Fransa’da neler oluyor?

7 Temmuz günü yapılacak ikinci tur seçimleri için bir öngörüde bulunmak oldukça zor. Vichy hükümetinden beri ilk kez, Fransa aşırı sağcı bir hükümet tarafından yönetilme ihtimali ile karşı karşıya. 

Google Haberlere Abone ol

Bir yerlerde bir Anglosakson gazeteci ya da sosyal bilimcinin Fransa’ya ilişkin şöyle bir sözünü okumuştum: ‘Fransa, seçmenlerinin sağa oy verdiği solcu bir ülkedir’. Fransa’yı, daha doğrusu Fransız toplumunu bundan daha iyi anlatan çok az gözlem vardır herhalde. Tabii diğer yanda Fransa, Engels’in klasikleşmiş deyişiyle bir ‘devrimler ülkesi’dir de. 1789 Büyük Fransız Devrimi, 1792 Cumhuriyet’in ilanı, 1830 Temmuz Devrimi, 1848 Devrimi, 1871 Paris Komünü, 1936 Halk Cephesi hükümeti, 1945 işgalden kurtuluş ve nihayet Mayıs 1968… Ama bütün bu devrim ya da devrimci atılımları, karşı-devrimlerin, restorasyon ya da gericilik dönemlerinin izlediği de unutulmamalı. Ayrıca 1792’den 1958’e kadar Fransa’da Cumhuriyetin beş kez yeniden kurulduğu düşünüldüğünde, bu ülkenin siyasal ve sosyal mücadeleler açısından benzeri az bulunabilecek bir ülke olduğu herhalde daha iyi kavranabilir. Dahası, iki yüzyılı aşkın bir dönemde gerçekleşen bütün bu kuruluş ve yıkılışlar, Fransa’da Cumhuriyet tartışmalarını hala sonlandıramadı. O kadar ki, 1958 De Gaulle anayasasının belirlediği ‘Beşinci Cumhuriyet’i yaşayan günümüz Fransa’sında, son birkaç yıldır ‘Altıncı Cumhuriyet’ de dile getirilmeye başlandı.

İşte devrimler, karşı-devrimler ve sosyal hareketler söz konusu olduğunda gerçekten benzersiz bir ülke olan Fransa’da 8-9 Haziran’da Avrupa Parlamentosu seçimleri yapıldı ve Marine Le Pen liderliğindeki aşırı sağcı ya da neo-faşist Rassemblement Nationale (Ulusal Birlik), yüzde 31’lik oy oranı ile seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Başkan Macron’un desteklediği liste ise, aşırı sağ oylarının yarısı kadar bile oy alamadı. Bu seçim sonuçları üzerine Macron, anayasanın kendisine verdiği yetki ile meclisi dağıttı ve üç hafta içinde seçimlerin yapılmasına karar verdi.

Geçen Pazar günü yapılan meclis seçimlerinin birinci turu ise, Macron için daha da büyük bir yenilgi anlamına geliyor. Yüzde 20’lik oy oranı ile Başkan’ın partisi bu kez ancak üçüncü sıradadır. Ulusal Birlik’in yüzde 33, solun Yeni Halk Cephesi’nin ise yüzde 28’lik oy oranları ile seçimin ilk turunu başarılı bir şekilde tamamladıkları söylenebilir. Bu sonuca bakıldığında, Macron’un meclisi feshetme silahını çok riskli bir şekilde kullandığı ortaya çıkıyor. Fransa’nın karmaşık seçim sistemi nedeniyle 7 Temmuz günü yapılacak ikinci tur seçimleri için bir öngörüde bulunmak oldukça zor. Ama şurası çok açık, 1940 yılında Fransız ordusunun savunma hatlarının çöküşü ve ardından gerçekleşen Alman işgali şartlarında kurulan Vichy hükümetinden beri ilk kez, Fransa aşırı sağcı bir hükümet tarafından yönetilme ihtimali ile karşı karşıya. 

