Kararsızlık ve erteleme
Kararsızlık bir kişilik özelliği midir, neden bazı kişiler hayatlarını erteleme pahasına pek çok durumda karar verememektedir? Kararsızlık doğuştan getirdiğimiz, karakter ya da mizaç olarak bilinen öz benliğin bir özelliği değildir.
Saadet Emişçi*
Kararsızlık iki durum, nesne arasında seçim yapamama olarak tarif edilir. Ve kararsızlık bazen kişinin hayatında o kadar yoğun bir kaygı yaratır ki, kişi bu kaygı yoğunluğunu yatıştıramayacağı için kalkıp mutfaktan bir bardak su almaktan tutun da bir kitap okumaya başlamaya, iş değiştirmeye, evlenmeye, eğlenmeye, sosyalleşmeye kadar pek çok hayat olayı ve davranışını ertelemek zorunda kalır. Mağazalarda on çift ayakkabı deneyip en sonunda karar veremeyip mutsuz ve biraz da öfkeli bir şekilde hiçbir şey satın almadan mağazadan çıkıp giden kişileri görmüşsünüzdür. Alışveriş yaparken hiç tanımadığınız bir insana kendi giyeceğiniz bir kıyafetle ilgili hiç fikir sordunuz mu? Hep tavsiye edilen kitapları mı okursunuz? Oyuncularını tanımadığınız bir film izler misiniz? Memnun olmadığınız halde aynı işyerinde senelerce çalışır mısınız? Bir arkadaşınızı arayıp aramamak arasında kalıp bütün gün telefonu elinize alıp alıp bıraktınız mı hiç? Mutsuz olduğunuz bir ilişkide ayrılıp ayrılmamaya karar veremediğiniz için senelerce acı çektiniz mi? Ne yiyeceğinize karar veremediğiniz için aç kaldığınız oldu mu? Tüm bu ikilemi hayatınız boyunca yaşadığınızı düşünün! Hem karar verememenin yarattığı huzursuzluk hem kararsızlığın bu durumu yoğun yaşayan insanların hayatındaki sonuçlarına baktığımızda, konunun önemini görmekteyiz.
Peki kararsızlık bir kişilik özelliği midir, neden bazı kişiler hayatlarını erteleme pahasına pek çok durumda karar verememektedir? Kararsızlık doğuştan getirdiğimiz, karakter ya da mizaç olarak bilinen öz benliğin bir özelliği değildir. Kararsızlık kişinin erken çocukluk döneminden itibaren (0-2 yaştan itibaren) anne, baba, ailedeki önemli ötekiler (anneanne, babaanne, dedeler, amca, dayı, teyze, hala vb.) ile kurduğu ilişkiler, yetiştirilme tarzı, aile sisteminin yapısı, maruz kaldığı travmatize hayat olayları ile şekillenen, zamanla kişilik özelliği haline gelen bir davranıştır. Bir bebek dünyaya geldiğinde milyarlarca beyin hücresi ile doğar. Ama henüz bu hücreler arası bağlantılar kurulmamıştır. Çok donanımlı bir cep telefonunuz olduğunu ama henüz hiçbir uygulama yüklemediğinizi düşünün. Nasıl telefona yüklediğiniz uygulamalarla telefon çok daha işlevsel hale geliyorsa insan beyni de kurduğu bağlantılara göre yani özellikle erken dönemdeki yetişme tarzına bağlı olarak şekil alıyor. Hayatın erken dönemlerinde kurduğu nörobiyolojik yolaklarla yani öğrenme ve ilişki kurma şekilleriyle yetişkinlik çağındaki kişiliğimizin temelleri atılır. İçinde bulunduğunuz aile sisteminde anne baba ve diğerlerinin tutumu oldukça belirleyicidir. Eğer ebeveyn tutumu çocuk erken dönemde yeni bir şeyler deneyimlemeye çalıştığında, bir bilim insanı gibi keşifler yapmaya çalıştığında (yürümek, koşmak, kaydıraktan kaymak, koltuğun tepesine tırmanmaya çalışmak, bir yerden atlamaya çalışmak, nesneleri atmak, düşürmek, vb.) ve tabii ki sonraki gelişim evrelerinde yüreklendirici ve kapsayıcıysa yani hem çocuğun bu davranışlarda bulunmasına izin verip bir yandan da onu tehlikeli olabilecek durumlarda devreye girip koruyabiliyorsa, bu çocuk ileriki hayatında güvenle yeni girişimlerde bulunabilen, seçim yaparken gerekmedikçe başkasının onayını almaya ihtiyaç duymayan, kolayca iletişim ve ilişki kurabilen, kendini cesurca ifade edebilen, eylemlerini kolaylıkla başlatabilen ya da gerektiğinde sonlandırabilen, hayatında birtakım sorunlarla karşılaştığında bunlara çareler üretmeye çalışan, potansiyellerini hayata taşıyabilen, olumsuz duygu ve dürtülerini sağlıklı yollarla deşarj edebilen sağlıklı bir yetişkin olacaktır.
