'Kilyos'ta metfun' mu?
HDP deneyimi, Kürtlerin ulaşmak zorunda olduğu bir mertebeye (Türklüğe) işaret etmez. Kendini imtiyazlı sayan Türklüğe de bir çağrı ve zorunluluk içerir... Resmi Türkçü ideolojinin bugünkü yeşile bürünmüş hali, Kürtlerin demokrasi ve özgürlük mücadelesini, 1930 yılında Cumhuriyet gazetesinde çıkan “Hayali Kürdistan burada metfundur” vecizinde ifade edildiği gibi varlığın imhasıyla sonuçlandırmak istemektedir. Kürtlerin varlık mücadelesi kazanılmış bir mücadeledir. Bugün yapılan saldırılar, var olanı yok etmeyi hedefleyen bir savaş konseptidir. Günün ve anın meselesi, Kilyos mezarlığında kaldırıma gömülen Kürt cenazelerinin neresinde ve hangi mesafesinde durulduğudur.
Veysi Eski - Cengiz Çiçek*
“O iklimde kalırdı acılar…
Duymazdı bir Allah’ın kulu çığlığımızı
Ve dağlara sevdalanırdık,
Karabasan gecelerin sabahlarında
Direnmek kalırdı Kürde
Yaşamanın bir başka adı direnmektir.”
(Musa Anter –Newala Qesaba)
Evet direnmek… Modern zamanların Kürt direnişi, sadece fiziki bir eylem olarak dile gelmedi. Direnen bedene can suyu misali önce ruhu yarattı; kendi esmerliğinde kavrulan bu ruh, içinde dışında egemenlik ilişkisini kabul eden, kuran her düşünceye açıktan cephe aldı, karşısında durdu. Reddiye ile yetinmedi oluşturdu, yarattı. Sadece Rojava’da Daiş çetelerine karşı yürütülen öz savunma savaşında özgür kadın hakikatinde ortaya çıkan ve teslim olmayan ruhun kendisi bile her şeyi anlatmaya değer. Suyunu, kaynağını nereden alıyor? Kırk yılı aşkındır yürütülen kendi olma, oluşa geldikçe kendisini hem halkına hem de bütün ezilen halklara sunan karakterinden alıyor. Kürdistan özgürlük mücadelesini belki de diğer ulusal hareketlerden ayıran en temel yön bu oluyor. Varlık savaşını her koşulda amansız veren; duyguda, düşüncede, pratikte her gün inşa edilen Kürtlük, kendisini var eden ideolojik ve zihniyet kodlarını bütün ezilen kimliklerin mücadelesine armağan etmeye de çalışıyor. Yerellik ve evrenselliğin en ideal vücuda gelme halini de ısrarla koruyor. Bu diyalektik yürüyüş, Kürt Hareketini bir dünya hareketi haline getirirken bağrında büyüttüğü Kürdistanilik de bir dünya kimliği haline geliyor. Bu oluşan evrensel Kürt kimliği, bugün dünyanın her tarafında haklı bir saygınlık yüklüyor Kürt halkına. Dolayısıyla oluşan bu kimlik, Kürtlüğü bırakalım silikleştirmeyi, başta ulusal bilinç ve birlik olmak üzere; siyasette, sanatta, edebiyatta, düşün ve inanç dünyasında Kürdistan mücadelesine tarihi katkılar sunuyor. Bu hakikate mezarlıktan geçerken ıslık çalar misali davranamayız. İç tartışmalar ve eleştiriler, Kürtlerin ulusal birliğine ve başka halklarla dostluklarını, dayanışmalarını büyütmeye vesile oluyorsa kıymetlidir. Hiçbir eleştiri, hakikat örtücülüğüne soyunmamalı. Hakikat, toprağa düşen her Kürt gencinin mücadelesinin tanığı olan Kürdistan topraklarıdır. Ama yine hakikat, Kürdistan’ın savunmasında toprağa düşen enternasyonalist gençlerin mücadelelerine de tanıklık eden Kürdistan topraklarıdır. Toprak Kürdistandır, toprak beynelmileldir. Toprak, Ana oldu; doğurdu, büyüttü, hakikat kıldı.