Kuşkusuz aşırı sağın yükselişi ve ülke siyasetinin başat bir aktörü haline gelişi, geçmişin Fransa’sında ağza alınması imkânsız eşitlik düşmanı, ırkçı ve faşizan argüman ve sloganların günlük politikanın sıradan birer malzemesi haline gelmesi sadece Fransa’ya özgü bir durum değil. Benzer gelişmeler Avusturya’dan İtalya’ya, İspanya’dan Belçika, Almanya ve nice başka Avrupa ülkesine kadar pek çok yerde yaşandı, yaşanıyor. Yine ABD’de Trump’ın Cumhuriyetçi Parti’deki hakimiyeti ırkçı, beyaz-üstünlükçü aşırı sağın bu dev ülkenin siyasetinde sağlam bir yer edinmesinin açık bir ifadesi değil mi?

Ne var ki bir devrimler, karşı-devrimler ve sosyal hareketler ülkesi olmasının ötesinde Fransa, 1980 sonrasını bir başka ifadeyle neo-liberal kapitalizmin refah devletini yok eden, çalışanları daha da ezen saldırısını, diğer gelişmiş kapitalist ülkelerin tamamından farklı bir şekilde yaşamış bir ülke. 1980’lerin başlarından itibaren İngiltere ve ABD’nin merkez-üssü olduğu neo-liberalizm dalgası fazla bir direniş görmeden pek çok ülkeyi hızla etkisi altına alırken, Fransa bu dalgaya karşı neredeyse kırk yıldır ısrarlı ve ileri boyutlarda direnişler ortaya koyabilmiş belki de tek ülke.

1986 Kasım ve Aralık aylarında yaşanan dev öğrenci hareketi ve işçi grevleri, Mayıs 1968’den beri yaşanmış en büyük kitle hareketiydi. Bu yılda yeni seçilen sağ hükümet dev özelleştirmeler içeren iddialı bir neo-liberal reform programı hazırlamıştı. Adalet Bakanı, tıpkı ABD’de olduğu gibi Fransa’da da hapishanelerin özel şirketler tarafından yönetilebilmesi için çalışmalara başlandığından bile söz edebiliyordu. Ama öğrenci ve işçilerin tepkisi o kadar güçlüydü ki, hükümet ilk uygulamayı düşündüğü üniversite reform tasarısını geri çekti ve takip eden iki yılda programını ancak sınırlı bir şekilde uygulayabildi. 

Bundan yaklaşık on yıl sonra gerçekleşen 1995 grev ve gösterileri ise, Sosyal Sigorta sisteminde köklü bir değişikliği hedefleyen sağ hükümeti bir kez daha geri çekilmeye zorladı. 7 Aralık 1995 günü Le Monde gazetesi, tüm Fransa’yı saran bu büyük grev ve gösteri dalgasını ana manşetinde şu sözlerle tanımlamıştı: ‘Küreselleşmeye Karşı İlk Ayaklanma’.(1) 12 Aralık 1995 günü yapılan dev gösterinin ardından Lyon Garı’nda grevci işçilere hitap eden Pierre Bourdieu yaşanmakta olan sosyal hareketi, ‘uygarlığın yok edilmesine karşı bir direniş’ olarak selamlıyordu.(2)

2000’li yıllarda ise Fransa, gerek sağcı başkan Nicolas Sarkozy, gerekse sosyalist başkan François Holland dönemlerinde, eğitimde, çalışma koşullarında, işsizlik sigortası ve emeklilik sisteminde yapılmaya çalışılan neo-liberal dönüşümlere direnen dev grev ve gösterilere sahne olmaya devam etti. Ardından Macron dönemi geldi ve Kasım 2019’da, onun benzer politikalarına karşı bu kez son yılların en orijinal isyan biçimlerinden biri olan Sarı Yelekliler hareketi ortaya çıktı. Yine Macron’un ikinci dönem başkanlığının büyük projesi olan emeklilik sistemi reformuna karşı milyonlarca çalışanın katıldığı grev ve gösteriler aylarca devam etti. Direniş o kadar kararlı ve ısrarlıydı ki, asla gücünü yitirmedi ve sonunda hükümet bu reformu ancak, Fransa anayasanın antidemokratik ucubelerinden biri olan 49-3 maddesine dayanarak parlamentodan oylama yapmadan geçirebildi.