Ancak çocuk yetiştirme süreçleri her zaman bu kadar optimal düzeyde sağlıklı olmuyor elbette, hatta istatistiki olarak çoğunlukla aile sistemleri, ana baba tutum ve davranışlarındaki bazı sağlıklı olmayan yapıların sonucu pek çok çocuk, ergen ve yetişkinde hayat işlevselliğini olumsuz yönde etkileyici kişilik özellikleri, ya da kişilik bozukluğu olarak ortaya çıkmakta.
Peki hangi tarz aile sistemleri ve ebeveyn tutumları karar veremeyen, her türlü hayat deneyiminde endişe yaşayan ve hayatını erteleyen bu yapılara zemin hazırlıyor? Farklı ebeveyn tutumlarıyla ilgili yapılan deneysel, gözlemsel ve nörobiyolojik çalışmalar gösteriyor ki, erken çocukluk döneminde çocuk kendini, dünyayı, insanları, ilişkileri anlamaya ve deneyimlemeye çalışırken aşırı kapsayıcı, korumacı, çocuğun her yeni girişimini kaygıyla karşılayan, bu girişimlerde çocuğu yüreklendirmek yerine korkmasına ya da kaygılanmasına neden olan, çocuk bütün bu engellenmelere rağmen bir girişimde bulunduğunda duygusal enerjisini çocuktan çeken yani ebeveyninin onaylamadığı bir davranışta bulunduğunda sözel olmayan yollarla sağ beyinden sağ beyine çocuğa onu onaylamadığı duygusunu hissettiren ebeveynlerin bu davranışları kararsızlık ve erteleme davranışının temellerini oluşturur. Bunu bir örnek üzerinden açıklayacak olursak; bir oyun parkı hayal edin, çocukların salıncakta sallandığı, kaydıraktan kaydığı, top oynadığı bir park. Ve bu parkta bir anne ve dört yaşındaki oğlu arasındaki diyaloğu hayal edelim. Çocuk kaydıraktan kaymak istiyor, ama önce annenin gözlerinin içine bakıyor, (sağ beyinden sağ beyine, yüz ifadesinden) anneden onay almaya çalışıyor, anne sözel olarak izin veriyor ancak, yüz ifadesi, ses tonu, beden diliyle aslında onay vermiyor ve çocuk gidip tek başına oradan kayarsa başına kötü bir şey geleceğinden endişe ediyor, yani çocuğun bu eylemi başaramayacağından korkuyor. Çocuk sözel olarak iznini aldıktan sonra birkaç adım atıp tekrar annesine onay arayan gözlerle bakıyor ama yine annenin gönül rahatlığıyla git dediğini hissedemiyor. Kaydırağın tepesine çıkıyor bir kaydırağa bakıyor bir diğer çocukların nasıl rahatça kaydığına, bir annesinin kaygılı yüzüne. Burada ebeveynin kaygı seviyesine bağlı olarak çocukta en temel üç davranış gelişir. Birincisi çocuk annesin yüksek kaygısı nedeniyle potansiyelini hayata taşıyamaz, içinden gelen davranışı gerçekleştiremez, kayarsa annesinin korktuğu gibi başına kötü bir şey geleceğinden korkar ve kaymayı erteleyerek vazgeçip geri döner. Annede bilinçli dünyasında çocuk vazgeçtiği için üzülür ama bilinçdışı memnun olur çocuk ondan bağımsız bir şey yapmaktan vazgeçtiği için. Bu çocuklar yetişkinlikte yeni hayat deneyimleri ve arzularını hayata geçirmekten yaşadıkları yoğun kararsızlığın ve kaygının sonucunda genelde vazgeçerler, yani hayatlarını hep ertelerler. İkinci ihtimal, çocuk ne pahasına olursa olsun gidip kayar, ancak tüm bu onay alma süreçlerini yaşamak zorunda kaldığı ve başına kötü bir şey gelmesinden endişelendiği için kaymasına rağmen bu deneyimde endişe ağır bastığı için heyecan hissedemez. Bu