakkında Türklerin İslam dünyasıyla tanışmaları, İslam uygarlığına üstün hizmetleri (İslam’ın keskin kılıcı Türkler söylemi gibi) ve Osmanlı'nın Arap ülkelerini fethetme/yönetme faaliyetleri anlatılıyordu. O döneme damga vuran anlayış, Ziya Gökalp’ın “Türkçülüğün Esasları” ile “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” isimli eserlerinde ifadesini bulmuştu. Bunlara Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan, Fuat Köprülü ve Osman Turan gibi milliyetçi-muhafazakâr tarih yazıcıları da eklenebilir.
12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte cuntacı başı Orgeneral Kenan Evren’in onayıyla belirlenip resmi müfredata sokulan Türk-İslam sentezi anlayışı kitaplardaki yerini aldı. Bu döneme damgasını vuran görüşler ise tarihçi İbrahim Kafesoğlu’nun kurmuş olduğu Aydınlar Ocağı’nın fikriyatıdır.
Kemalist tarih yazımını ırkçı öğelerden/söylemlerden belli ölçüde ayıklayan “Hümanist tarihçilik” anlayışına en büyük itiraz ve eleştiri Türk-İslam sentezini benimseyen muhafazakâr aydınlardan gelmiştir. Evren döneminde, 1986 yılına kadar bazı okul kitaplarında etkisi hâlâ devam eden “Anadolucu/hümanist” anlayış, milliyetçi-mukaddesatçı tarihçilerin hamlesine daha fazla direnemedi. O günden beri, Arap dünyasındaki Osmanlı idaresi tarihi, “yitik cennet” ve “halkları zulmetten kurtaran Osmanlı adaleti” temelinde sunulmaya başlandı.*
Osmanlı devrine ait bilgilerin, Arap tarih kitapları ve basınındaki yazılış biçimiyle lise yıllarında ders kitaplarında bize öğretilen bilgilerle aynı olmadığını, hatta çeliştiğini 1970’lerde görüp anladım. Bu gerçeği, o sıralarda Suriye, Lübnan ve Filistin’de kaldığım süreçte öğrendiğim Arapça sayesinde fark etmiştim. Arapça tarih kitapları ve basınındaki bilgiler, Türk tarih tezi ve Türk-İslam sentezine uygun yazılan ders kitaplarındakilerle çelişiyordu. Mesela Evren Cuntası’nın ilk yıllarında TRT TV kanalında Arap dünyası ve Osmanlı hükümranlığı konusunda bir belgesel yayınlanmıştı. Belgesel, bir Arap TV kanalından veya yapımcıdan alınmıştı. İzlerken, aniden bir şey dikkatimi çekti: Arka planda Arapça “Osmanlı sömürgeciliği” (Arapçası El İsti’mar El Osmanî) derken, Türkçeye çeviren TRT çalışanı veya görevli tercüman “Osmanlı'nın güzel yönetimi/hükümranlığı” mealinde bir ifade kullanmıştı.
Geçen yıl bir AKP sözcüsü, Lübnanlı yetkililerin bağımsızlığın (Osmanlı yönetiminden kurtulmanın) kutlanması münasebetiyle yaptıkları Osmanlı aleyhindeki konuşmaları eleştirmiş; Osmanlı yönetiminde “baskı değil adalet olduğu” tezini ileri sürmüştü. Bunun üzerine bu gazetenin sayfasında, somut örneklerden yola çıkarak Filistin ve Suriye’deki insanların maruz kaldıkları haksızlık ve baskıları yazmıştım.
Şimdiki konumuza dönersek; Osmanlı'nın Cezayir, Tunus ve Libya’da yaklaşık 300 yıllık yönetimi hakkındaki bazı ayrıntılı bilgiler, geçenlerde bir Arap gazetesinde yayımlandı. Bunlar, alışılmışın dışında ve Türk resmi tarihindekilerden farklı bilgi ve belgelerdi. Independent Arabia ise, bir hafta önce Osmanlı ve Kürtler konusunda iki günlük bir diziye yer verdi. Yazan kişi muhtemelen Kürt asıllı ve araştırmacı-yazar sıfatını taşıyan Hüseyin Cimo (Cemo) idi.
Cimo, yazısında çeşitli (Arapça, Kürtçe ve Osmanlıcadan Arapçaya çevrilen Evliya Çelebi Seyahatnamesi gibi) kaynaklardan yararlanmış. Osmanlı-Kürt ilişkilerine dair kaleme aldıkları, bilgi bakımından konuyla ilgilenen Türkiye’deki Türk veya Kürt araştırmacılarına aşina verilere dayanıyor. Fakat bu verileri yorumlamasında epeyce farklılık var. Mesela şöyle bir değerlendirmesiyle karşılaşıyoruz:
“11'inci yüzyıl başlarından itibaren Kürtler, bulundukları topraklarda yepyeni bir halkla karşılaştılar. 16'ncı yüzyılda Osmanoğulları ile istikrarsız bir ortaklık başlattılar; 20'nci yüzyılda ise Turancı/Türkçü devlet aygıtının baskısı altında ezildiler. Silvan’daki Mervani devletinin beyleri, Selçukluların baskınlarına maruz kaldılar ki, tarihçi İbn’ül Ezrak, ‘Bu topraklarda Türklerin ilk ortaya çıkışı idi. Yerliler (Kürtler-FB) bu insanların yüzlerini ilk kez görüyorlardı’ diye yazmıştı… Kürtler, Malazgirt Savaşı’nda Türklerle bir olup Bizans ordusunu yendiler lakin ödül, Selçukluların oluverdi.