Son kırk yılda muhtemelen kapitalist dünyanın başka bir ülkesinde asla görülmeyen bu denli yoğun ve ısrarlı direnişler dikkate alındığında, Fransa için yapılmış ‘Seçmenleri sağa oy veren solcu ülke’ tanımlaması gerçekten de anlamlı görünüyor. Ne var ki bu gözlem elbette bu ülke siyaseti hakkında her şeyi açıklamıyor. Tamam, Fransa’nın neo-liberalizme direniş sicili oldukça zengin. Ama bu yaklaşık kırk yıllık direnişlerin ardından bugün Fransa’da aşırı sağın ya da neo-faşist olarak nitelenebilecek bir siyasi partinin hükümet kurma ihtimalinden söz ediliyor. Bunun açıklaması da elbette yine Fransa siyasetinin son kırk yıllık serüveninde aranmalı. 

FRANSA AŞIRI SAĞI YA DA 1980’LERDEN GÜNÜMÜZE LE PEN’İN MİRASI

Günümüzde Marine Le Pen’in başkanlığını yaptığı Ulusal Birlik, geçmişte babası Jean Marie Le Pen tarafından kurulmuş Ulusal Cephe’nin bir devamı. Baba Le Pen bu partiyi, aralarında tescilli Yahudi düşmanlarının, eski Alman işbirlikçilerinin, neo-nazi taraftarlarının ve bir zamanlar Cezayir’in bağımsızlığına karşı silaha sarılmış OAS (Gizli Ordu Gücü) kalıntılarının da bulunduğu bir dizi fanatik aşırı sağcı ile birlikte 1972 yılında kurmuştu. Ama 1970’lerin Fransa’sı, komünist ve sosyalist partilerin seçmenlerin yarısına yakınının oyunu aldığı, işçi hareketinin bugünlere kıyasla muazzam boyutlarla örgütlü olduğu, sağ kanatta ise, sosyal Katolikliğin izlerini taşıyan De Gaulle geleneğinin politik ve örgütsel gücünü hala koruduğu bir ülkeydi. Bu koşullarda Le Pen’in Ulusal Cephe’sinin marjinal bir örgüt olmaktan öteye gitmesi mümkün değildi.

Bu hareketin toplumda bir yankı bulması, savaş sonrası ekonomik büyüme ve zenginleşmenin durakladığı 1980’li yıllarda gerçekleşti. Bu yankının ilk belirtisi ise, 1983 yılındaki yerel seçimlerde Ulusal Cephe’nin Paris yakınlarındaki küçük bir komün olan Dreux’de yüzde 16,7 oranında oy almasıdır. Bu, o günlere kadar seçimlerde hesaba bile katılmayan oranlarda oy alan bir parti için muazzam bir başarıydı. Seçim çalışmalarında göçmenler konusu ile Dreux halkının ekonomik ve sosyal konulardaki şikayetlerini en demagojik bir biçimde birleştiren Ulusal Cephe adayının bu başarısı, Le Pen ve arkadaşlarına bundan sonra tutacakları yolu açık bir şekilde göstermekteydi. Ülkenin yaşadığı her sorunu göçmenlerin, yabancıların varlığı ile ilişkilendirmek ve Fransız halkını tüm sorunlarının yabancıları dışlayan tedbirler aracılığıyla kökünden çözüleceğine inandırmak.