çocuklar, hedeflerine varıp, amaçlarını gerçekleştirip, yeni hayat deneyimlerinin içine girerler ancak çocukluk dönemlerinden beri ilişki kurma şekilleri nedeniyle şekillenen nörobiyolojik yapılar haline gelen alışkanlıklarıyla bu deneyimlerin hepsinde yoğun kaygı hissederler. Yani yeni bir hayat deneyiminde, hatta hayatı yaşamanın kendisinde heyecan yerine endişe hisseder, maalesef heyecanla endişe yer değiştirir. Mesela romantik bir ilişkinin ilk başlarında heyecan hissetmesi gerekirken beni beğenir mi, sever mi, terk eder mi gibi olumsuz düşüncelere odaklanarak, yalnızca kaygı hissedebilir, hatta bu kaygıdan kaçınmak için kişi hiç ilişki kurmayabilir de. Bu durum iş, sosyal yaşam, kişisel yaşam gibi alanlarda da yaşanacaktır. Üçüncü ihtimal ise çocuğun hem ihtiyacı olan duygusal onayı alamadan kayması aynı zamanda heyecan ve keyif de hissedebilmesidir. Yani bu durumda yetişkinlik hayatında kişi hayatı deneyimlerken korku, kaygı, endişe, heyecan, mutluluk gibi duyguları çoğunlukla aynı zamanda beraber deneyimler. Bu duyguları hepimiz bazı hayat olaylarında aynı anda deneyimleriz, ancak bu kişiler çoğunlukla böyle yaşarlar. Yine karar verme durumlarında ikilem ve endişe yaşar ancak hayatı deneyimlemekten geri kalmaz ve en azından diğerlerinden farklı olarak keyif de alır.
Görüldüğü gibi erken çocukluk döneminde ilişki kurduğumuz kişiler, yetişkinlik hayatımızı nasıl yaşayacağımız, hangi tercihlerde bulunacağımız, nasıl bir sosyal hayatımız olacağı, içimizden geldiği gibi doğal mı yaşayacağımız, yoksa kaygı ve korkularla olmadığımız gibi davranarak mı yaşayacağımız gibi temel hayat konularında belirleyici oluyor.
Peki bu durumu değiştirebilecek bir şey yapılamaz mı? Elbette ki nörobiyolojik sistemimizi, kişilik özelliklerimiz haline gelmiş zihinsel, duygusal ve davranışsal alışkanlıklarımızı değiştirmek çok kolay ve kısa sürede olabilecek değişimler değil. Kişi bu sorunları hayatında fark edemiyor ve zararlarını göremiyorsa bu daha zor değişecek bir durumdur. Çünkü kişinin bu özelliklerini ve yıkıcı etkilerini fark ediyor olması gerekir. Bir yakını tarafından naifçe fark ettirilmeye çalışılıp yüzleştirilebilir ve bu sorunlarla başa çıkabilmesi için bir uzmandan destek alması önerilebilir. Kararsızlık ve erteleme davranışının hayatındaki olumsuz sonuçlarını fark edebilen ama bu durumu değiştirmekte zorlanan kişiler için çözüm daha kısa süreli ve daha kolay olacaktır. Bu sorunun psikolojik temellerini araştırmak ve fikir sahibi olmak da başlı başına sorunun ortadan kalkması için olumlu bir etki yaratacaktır, ancak bu derin araştırmalar ve konu hakkında bilgi sahibi olmak kökten bir değişim için genelde yeterli olmayacaktır. Koca bir hayatı heyecanla yaşamak yerine endişeyle yaşamamak için terapötik müdahale yöntemleriyle çözüm bulunabilen bu sorunun iyileştirilmesi için bir uzmandan destek alınmalıdır. Günümüzde bilimsel odaklı son derece etkili psikoterapi yöntemleriyle hayatımızı olumsuz yönde etkileyen, kontrolümüz dışında davranışlarımıza etki edebilen bu zihinsel alışkanlıklar değiştirilebilmektedir.
*Klinik Psikolog