Fransa’da 2 bin 'aydın müsveddesi'
Geçen hafta Fransa’da Eğitim Bakanı Jean-Michel Blanquer’in Fransız akademisinde İslamo-solculuk olduğu iddiasına destek veren 100 akademisyenin manifestosuna karşı yazılmış bir bildiri 2 bin akademisyen tarafından imzalandı. 100’lerin manifestosunda bizim alışık olduğumuz her şey var: Fransa düşmanlığı, yerli ve milli olmayan düşünce akımları, tabii hakaret, sansür gereği ve bütün bunların da cumhuriyet için yapılacağı.
“Ey aydın müsveddeleri”, siz karanlıksınız, karanlık. Aydın falan değilsiniz.” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a ait ifade “Bu Suça Ortak Olmayacağız” adlı bildirinin kamuoyuna açıklanmasından bir gün sonra 12 Ocak 2016’da dile getirildi. Hem de bir defa değil, günlerce, her gittiği toplantıda, bağıra çağıra, nefretle. Cumhurbaşkanı’nı takiben tetikçi gazeteciler, mafya örgütü liderleri, üniversite rektörleri, YÖK ve tabii savcılar harekete geçti. Her biri el yükselterek, medeni ölüme mahkum etmekten kanlarında banyo yapmaya kadar yükselen tehditler savurdular; her biri kendi meşrebince ama bir blok halinde. Alaaddin Çakıcı Bahçeli’nin ricasıyla cezaevinden çıkınca eğitim hayatına devam etmek için yurtdışına çıkan Sedat Peker’in sözleriyle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sözleri arasında, 11 farklı soruşturmadan 6 günde aklanan Erkan İbiş ile Cem Küçük’ün ifadeleri arasında, iddianameyi hazırlayan, sonrasında FETÖ borsası soruşturmasıyla meslekten çıkarılan savcı İsmet Bozkurt ile bildiriye karşı bildiriyle yanıt veren akademisyenlerin yazdıkları arasında derece farkları vardı sadece. Blok olarak davrandılar. İmzalar geri çekilmedikçe, hatta barışı, bilimi, akademik özgürlüğü savunan imzaların sayısı arttıkça saldırganlığın düzeyi de arttı. Olan biteni muhtemelen bu yazıyı okuyacak olan herkes az ya da çok biliyor. Sonuçları da ortada. Selman Öğüt’ün Berat Albayrak’tan ricalarıyla doçentlik sözlü sınavlarının kaldırılması, akademisyenler arasında kırgınlık yarattığı söylenerek rektör seçimlerinin kaldırılması, rektörlerin doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı tarafından belirlenmesi ve zaten YÖK’ten sonra kalan kırıntılarından inşa edilmeye çalışılan kurumsal özerkliğin ve bilim özgürlüğünün zerrelerinin dahi yok edilmesi. Sürecin önemli isimlerinden biri Erkan İbiş’in sözleriyle “huzur ve güven ortamı” üniversitede böyle sağlandı. Bu huzur ve güven ortamı sayesinde, üniversitelerde belli konularda çalışmak, belli dergilerde yayın yapmak, derslerde özgürce konuşmak, tartışmak mümkün olmaktan çıktı. Huzur ve güven ortamının devamını sağlamak için BİMER, sonrasında CİMER şikayetleri ciddiye alınarak soruşturmalar açıldı. Akademik yükseltme kriterleri rektörlerin her istediği akademisyeni istediği zaman kovabileceği bir zemin olarak kullanıldı, üniversitelerde emniyet güçlerinin çalışmaları teşvik edildi. Mescitlerin ve her üniversitenin yönetimine göre belirlenmiş tarikatların güven verici ortamı tesis edildi. Bunlar üniversiteye ilişkin sonuçlar. Fakat asıl önemli olan ve yukarıda tanımladığım blokça hedeflenmiş olan ise üniversitenin işlevi bakımından sonuçlardı. Üniversite kurumunun toplumsal işlevi, kamusal tartışmalar da dahil olmak üzere bilim alanındaki tartışmalara eleştirel, tutarlı, bilimsel ölçütler dışında sınır tanımayan bilgi üretimidir. Kamu yararına olan bu faaliyet, bu işlevi nedeniyle özel bir koruma altındadır. Bu özel korumanın kurumsal karşılığı da bilim özgürlüğü ve kurumsal özerkliktir. Hedeflenen sonuç da bunun ortadan kaldırılmasıydı, çünkü eleştiri kaldırmaz bir sürecin başlangıcına denk geliyordu blokun saldırıya geçtiği dönem. 7 Haziran 2015 gecesinden 1 Kasım 2015’e gelene kadar karar verilmiş yeni bir iktidar ittifakının girişeceği rejim değişikliğine. Aynı dönemde medyadan, meslek örgütlerine yayılan biçimde saldırının niteliksel bir sıçrama yaşadığını da biliyoruz.
ABD SEÇİMLERİ NE GÖSTERDİ?
