Neo-liberalizm, Covid-19 ve kırsallık
Yıllardır kitle imha yöntemi gibi sistematik olarak daha amiyane tabirle adeta jenosidi uygulanan köylüye ve mevsimlik işçilere şimdi bel bağlandı. Neo-liberal politakalarla birlikte ülkede kırsallığın da ipi çoktan çekildi. Şimdi de üretimden uzaklaştırılmış ve arazileri gasp edilen çiftçiye bugün “üret” deniyor.
Emre Demir*
Kapitalist egemenlik dünyasında yağma ve talan düzeninin adını yeni dönemle beraber liberalizmden sonra neo-liberalizm aldı. Türkiye’de neo-liberal politikalar özellikle Özal dönemi ile ekonomiye nüfuz edildi. Covid-19 ile neo-liberal yağmanın etkisi, halk sağlığına ve psikolojisine saldırısının boyutları saklanamaz oldu.
Bunun aslında bir düzen değil düzensizlik olduğu ortaya çıktı, haliyle maske düştü. Egemenlerin düzen diye yutturdukları sistemin ne kadar hassas, kâğıttan olduğu artık daha görünür. Önceleri sistemin realitesinin hikmetinden sual olunmazdı; Nasıl olsa ideolojik hegemonyayla içselleşen politikalarla her türlü şiddet, insani-olmayan her saldırı meşru kılındı -ki Covid-19 gelene kadar-. Neo-liberal tezleri mayalandırıp piyasaya süren 'think tank'ler şimdi virüsten sonra yeni bir paradigma peşinde olsalar da şunu iyi biliyorlar: 'Bu sefer zor olacak'. Şimdilik bilinmiyor fakat bu düzenin yarattığı çaresizlik belki daha fazla 'çıplak şiddet'e başvurarak koşulları çetinleştirecek. Belki neo-Keynesyen bir modelle kısa ya da uzun vadede var oluşunu böyle sürdürmeye çalışacak. Gerçek olan ise; fikirsel ve ideolojik egemenlik olduğu sürece, şiddeti her zaman “meşru” bir zemine oturtacak, strateji ve retorik geliştirmenin peşinde olacak bir yapı ile karşı karşıyayız. Salgınla birlikte “virüs insan seçmiyor” gibi safsatalar yayılmaya başladı. Bu, toplumu sınıfsal tabakaların ayrımından uzak tutmak ve meseleyi depolitize etme çabası. Virüs insan seçiyor! Şu anlamda insan seçiyor: Sınıfsal farklılıkları ele alırsak Boğaz'a sıfır yalılarından “sakin ol champ..” ukalalıkları sergileyenler ile gecekondulardan işe gitmek zorunda olanlar arasında virüs bir tercihte elbette bulunuyor.
‘Ücretsiz izin’le birlikte reel ücreti fiilen 1100 TL’ye indirgeyen ve insanların işsiz kalmasını meşru zemine oturtan iktidar, insanlara; “virüs insan seçmiyor” diyor. Virüs de, virüsün tedavisi de insan seçiyor. Mesela “Covid-19 aşısı bulunsa bu aşıyı ilk kimler temin edebilir?” sorusunun cevabı virüsün kimleri seçtiğinin açık göstergesi. Bu bağlamda kamuculukla beraber ücretsiz sağlığı, ücretli izni her zamankinden daha gür şekilde dile getirmeliyiz. Pandemi öncesinde de var olan sınıfsal çatlakları, ahlaki çürümüşlüğü pandemiyle beraber artık herkes görüyor. Bundan sonrası etik yozlaşmaya ve sömürüye karşı insana yaraşan tüm değerleri yinelemek ve bu kokuşmuşluğu afişe etmek, karşısına dikilmek gerekiyor. Virüs etkisiyle beraber yurt içinde özellikle son dönemde kırsala/çiftçiye nota verilmeye başlandı: “Ek, biç, üret”. Çiftçi kıymete bindirildi!
Laissez-Faire'in devlet mekanizmasıyla içselleşerek barbarlaştığı son yıllarda, devlet elini şimdi çağrı yaptığı kitleden yıllar öncesinde çekmişti. Daha da bu kitleye karşı santraller, taş ocaklarıyla beraber dışa bağımlı kılma gibi üretim olanağının sıfıra çekildiği imha yöntemine gidildi. Bu nutukların yanına bir de “mukaddesçilik, yerli ve millilik, birlikte güçlüyüz” kampanyaları eklendi.
