Sosyal medya ve Ad Hominem: Bir tartışma etiği üzerine
Bir trol, dilin bir temsil ilişkisi olduğu düşünüldüğünde, bedenini sosyal alanda temsil ilişkisi bağlamında kuramayan bir kimsedir. Temsil edilemeyen beden, demokratik bir düzen açısından görünmezdir. Bunun kökenlerini Oryantalizm tartışmalarında bulabiliriz: Said’e göre Doğu’nun kendini temsili, aslında Batı tarafından inşa edilen bir temsildir. Aynı tartışmayı feminist hareketin yaşadığı temsiliyete dair problemlere de uygulamak mümkün. Kısacası Doğu “yoktur”.
Yiğit O. Özdemir*
Kişilerin, tarafların, dilin faillerinin birbirini zımnen “varsaydığı”, sayısal bir ortam üzerinden sosyal demografi çıkarmak ne kadar doğru, bilinmez. Ben aslında bu yazıda biraz da sosyal medyada ad hominem’in (kişi karalama) sosyal, etik, nihayetinde biraz da ahlaki boyutuna değinmeye çalışacağım. Kimi çıkarsamalar sosyal mecralardaki söylem tarzları üzerinden temellendirilmekte. Mecrayı kendi içerisinde bir bütün, işleyen, zaman zaman kendine özgü bir dil üreten, canlı ve antagonizmaları olan bir yapı olarak düşünürsek, bu tercihimin meşru olduğu anlaşılacaktır.
Öncelikle demokratik temsil krizinin bir devamı olarak, otoriterleşmeyle birlikte sosyal medya kullanımının arttığını düşünüyorum. Mecra olarak çevrimiçi ağların sosyal ilişkileri yapılandırma tarzı, ülkeden ülkeye ve kuşaktan kuşağa, sınıftan sınıfa değişkenlik gösterse de, üretken bir kültürel katmandan ziyade henüz bir alt-kültür. Sınıfsal akslar kişisel deneyimim üzerinden konuşacak olursam eskiden daha az, daha kapalı, ulusal aks daha belirgindi. Bunda temel etmenin ulusal eğitimle internet arasındaki ilişkinin ikincisinin lehine bozulmuş olması olduğunu da eklemek isterim. Bu doğrudan küreselleşmenin etkisinin yanı sıra, yeni medya teknolojilerinin ulusal nosyonları, anlatıları ve bilgi/iktidar mekanizmalarını zaman içerisinde aşındırmasının da bir sonucu.
Şunu ifade etmekte fayda olduğunu düşünüyorum, bilgi formunda deneyimin yalnızca ailedeki erkekler/baba üzerinden aktarıldığı, sembolik evrenin milli eğitim yoluyla devlet tarafından atandığı bir düzen geride kaldı, bu kaçınılmazdı. Burjuva siyasilerin başarısı, bunun “suçunu” solculara, entelektüellere, azınlıklara yıkmak oldu. En son korona virüsünün eşcinsellerden yayıldığı yönünde oldukça gülünç açıklamaları tartışmak zorunda hissettik, çünkü örtük bir nefret söylemi barındırıyordu. Aslında bu açıklamanın alt-metni, katılmıyorsanız ya eşcinselsiniz (şiddetin potansiyel hedefisiniz) ya da “onların” tarafındasınız, şeklinde okunabilir.
Her halükarda millilik edebiyatının dağılmasının etkileri hala sürmekle birlikte, bu, benim babamın “Google Amca” dediği durumu da yarattı. Esprili bir ifadeyle, artık çocukların nereden geldiği babalardan veya annelerden değil, bu kaynaktan, yani bir arama motorundan öğreniliyor. Bilginin geleneksel aktarımı, kapitalist birikim modelindeki krizler dolayısıyla uzun bir süredir sözlü kültürü de katarsak zaten en iyi ihtimalle 4 kuşak öncesine gidebiliyor. Bu anlamda bizim şanssızlığımız, ülkede uzunca bir süredir adı konulmamış bir savaş hali olması, bu krizlerle baş edecek kültürel ve siyasi üstyapıya ısrarla hükümet darbeleri vb. yöntemlerle müdahale ediyor olmamız. Bunu yaparken dini alet etmemiz ve duyguları istismar edenlerin utanç verici düzeysizliği de durumun vahametini katmerlendirerek arttırıyor.