Ulusal Cephe 1980’lerin ikinci yarısından itibaren yükselişe geçecektir ama, bu hareketin ırkçı, ayırımcı, faşizan söylemlerinin, 2000’li yıllara kadar Fransız toplumunda ve siyaset sınıfında büyük ölçüde reddedildiği de unutulmamalı. O nedenle de 1980’li ve 90’lı yıllarda merkez-sağ ve sağ partiler, ufak istisnalar dışında Ulusal Cephe ile yerel ya da ulusal düzeyde seçim ittifakına girmekten sürekli olarak kaçınmak zorunda kaldılar. Bu durumda Ulusal Cephe’nin en küçük bir seçim başarısı bile, partinin esas oy kaynağı sağ seçmen olduğu için, merkez-sağ ve sağ partilerin aleyhine işliyordu. O yıllarda Fransa siyaset dünyasında bir adı da ‘Floransalı’ olan sosyalist başkan François Mitterrand’ın bu özgün durumun farkında olmaması elbette mümkün değildi. Bundan yararlanacak şekilde Mitterrand, merkez-sağ ve sağ partileri zayıflatmak amacıyla aşırı sağcı, Yahudi düşmanı, ırkçı Ulusal Cephe’nin yükselişine yardımcı olacak karanlık taktikler geliştirmeye girişti. Mitterrand’ın o yıllarda sadece Troçkist basında yer alan, ana akım medyada ise -çok iyi bilindiği halde- üzerine hiç konuşulmayan bu Makyavelist uygulamaları, bugün artık Fransa siyasetiyle yakından ilgilenen herkesin malumu. 1986 seçimleri öncesinde Le Pen’in partisinin parlamentoda temsilini kolaylaştıracak seçim sistemi değişikliklerinin yapılması ya da o yıllarda radyo ve televizyonlarda Le Pen’e daha fazla konuşma hakkı sağlanması türünden, Mitterrand’ın aşırı sağın yükselişine katkıda bulunacak müdahaleleri üzerine bugün Fransa’da ayrıntılı bir şekilde konuşulmakta.(3) Yine 1988 yılındaki başkanlık seçimlerinin ikinci turunda Mitterrand’ın sağcı rakibi Chirac’a karşı Le Pen’den destek istediği ve bu desteği aldığı da artık bilinen bir şey.(4)

Aşırı sağcı partinin Fransa’da hükümet kuracak bir güce eriştiği günümüzde, sosyalist bir başkanın bir zamanlar bu hareketin yükselişine yaptığı katkılar belki de şaşırtıcı gelebilir. Üstelik hatırlatmak gerekir ki Mitterrand bu oportünist taktikleri uyguladığında, Ulusal Cephe öyle marjinal bir parti falan değildi. Söz konusu olan, Mart 1986’da yapılan seçimlerde yüzde 10’a yakın oy olarak parlamentoya 35 milletvekili ile girecek ve takip eden yıllarda aldığı yüzde 15 dolaylarındaki oyuyla Fransa siyasetinin kalıcı bir unsuru haline gelecek olan bir hareketti. Bizzat Ulusal Cephe’nin kurucularından birinin veciz ifadesiyle Mitterrand, ‘Ulusal Cephe'yi kurumsallaştırarak, onu sağı yok etmenin bir aracı haline getir’mişti.(5)

Tabii bu sinik taktiklerinin dışında Mitterrand, başka açılardan da Ulusal Cephe’nin gelişmesine katkıda bulunuyordu. Mitterrand başkan olarak 1981’den 1995’e kadar on dört yıl iktidarda kalmıştır. Ayrıca onun başkanlığı bırakmasından iki yıl sonra Sosyalist Parti, 2002’ye kadar beş yıl boyunca Chirac’ın iktidarına ortak olmuş, hükümet yönetmiştir. Ama işte bu yaklaşık yirmi yıllık dönemde sosyalistlerin öncülüğündeki sol, ne işsizliği geriletebilmiş ne sanayisizleşmeyi durdurabilmiş ne sanayisizleşmenin yarattığı tahribatları giderebilmiş ne de refah devletinin barınma, sağlık, eğitim ve ulaşım alanlarındaki yıkımının önüne geçebilmiştir. Mitterrand iktidarının Keynezyen politikalardan açık bir şekilde vaz geçtiği 1983 yılından itibaren uyguladığı ekonomi ve sosyal politikaların, aşırı sağın büyümesine onun Makyavelist taktiklerinden çok daha fazla katkıda bulunduğunu söylemek bir abartı olarak görülmemeli.