3 Kasım 2020 ABD seçimlerini Türkiye bakımından konuşacaksak, konuşulması gereken en önemli sorun kanımca budur. Biden’ın izleyeceği dış politikanın ABD’nin emperyalist çıkarlarının hangi vehçesiyle oluşturulacağı ya da muhtemel yaptırımlara varana kadar geniş bir perspektifte yapılan analizler açıkçası Türkiye bakımından şu anda çok fazla ilgimi çekmiyor, bazılarının çok önemli konjonktürel ve yapısal sonuçları olabileceğini öngörsem de. Fakat seçimler yapısal olarak bambaşka bir şeyi ortada koydu. Hem ABD’nin içerisi bakımından hem de bizim gibi ülkeler bakımından. ABD seçimlerinde yaşananların Türkiye gibi ülkelere, özellikle bu ülkelerde seçimlerde yarışacak olan muhalefet partilerine göstermesi gereken somut, elle tutulabilir bir sonuç var. ABD Başkanı Trump komik duruma düşse de hâlâ seçim sonuçlarını kabul etmiyor. ABD bakımından utanç verici, can sıkıcı ya da komik bulunabilir. Fakat Türkiye’den bakıp bu seçimde olup bitenler karşısında hareketsiz, programsız, sessiz kalmak muhalefet açısından anlaşılabilir değil. Çok basit birkaç karşılaştırma yapalım. Örneğin Türkiye’de yaşanacak muhtemel bir seçimde Erdoğan kameralar karşısına çıkıp kendi iddialarını sıralayıp oy sayımının durdurulmasını istese onun görüntüsünü ekrandan alabilecek bir medya kuruluşu bulabilir misiniz? Hazine ve Maliye Bakanı’nın sosyal medyadan istifasını 24 saatin üzerinde bir zaman diliminde görmeyen bir medyadan bahsediyoruz. Ya da örneğin Erdoğan bir il seçim kuruluna başvurduğunda başvurunun asılsız iddialara dayandığı kararını verecek bir yargıç tahayyül edebiliyor musunuz? 16 Nisan 2017’deki mühürsüz oy pusulaları kararını, İstanbul seçiminin yenilenmesi kararını düşününüz. Örneğin Erdoğan’ın oy sayımına ya da seçim prosedürlerinin uygulanmasına ilişkin iddialarına karşı çıkacak ve televizyonlarda yer bulabilecek kaç akademisyen düşünebilirsiniz? Örneğin Erdoğan seçimi kazandığı inancıyla bir konuşma yapsa ve tarikatlar, cemaatler, silahlı mafya örgütü liderleri etkilenip buna destek vererek sokağa çıksa müdahale edebilecek içişleri mensupları, emniyet güçleri, yargı mensupları bulabilecek misiniz? İşte ABD seçimlerinin Türkiye için gösterdiği yakın, somut, elle tutulur sonuç budur. Türkiye’de rejim değişikliğinin kritik bir aşamasında boğulan kamunun, cezaevlerindeki gazetecilerin ve insan hakları savunucularının, siyasal parti liderlerinin ve yöneticilerinin; sürekli baskı altında tutulan işçi ve kamu emekçisi sendikalarının, kürsülerinden atılan akademisyenlerin, bağımsız yargının ortadan kaldırılmasının, mafyalaşmanın ve tarikatlaşmanın yarattığı asıl sonuç budur. 1 Kasım seçimlerinden beri tekrarladığım Türkiye’de azınlığın seçimler yoluyla çoğunluk olma ihtimalinin var olduğu biçimsel demokrasi koşullarının ortadan kaldırılmasının, “Erdoğan iktidarı terk eder mi?” sorusunun somut karşılığını Trump gösterdi. Güçlü bir kurumsal medyanın, yargının oturmuş kurallarının, federal yapıyla tahkim edilmiş kuvvetler dengesinin varlığı nedeniyle başaramayacak ama denemesi bile hiç önemsiz değil.
Dolayısıyla iktidara gelebileceğiniz koşulların ortadan kaldırıldığı bir anda iktidarımızda cumhuriyet demokrasiyle taçlanacak demek boş sözden ibarettir. Türkiye’de gerçek bir kamuyu tekrar yaratmadan gazeteciler için, akademisyenler için, bağımsız yargı için, insan hakları savunucuları için, köylülerin, kıdem tazminatını örgütlü gücüyle koruyan işçi sınıfının, hak mücadelesindeki madencilerin mücadelesinin parçası olmadan; bugünden amasız, fakatsız korkusuz bir demokrasi mücadelesini örmeden iktidar olamazsınız. Vaat hep olduğu gibi şimdi ve bugün yerli yerinde gerçekleştiğinde siyasal anlamını kazanır.
FRANSA’DA AKADEMİSYEN BİLDİRİSİ VE KARŞI BİLDİRİ
Başlığa dönelim. Geçtiğimiz hafta Fransa’da Eğitim Bakanı Jean-Michel Blanquer’in Fransız akademisinde İslamo-solculuk olduğu iddiasına destek veren 100 akademisyenin manifestosuna karşı yazılmış bir bildiri (1) 2 bin akademisyen tarafından imzalandı. 100’lerin manifestosunda bizim alışık olduğumuz her şey var: Fransa düşmanlığı, yerli ve milli olmayan düşünce akımları, tabii hakaret, sansür gereği ve bütün bunların da cumhuriyet için yapılacağı. 2 bin imzalı akademisyen bildirisi cumhuriyet ve özgürlüğün ancak özgürce yapılan araştırmanın özgürce savunulabileceği ortamlarda var olabileceğini söylüyor. Fransa insan hakları ve yurttaşlık bakımından laiklik çerçevesinde çok önemli sonuçları olacak, aynı zamanda insan hakları bakımından ciddi riskler taşıyan bir sürecin içerisinde, Fransa’nın öncülüğünde Avrupa’nın tamamı da. Bu süreçte, 2 bin imzalı bildirinin parçası olan bütün akademisyenlerin varlığı, ifade özgürlüklerinin ve akademik özgürlüklerinin korunması da asıl olarak Fransa için büyük bir önemi haiz. Böylesine süreçlerinde kamunun boğulmaması, özgür tartışma ortamının varlığının korunması, “aydın müsveddelerinin” riskler alarak da olsa “ortada”, kamunun bir parçası olarak var olmasının önemini Türkiyeli akademisyenler olarak çok iyi biliyoruz.