Martin Heidegger, hakikat ve mücadele ilişkisi için “Mücadele varolanları varlığa getirir” der. Mücadele topraktır ve varolanları hakikatiyle gün yüzüne çıkarır. Kürt Hareketinin sürekli bir mücadele dinamiği içinde olması, onu hakikat hareketi de kılar. O nedenle direniş, Kürtler için bir “fetişizm” değil varolma, var kılma ve Kürt hakikatinin kendini oluşturma, inşa etme biçimidir. Direniş de kendiliğindenliğin akışında yürüyen bir mecra değil elbette. Anmadan ve kritik yapmadan geçilmez; Frantz Fanon Cezayir için ‘kendiliğinden direniş’ diye bir kavram kullanır. Oysaki Fanon, Mücahid gazetesinin ve Cezayir köylüsünün İslami kimliği üzerinden örgütlenmesinin direnişe kattıklarını ıskalamış gibidir. Benzeri, kendi tarihselliği ve toplumsallığını mücadele müdahalesiyle buluşturan Kürt direnişi ise Kürdistan’daki komünal değerler üzerinden direnişini örgütledi.
Peki ne yaptı Kürt Özgürlük Hareketi? 'Kürdistan Sömürgedir' tespitinden yola çıkarak 'Hayali Kürdistan burada metfundur' sözüyle özetlenecek devlet politikasına karşı çıktı. Bu karşı koyuş sadece devlete mi? Elbette ki hayır? Döneminin yaprak dahi kıpırdamayan, betonun altına gömülmüş, teslim alınmış Kürtlüğüne ve sosyalizm mücadelesinde Kürt Ulusal sorununa değmeyen, dokunmayan; tartışıldığında da “devrimden sonrasına” tahvil eden reel sol anlayışa da bir reddiyeydi. Bu iki reddiye, Özgürlük Hareketini ne Kürdistani olmaktan ne de sosyalist olmaktan çıkarır. Tersine sosyalist bir Kürt Hareketi olma hüviyeti kazandırır. Değinmeden olmaz; aşiret, aile, kadın ve din başta olmak üzere reel sosyalist okumaları da kendi içinde mahkum eden; tarihinde, kültüründe ve toplumsallığında ideolojisini yoğuran bir özgünlük taşır. Böylesi sosyalist bir Kürt Hareketi en fazla kimi rahatsız eder? Ortadoğu’daki savaş düzeninin sorumlusu finans tekellerini, küresel kapitalist devletleri ve bölgedeki Kürt statüsüzlüğü üzerinde kendini var eden ulus devletleri. Yetmez, Kürtlüğün kurtuluşunu başka yollarda arayanları ve Kürdistan yakıcılığına dokunmayan sosyalizm arayışında olanları da rahatsız eder. Bu normal mi? Elbette ki normal. Normalliği bilimselliğinden gelir; toplumsal doğa zaten bu farklılıkların toplamıdır. O nedenle fikri düzeyde beğenirsiniz beğenmezsiniz, birlikte yürür ya da yürümezsiniz. Buraya kadar çok normal. Kürt Özgürlük Hareketinin sadece Ulusal Birlik çağrıları ve çalışmalarına bakıldığında ya da HDP’de vücuda gelen çoklu yapının hem kendi içinde hem de dışındaki toplumsal güçlerle ilişkisinin içeriğine bakıldığında kimseyi kendisine benzetmeye ya da benzeşmeye çalışmadığı çok net görülebilir. Tersine çoklu Kürt politik hayatı ve çoğulcu demokratik muhalefet gerçeğinin yaratılması için gayret gösteren yapılardan olduğunun hakkı da teslim edilmeli. Paradigmasal düzlemde, her türden anti demokratik siyasetin alanını daraltmanın yolunun, demokratik birliklerin alanının genişletilmesinden geçtiğine inanan bir mücadele hattının içinde olduğu bilinen bir gerçek.