Mitterrand ve Ulusal Cephe ilişkisi konusunu kapatmadan önce, 1980’li yılların Fransa’sında aşırı sağın adlandırılması konusunda yaşanan bir gelişmeye de değinmekte yarar var. Siyaset felsefesi ve düşünceler tarihi alanlarında bir araştırmacı olan Pierre Andre Taguieff, 1986 yılında yayınladığı bir makalesinde, Ulusal Cephe gibi partilere ilişkin ‘aşırı sağ’ ya da ‘neo-faşist’ veya ‘neo-nazi’ vb. türünden adlandırmaların, bunların anlaşılmasını zorlaştırdığını iddia etmekteydi.(6) Belli ki Taguieff için, örneğin Le Pen’in partisini İkinci Dünya Savaşında Sovyetlere karşı savaşmak üzere Waffen SS üniforması giymiş faşistlerle birlikte kurduğu ya da Ulusal Cephe’nin  açık Yahudi düşmanı ve göçmen düşmanı söylemi pek önemli değildi. Bunların yerine Taguieff, bu akımı sözde çok daha iyi anlamak için ‘ulusal popülizm’ gibi oldukça sevimli bir adlandırma önerdi. Anlaşılır bir şekilde bu adlandırma kısa bir sürede Fransa siyaset sınıfı tarafından benimsendi. Daha sonraları bu adlandırmanın Anglosakson üniversite ortamlarında da yaygınlaştığı söylenebilir. İlginç bir şekilde aynı Taguieff, 2000’li yıllarda göçmenleri ve Filistin davasını savunan solculara yönelik bir küfür olarak kullanılacak olan ‘Islamo-gauchiste’ (İslamcı solcu ya da İslam solcusu) teriminin de yaratıcısıdır!

2000’Lİ YILLARDA FRANSA’DA AŞIRI SAĞ

2000’li yıllar Ulusal Cephe’nin adeta altın yıllarıdır. Bu dönemin başkanlarının, Mitterrand’ın geçmişteki sinik politikalarıyla kazanacakları fazla bir şey kalmamıştır artık. Le Pen’in 2002 yılı başkanlık seçimlerinde ikinci tura kalacak kadar büyük bir güce ulaşması, bir zamanlar el altından yürütülen karanlık taktikleri işlevsiz hale getirmiştir. Ama asıl önemli olan şudur ki, 2000’lerin başkanları, Fransa’da yıllardır aşırı sağın gelişmesine büyük katkıda bulunan ekonomi ve sosyal politikalarda son derece ısrarcıdırlar ve Mitterrand’ın geleneğini bu anlamda devam ettirmişlerdir. Bunlardan Nicolas Sarkozy, De Gaulle hareketini bitirmiş ve bu gelenekten gelmiş olan partisini tam anlamıyla neo-liberal politikaları savunan klasik bir sağ partiye dönüştürmüştür. Ama bu dönüşüm Fransa sağının bu en büyük partisinin marjinalleşmesinin de yolunu açacaktır. Doğal olarak sağın bu gerilemesinden en büyük yararı aşırı sağ görecektir.

2012-2017 yılları arasında başkanlık yapan -sözde sosyalist (özde hardcore neo-liberal)- François Holland ise, Sarkozy’nin De Gaulle gelenekli partiye yaptığını Sosyalist Parti’ye yapar. Holland ve göreve getirdiği başbakanların, büyük patronların çıkarlarını gözeten ekonomi ve sosyal politikalarıyla Fransız solunun bu büyük partisini yok olma sürecine soktukları söylenebilir. 2012’de yüzde 52’ye yakın bir oranla bir üyesini başkan seçtirmiş olan Sosyalist Parti, beş yıl sonra yapılan başkanlık seçimlerinde sadece yüzde 6 dolaylarında oy alacak, 2022 seçimlerinde ise bu oran yüzde 2’lere düşecektir.

Bu arada Sosyalist Başkan Holland’ın bir diğer önemli tarihsel rolüne de işaret etmekte yarar var. Holland, Macron’u iktidara hazırlayan kişidir (Macron bir zamanlar ‘sosyalist’ iken, Holland’ın önce danışmanlığını sonra da bakanlığını yapmıştır.) Macron’un tarihe muhtemelen Fransa siyasetinin merkez akımını çökertecek bir başkan olarak geçeceği düşünüldüğünde, Holland’ın aşırı sağa yaptığı bir diğer hizmetin ne olduğu da herhalde anlaşılabilir.