Jacques Derrida’nın bilginin kuşaklar arası aktarımı konusunda verdiği örnek, bugün çok az örneği olmasına rağmen kimi Afrikalı yerli kabilelerde eski (belki bir açıdan antik bile demek mümkün) kuşaklarla yeni kuşaklar arasındaki bellek ve bilgi aktarımının, yedi kuşak öncesine kadar gidebilmesi. Ancak bizim kitaplara rağmen (hatta Derrida’ya göre tam da bu yüzden) bunu en fazla iki kuşak öncesine kadar götürebilmemiz. İslam kültüründe peygamberin sözü olduğuna inanılan ayetlerin, hafızlar tarafından ezberlenmesi ve aktarılması adeti de, bu geleneksel kaygıyı taşıyor: Tahriflere karşı sözün bekçiliğini üstlenmek. Bu anlamda Derrida, bir anlamda yazılı kültür/sözlü kültür ayrımını sorunsallaştırarak, bugün yaptığımız SMS kültürü, Twitter yazarlığı vb. tartışmalara dair de pek çok ipucu veriyor.
Türkiye ise bu konuda kısmen ayrıcalıklıydı, zengin sözlü kültür vasıtasıyla, pek çok dillendirilemeyen acıyı barındırsa da, aynı zamanda ailelerin, aşiretlerin, dedelerin, ninelerin anıları tazeydi. Kitap, modernleştirici, medenileştirici bir unsur olarak hep vardı. Medeniyet, aydın ve kitap (birden çok, kitap) düşmanlığıyla geldiğimiz noktada ise yaşlı, senyör denilebilecek yaştaki insanlara yapılan muamele, bırakın muhafazakârlıkla çelişmeyi, herhangi bir kültür düzeyinin altında.
Bu Gutenberg kültürünün lisana, dünya literatürüne ve kültürüne ilgisi ve erişimi olanlara kapısı daima açık. Bir anlamda seçkin olduğunu, eğer bu sözcüğü bir yafta haline getirmeyeceksek, söylemek mümkün. Eski kuşakların tahsilli insanlara duyduğu saygıyı hatırlamak, bugün bu ecdadının sözde anılarıyla Barış Akademisyenleri'ne saldıran insanların hıncını silmeye yetmeliydi.
Geldiğimiz noktada ise bu seçkinciliğin meşru bir eğitim politikasına dönüşmesi gerekip gerekmediği tartışma konusu.
Her halükarda teknolojiyle beraber dili kuran naratif, hızlı bir dönüşüm geçirdi. Önce radyo, ardından televizyon ve son olarak internet, bilgi kaynaklarına erişim konusunda pek çok sorunu çözdüğü gibi, farklı naratifler arasında inanılmaz uyumsuz, hatta kimi zaman gülünüp geçilmesi gerekeceği halde (yanlış sebeplerle) politize olan parçalı bir demografi ortaya çıkardı.
Örnek vermek gerekiyor, A HBR izleyicisi için, kendi naratifini kuran nesne bir TV ve ankormen. Kullandığı garez içeren dili, yüklemleri, yapılan haberleri, doğru/yanlış kriterleriyle değerlendirmek bir noktadan sonra sonuç vermeyecektir. Önemli olan söylemin işlevidir.
Bilginin sınanması kültürü bilimsel bulguların yükseldiği dönemlerde dahi kimi zaman etik, kimi zaman da teknik bir sorun olmuştur. Bugün ise tamamen kültürel, ahlaki, etik bir sorun. Bugün buna post-truth demek, bana biraz anlamsız geliyor. Bu anlamda Harari’nin, bana kalırsa –büyük ihtimalle ifadeyi kuvvetlendirmek adına- biraz fazla genelleştirerek söylediği “insanlık zaten hep post-truth idi” aforizması, indirgemeci olmakla birlikte saçma gelmiyor. Post-truth’un kendisi, bilgiyi doğrulamasını beklediğimiz devlet aygıtına dair bir sorun. Harari’nin belki telaffuz etmediği nokta bu.