Ancak toplumsal yaşamın doğal seyrinde ve bunun politik doğasında kabul edilebilecek bu normallik, mesele zulüm günlerinde tepkimizi nereye yönelteceğimiz, neyi önceleyeceğimiz konularına geldiğinde normal olmuyor. Politik arenada demokratlık, ilericilik adına kurulan her söze diyebileceğimiz ilk ve tek şey, her türden ahlak dışı despotik iktidar blokunun saldırıları karşısında nerede durduğunuzdur? Bu konuda sözlü, yazılı ya da eylemsel tutumlarını netleştiremeyenlerin Kürtlük, sosyalistlik ya da ilericilik anlamında söylediği şeylerin nesnel olarak doğruluk olarak payı olsa bile politik ve ahlaki düzlemde doğru bir konumlanış olmadığını belirtmek zor olmasa gerek. Örneğin HDP’nin kimliğine ve temsil ettiği siyasal değerlere dair “eleştirilerin” ayyuka çıktığı bu son dönemlerde neler yaşanıyor? Kürt halkının seçilmiş belediyelerine kayyım darbesi yapılıyor, Kürtler kendi anavatanı olan Rojava’da yeni tedip ve tenkil politikalarına maruz kalıyor, infaz paketi bir yandaş paketi olarak çıkıyor ve binlerce siyasal mahpus hapishanelerde ölüme terkediliyor, son nefesini vermek üzere olan hasta Kürt mahpuslara kalan günlerini ailelerinin yanında geçirme hakkı bile tanınmıyor, HDP yöneticileri her gün siyasi operasyonlarla hapishanelere gönderiliyor. Bütün bunların yanısıra, son yıllardaki tutuklama furyası ve sürgün politikasına rağmen il ve ilçelerde partilerine sahip çıkan, öyle ki pandemi günlerinde bile ilerleyen yaşlarına rağmen partilerinin kapılarını açık tutan ve faşizme iradesini teslim etmeyenlere ne diyoruz? O açık tutulmak istenen kapılara, demokrasi ve özgürlük değerleri adına ne kadar omuz veriliyor? ‘Anayasasız rejim’ düzeninde işte tüm bunlar yaşanırken HDP’yi bu kadar kendine amel yapmak ne anlama geliyor? Günümüz Prokrustes’leri tarafından yatağa bağlanmış ve adeta vücudu üzerinde operasyon yapılan bir ortamda HDP’nin eksikliklerine bu kadar yoğunlaşanların hali, olsa olsa İstanbul’un surları, Osmanlı ordusunca dövülürken meleklerin cinsiyetini tartışan şehrin din otoritelerinin halidir.
Kuruluşundan günümüze yürüttüğü demokratik mücadeleyle yerleşik devlet düzeninde ve siyasetin merkezinde deprem etkisi yaratan ve toplumsal muhalefetin tam merkezine oturan HDP’ye yönelik saldırılar elbette anlaşılırdır. İktidar blokunun bütün saldırılarının hedefinde HDP’de demokrasi ve özgürlük umudunu canlı tutan Kürt Özgürlük dinamiği ve devrimci özü var. Bu özü, kamu vicdanında tartıştırmak ve itibarsızlaştırmak için de en belirgin bileşen olan Kürt hareketinin tarihsel birikimine ve hafızasına saldırılmaktadır. Kürdün onurunu kırarak, onu çaresiz kılarak, değerlerini alaşağı ederek ve HDP’siz HDP tartışmalarını canlı tutarak, bir yanılsama alanı yaratılmak istenmekte. Bu mağduriyet ortamında sistematik ve resmi şiddet elini görünmez kılan en iyiniyetli söylem ve edimler, bu elin sahiplerine hizmet edecektir.