Yıllardır kitle imha yöntemi gibi sistematik olarak daha amiyane tabirle adeta jenosidi uygulanan köylüye ve mevsimlik işçilere şimdi bel bağlandı. Neo-liberal politakalarla birlikte ülkede kırsallığın da ipi çoktan çekildi. Şimdi de üretimden uzaklaştırılmış ve arazileri gasp edilen çiftçiye bugün “üret” deniyor. Birikim odaklı sermaye, yıllardır “krizi aşmak için” sömürüyü daha da derinleştiriyor. Ülkede kredilerle ayakta kalmaya çalışan çiftçinin, her gün kamyon kasalarının içine doluşup sigortasız karın tokluğuna yevmiyeli çalışan mevsimlik işçilerinin ve göz göre göre ölüme gönderilenlerin esamesi okunmazken bugün krizin panzehiri olarak görülüyorlar. Virüs ile beraber gelen sokağa çıkma yasaklarından işçiler gibi çiftçiler de muaf tutuldu. “Tarımın dışa bağımlı hale gelmesiyle birlikte iktidar 2017 yılında kamuoyu ile paylaştığı “Milli Tarım Politikası”nda da ‘sertifikalı tohum’la üretim yapan çiftçiye destek verileceğini, geleneksel tohumla üretim yapanlara destek verilmeyeceğini açıklamıştı. Geçtiğimiz yıllarda da tarımda maliyetleri arttıran en önemli unsur, tarımın en önemli girdilerinin (gübre, tarım ilacı vs.) ithalata bağımlı hale gelmesi oldu. “Çiftçinin aldığı tarım girdilerinin fiyatları beş kat artarken; elinden çıkış fiyatları üç kat arttı ve bu durum üreticinin borç girdabına girmesine sebep oldu. 2002 yılında çiftçiye verilen kredi 4 milyar TL iken, 2018 Eylül sonu itibariyle 101 milyar TL’ye yükseldi. Üretici borçlarını ödeyememe durumuyla karşı karşıya kaldı ve birçok çiftçi arazisini yok pahasına satıp kredi bataklığından kurtulmaya çalıştı.” Köylerden göçen gençlerle sermaye büyük bir işçi yedeklemesini de yaparak kendine yeni bir alan açtı ve sermaye her zaman ‘işsizler ordusu’na duyduğu ihtiyacı da böylelikle karşıladı. Dikkat edilirse bu yaşananlar sermaye ve onun fraksiyonlarının bilinçli projesi değil de doğanın yasal döngüsüymüş gibi sunuldu. Özellikle düzenin palazlandırdığı şirketlerle beraber ideolojik mistifikasyon devreye giriyor ve baston koysan yeşerecek coğrafya koca bir çöle dönüşüyor. Hal böyleyken yaşanan felaketler, sosyo-ekonomik şiddetin asıl mekanizması devletten bağımsızdır gibi yanılsama yaratmamalı. Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm eserinde “Devlet artık liberalizm taraftarlarının belirlediği görevleri yerine getirmek için merkezi bir bürokrasiyle donanmıştı” sözünü bu bağlamda hatırlamak, neo-liberal politikaları dayatmak için devlet aygıtının olmazsa olmaz olduğunu unutmamak gerekir.
Lakin gerçeğin farkında olan her birey, iç tutarlılıktan yoksun olan bu çelişkinin, ahlaki çürümüşlüğün ve geniş yarılmanın farkında. Yaşananların ve sistemin yarattığı krizin üzerine yazılıp, konuşulacak onlarca şey var. Son kertede Covid-19’un ekonomiye açtığı gedikle beraber ‘yenidünya’ söylemlerinin arttığı dönemde ‘nasıl’ sorusunu sormak herkesin asli görevi olmalı. Keza cevap aramak da. K. Marx’ın “Yorumlamak yetmez değiştirmek gerekir” sözleri bu bağlamda güncelliğini koruyor ve yinelenmesi gerekiyor. Bu bağlamda kamuculuğu merkez alarak, ortak bir ses çıkarmak elzem değil mi? Genel bir perspektiften bakınca gerçek çözüm odaklarına yönelmek ve toplumun o odaklara kanalize olmasını ikna etmek gerekiyor. Kamucu, eşitlikçi, çiftçilerin hayatlarının güvende olacağı kredi-borç çukurundan çıkarılacağı, ilerici unsurların emek eksenli program yaratmasının tam zamanı. Toprağı olmayan çiftçiye atıl bırakılmış kamu arazileri neden verilmesin? Kooperatifleşmenin önü açılarak üretici ve tüketici arasındaki unsurları kaldırmanın kime ne zararı olabilir? Yerli tohum kullanmak neden teşvik edilmesin? Üretimi ve sistemin motoru olabilecek güce sahip üreticinin merasını HES, JES vb. projelere açmak, yerli-yabancı sermayeye peşkeş çekmek yerine üretici korumak çok mu zor?
*Celal Bayar Üniversitesi Yerel Yönetimler mezunu