Demek ki, ortada teknolojiye ve eğitime erişim noktasındaki eşitsizliklere dayalı bir naratif çatışması var. Bunu biraz aynı kitabı iki farklı yazarın farklı üsluplarda ve kelimelerle, hatta kimi zaman farklı dillerle, aynı anda yazma çabasından doğan şiddetli bir durum olarak tarif edebiliriz. Buna Türkiye coğrafyasında, her düzeyden okur-yazarda görülebilen bir durum olarak kanonik bilginin önsel olarak seçkinci, Avrupa-merkezci ve Oryantalist olduğunun varsayılması, bu varsayımın siyasette meşru bir konum olarak yer etmesi eklenince, ortaya ambale olmuş bir kültürel panorama çıkıyor.
Baştaki meselemize dönersek. Kültürü oluşturan en önemli unsur, elbette dil. Din duygusunun, dini düşüncelerin, dil olmadan işlemesi mümkün değil. Pedagogların çocuklara dil becerisinin henüz geliştiği 7-14 yaş aralığında dini eğitim verilmemesi konusunda yaptığı uyarılar, din eğitiminin verildiği kurslardaki taciz vakalarının yoğunluğu düşünüldüğünde, son derece yerinde.
Her halükarda dilin akışındaki, enformasyondaki ve asgari iletişim kanallarında kasıtlı olarak yapılan kısa-devreler, tartışma üslubunu da etkiliyor. Trolleri ele alalım. Sosyal medya trolleri nasıl bir motivasyonla hareket ediyor, nasıl önlem alırız sorusu, yanlış bir soru. Trollerin siyasi ve kültürel fonksiyonunu anlamamız gerekiyor. İktidar partisi için şunu yapıyorlar, para alıyor hepsi ve benzeri, verilerle desteklense bile teori olarak kalacak komplo söylemleriyle değil, ancak sosyal medya kültürümüz içerisindeki fonksiyonlarını sorgulayarak yol alabiliriz.
Bana kalırsa bir trol, dilin bir temsil ilişkisi olduğu düşünüldüğünde, bedenini sosyal alanda temsil ilişkisi bağlamında kuramayan bir kimsedir. Temsil edilemeyen beden, demokratik bir düzen açısından görünmezdir. Bunun kökenlerini Oryantalizm tartışmalarında bulabiliriz: Said’e göre Doğu’nun kendini temsili, aslında Batı tarafından inşa edilen bir temsildir. Aynı tartışmayı feminist hareketin yaşadığı temsiliyete dair problemlere de uygulamak mümkün. Kısacası Doğu “yoktur”. Burada yoktan maksat, kendini kendine yansıttığı, kendine ait bir temsil rejimi olamaz. Halihazırda çoktan bir icattır, Batı’nın icadıdır, hatta belki de en önemli icadıdır. Hayali/imgesel düzenden sembolik düzene taşınabilecek değişmeyen bir tözü yoktur.
AKP’nin standart söylemi, zaten bunun yarattığı kültürel gerilimi işlevselleştirmekten öteye gitmiyordu. Trol ise bunun sembolik şiddet düzeyinde refere edilmesi. Şu soruyu sormama izin verin, trollerin birer bot (makine) veya “gerçek insan” olmasının bir önemi var mıdır? Aslında trol, bizim demokratik temsil rejimimizde temsil edilemediğini “bildiğimiz”, bastırılmış Doğu’nun, geri dönüşüdür. Laik politikacılara, kadınlara, “marjinal” gruplara (LGBTİ+, sosyalistler, komünistler, anarşistler, Hıristiyanlar), kısacası aslında Batının demokratik temsil rejiminde yer kaplayan herkesi hedefe koyması, daha doğrusu dili bir sembolik şiddet aracı olarak kurması, aslında kendi bedenini zaten demokratik hattın dışarısında konumlandırdığı anlamına geliyor.
Nefret söylemleri bunun en önemli dışavurumu, ama nefret söylemi söylemi, zaten ancak demokratik bir paradigma içerisinde, temsili olanlar nezdinde geçerli olabilir. Zaten halihazırda Batı’nın inşası olan bir Doğu, müzakerenin tarafı/faili olamaz. Sorun bence demokratik katılım meselesinden ziyade, bu Türkiye gerçeğinin hükümet tarafından araçsallaştırılmış olması; üstelik ta en başından beri, kasıtlı bir biçimde.