İktidarın sistematik saldırılarıyla teslim alınmak istenen, yüz yıllık ulus-devlet inşacılığında homojenleştiremedikleri bütün kimliklerdir. Bu kimliklerin temel harçlarından birisi olan Kürt kimliği ise ana hedeftir. Çünkü bu Kürtlük, Mahabad’ta Qazi Muhammed, Bağdat’ta Leyla Qasim, Diyarbakır Zindanında Kemal Pir’dir. Bütün direniş ve özgürlük değerlerini aynı potada eritmiş, kimliğini bu değerler etrafında oluşturmuş, varlığını ve bilincini bu değerler üzerinden inşa etmiştir. O nedenle HDP halkların partisi ismini almıştır; doğal olarak HDP deneyimi, Kürtlerin ulaşmak zorunda olduğu bir mertebeye (Türklüğe) işaret etmez. Kendini imtiyazlı sayan Türklüğe de bir çağrı ve zorunluluk içerir. Nedir bu? Herkesin kendi olması ve tahakküm ilişkisinin reddedilmesidir. Ulus-devlet sınırları içerisinde siyaset yapan bir parti olarak HDP ile anılan Türkiyelilik kavramı, Türklüğün bir üstün kimlik olarak tanınması ve burada buluşmak değildir. Tersine ulus devletçiliğin zorunlu olarak önümüze koyduğu tek tipleştirmeye bir itiraz; tarihimizde, kültürümüzde, inanç dünyamızda binlerce yıl kendisini birlikte var etmiş kimliklerin doğal hukukunun teslim edilmesi, yerli yerine oturtulması demektir. Fanon’dan bahisle siyahların mücadelesinin esas hedefi, beyazların uygarlığına 'erişmek' değildir. Siyahların en temel hedefi beyazlara, bir siyah uygarlığının olduğunu kabul ettirmektir. İşte HDP bütün bu uygarlıkların eşitlendiği, sadeleştiği bir zemin olduğu için böylesine hedef altındadır. Hatırlanacak olursa Türkiyelilik kavramı ilk ortaya atıldığında en fazla tepki Türk milliyetçi çevrelerinden gelmişti. Çünkü resmi Türkçülük üzerinden kendisini var eden ve onun rantını yiyen milliyetçilik, Türkiyelilik üzerinden ortaya çıkacak bir anayasal eşitlik çabalarının bile kendisi için ne kadar imtiyaz bozucu bir tanım olduğunun gayet farkındaydı. Türklük ve Türkiyelilik arasındaki farktan bu kadar ürken ‘imtiyazlı Türkler’ meselesi, Türkiye’de siyaset yapmanın ne menem bir şey olduğunu gözler önüne seriyor.
Resmi Türkçü ideolojinin bugünkü yeşile bürünmüş hali, Kürtlerin demokrasi ve özgürlük mücadelesini, 1930 yılında Cumhuriyet gazetesinde çıkan “Hayali Kürdistan burada metfundur” vecizinde ifade edildiği gibi varlığın imhasıyla sonuçlandırmak istemektedir. Kürtlerin varlık mücadelesi kazanılmış bir mücadeledir. Bugün yapılan saldırılar, var olanı yok etmeyi hedefleyen bir savaş konseptidir. Günün ve anın meselesi, Kilyos mezarlığında kaldırıma gömülen Kürt cenazelerinin neresinde ve hangi mesafesinde durulduğudur. Tarihi egemenliklerinden doğru tekerrür ettirmeye çalışanlara karşı, direniş tarihimizin tekerrüründe ne kadar ısrarlıyız? Kilyos’ta kaldırımın altına gömülen cenazelerle verilen mesaj, sadece geçmişten günümüze biriken siyasal-toplumsal hafızanın kırıma uğratılması ya da manevi kırım değil elbette. Kilyos’ta çok canlı ve güncel bir mesaj da verilmektedir; “bize karşı direnenin yatacak yeri yoktur.” Direnişin hafızasını, aktarımını ve iradesini kırmaya dönük bu zifiri karanlık günlerinde bizi aydınlatan meşalelere ihtiyacımız var. HDP’nin kimin partisi olup olmadığı ya da kimin kimden kurtulacağı tartışmaları değil, kimin kiminle buluşacağı, ortaklaşacağı ve dayanışacağı arayış, öncelikli olandır. Direnişin dili, kimliği ve inancı ortaktır ve birleştiricidir. Direnen kendi direngenliğinde kapsayıcı ve kucaklayıcıdır. Zaman, sanal gündemlerin peşinde koşup oralarda takılma değil, demokratik direnişin arındırıcı güzelliğinde kendini var kılma ve oluşturma zamanıdır. Son sözü gerçeğin ve eylemin dilinin sahiplerinden birisine bırakalım. 5 Haziran 2015’te HDP’nin Amed mitinginde yaralanan ve 7 Haziran’da oy kullanan Sabahattin Bekçi: "Bombalı saldırıda iki ayağım kırıldı. Ancak iki ayağım kopsaydı bile yine sandığa gidip oyumu kullanacaktım." Selam olsun…
* Veysi Eski - Avukat
Cengiz Çiçek- Avukat