Osmanlı devleti kurulmadan önce, Orta Asya taraflarından Anadolu’ya akın eden Türk boyları, Horasan’dan hareket ettikleri günden beri kendi aralarında çatışıp duruyorlardı. Bu çatışmacı âdetlerini (iç kapışma, iç savaş) yayılıp yerleştikleri Anadolu, Kürdistan, Irak ve Suriye’de de devam ettirdiler. Birbirlerine çekilen kılıçların neticesinde Ortadoğu’da üç imparatorluk kuruldu: Anadolu ve Balkanlar’da Osmanlılar, İran’da Safeviler ve Mısır ile Şam eyaleti yöresine egemen olan Türk ve Kafkas kökenli Memluklar.”
Yorum şöyle devam ediyor:
“Bir zamanlar Kafkas, Kürt ve İran asıllı halklarla dolup taşan Azerbaycan bölgesi, hepsi de Türkmen olan Karakoyunlu, Akkoyunlu ve Safevi devletinin saldırıları sayesinde bir Türkmen yurduna dönüştü. Kendisini ‘İkinci Timurlenk’ sayan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, Kürdistan toprağını baştan başa Türkleştirme planını uygulamaya koydu. Kızılbaş Safevi Şahları ise, Kürt beylerini ve topraklarını kılıç zoruyla denetim altına almaya hız verince, Kürt beyleri Sünni inançlı Yavuz Sultan Selim ile ittifak kurmaya mecbur kaldılar.
Yavuz Selim, Safevi Türkmen akınlarının önünü Kürt beylerinin gücü sayesinde kesebildi. Bu nedenle Kürt-Türk (Osmanlı) ittifakı, Seyyah Evliya Çelebi tarafından ‘Kürtler, Acem/Fars akınları karşısında bir set gibiydiler’ şeklinde tarif edilmişti. Buna rağmen izleyen on yıllar boyunca Kürdistan, Osmanlı-Safevi çatışmasının savaş meydanı olmaktan kurtulamadı. Her savaşta, onlarca Kürt beyi ve askeri hayatını kaybediyordu. Kürt halkı perişan oluyor; zulüm, baskı, tehcir ve yoksulluğa maruz kalıyordu. Mesela 1607’de Dımdım Kalesi Safevilerin eline geçtiğinde, Osmanlı'nın savunma hattının ön cephesindeki Mukri aşireti mensubu Kürtler büyük bir can ve mal kaybına uğramışlardı.”
Yazarın özet çıkarsamasına bakalım:
“Genel anlamda bakılırsa 1514 Çaldıran Savaşı, hem Osmanlıların hem de Safevilerin Kürtleri tenkil ve tedip (hizaya getirip bastırma, imha etme) yolunu açmıştır denilebilir.
1639’da Bağdat’ı alan Sultan IV. Murat Diyarbakır’a dönüşünde, kendisini kutlamaya gitmeyen Bitlis Beyi Abdal Xan ile Muzuri aşiret reisi Yusuf Beg’i öldürmek amacıyla üzerlerine asker yollamıştı. Yeteri kadar Kürt insanını öldürdükten sonra bu kez her bir Osmanlı askeri, katlettikleri arasından 20’şer kulak ile 10’ar kesik burun götürüp mükâfat almıştı…
Osmanlı geriledikçe, özellikle Tanzimat Fermanı’ndan sonraki yıllarda (1854) hem Kürdistan beylikleri ortadan kaldırıldı; hem de bu coğrafyadaki katliamlar arttı. Soran (1834) ve Botan (1847) beylikleri bitirildi. Bu tarihten sonra Kürdistan’ın trajik tarihi başlamış oldu.
Osmanlı, yeterince kullandıktan sonra Kürtleri kılıç ve silah zoruyla dışladı, derdest etti.”
1800’lerin son yılları ile İttihat-Terakki ve Kemalist yönetimi sırasında isyan eden Kürtlerin nasıl yenilgiye uğratıldıklarına, önderlerinin nasıl tutuklanıp idam veya ömür boyu hapis cezalarına çarptırıldıklarına dair yazarın verdiği bilgiler, bizim gibi araştırmacılara yabancı değildir. Ancak bunlar, çarpıcı örneklerle desteklenmiş...
Yazı dizisinin ikinci bölümde ise 1980’lerden itibaren baş gösteren silahlı mücadele dönemi hikâye ediliyor.
Yazıda kullanılan bazı belgeler, özellikle dikkatimi çekti: Biri, Padişah Abdülmecit zamanında 1842-47 Bedirxan Bey isyanını bastıran komutan ve üst düzey yetkililere verilen altın, gümüş ve bronz “Kürdistan madalyası”, diğeri Kürdistan’ın güney bölgesinin tanımında kullanılan Arapça yazılı “El Cezire-Asurya Kurdistan” (Kürdistan Asuri Bölgesi) levhası ve üçüncüsü ise Osmanlı okullarında okutulan kitabın “Kürdistan ile Ermenistan coğrafyası” bölümü oldu.
* Konunun ayrıntıları için, Etienne Copeaux’un yazdığı “Tarih Ders Kitaplarında 1931-1993: Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine” isimli çalışmaya bakılabilir.