İşte sağ ve soldaki iki büyük parti ciddi bir erozyon sürecinde iken bu partilerin sözcüleri, akılları sıra seçmen kayıplarını önlemek için aşırı sağın kitlelerde yankı bulan ırkçı ve yabancı düşmanı söylemlerine sarılmaya başladılar. Sonunda görüldü ki, sosyalistlerin önemli bir kısmı da dahil olmak üzere Fransız siyaset sınıfının önde gelen partileri, aşırı sağın göçmenlere ilişkin ırkçı ve faşizan söylemlerini kendi propaganda repertuvarlarına katmışlar, hatta daha da ileri giderek bu söylemleri bu kez İslamofobi ile daha da zenginleştirmişler. Ama tabii bu söylem değişikliği, merkez sol ve merkez sağ partilere hiçbir yarar getirmemiştir. Çünkü her zaman olduğu gibi bu kez de seçmenler kopyacılara değil, söylemin orijinal mucitleri olan aşırı sağa sadık kalmaya devam ettiler.

Bu süreç içinde doğal olarak Fransa ana-akım medyası da, aşırı sağın önce söylemlerine sonra da sözcülerine daha fazla yer vermeye başladı. Eğlence programlarından sözde ciddi politik tartışma programlarına kadar her yerde aşırı sağın yabancı düşmanı, Müslüman düşmanı, komplocu söylemleri olağanlaştırıldı. Kimi medya patronları reyting için bu yola girerken, kimileri de ideolojik ve siyasal mücadele anlayışlarının gereğini yapıyorlardı. Bu arada milyarder sanayici Vincent Bolloré gibi, kurduğu sayısız televizyon kanalı, gazete, dergi ve radyodan oluşan ve on milyonlara hitap eden dev medya imparatorluğunu, sağı ve aşırı sağı birleştirmek için kullanan büyük patronlar da vardı. Bu koşullarda Fransız toplumunun geniş kesimlerinin ne denli yoğun bir eşitlik karşıtı, ırkçı, yabancı düşmanı ve komplocu tezlerin bombardımanına maruz bırakıldığı daha iyi anlaşılabilir. Bundan kırk yıl kadar önce Perry Anderson, 1980’lerde bir anlamda 1968’in backlash’ını (ters tepkisini) yaşayan Fransa entelektüel ortamını tanımlamak için, ‘Günümüzde Paris dünya entelektüel gericiliğinin merkezidir’ demişti. Aynı Anderson, sadece gerici ve muhafazakâr değil, düpedüz ırkçı faşizan görüşlerin bile on milyonlarca Fransıza bu kadar yaygın bir şekilde aktarıldığı günümüz Fransa’sı için ne der, insan gerçekten merak ediyor.

MARİNE LE PEN’İN BÜYÜK DÖNÜŞÜMÜ

Bu süreçte 2011 yılında parti yönetimini babasından devralan Marine Le Pen, aşırı sağı ‘zamanın ruhu’na uyduracak bir dönüşüm başlatır. Marine Le Pen neo-faşist genç kuşağın temsilcisi olduğu için, elli yıl önce Ulusal Parti’yi kurmuş olan eski kuşağın söyleminin artık zamanını doldurduğunu düşünüyordu. Ona göre yeni kuşaklarda bir karşılık görmeyen açık Yahudi düşmanlığı, homofobi, kafatası ırkçılığı, ölüm cezası taraftarlığı ve hatta yeterince sofistike olmayan komplo teorileri artık gerilerde kalmalıydı.

Marine le Pen ve kadrosu elbette hala ırkçıydı, yabancı düşmanıydı ve ‘üstün ırk’ın varlığına inanıyordu. Ama onların neo-faşist ırkçılığının öznesi değişmişti. Bu ırkçılık, esas olarak Avrupa dışından gelmiş göçmenleri hedef almalı ve onlara Fransa’da (ve Avrupa’da) eşit yaşam hakkı tanımayan yeni bir öz kazanmalıydı. Bu anlayışa göre sadece Fransız ulusunun değil, Avrupalı -Beyaz ve Hıristiyan- ulusların da saflığı kıta dışından gelen göçmenler tarafından bozulmaktaydı. O nedenle geçmişten gelen Yahudi düşmanlığı ve antisemitizm bir kenara bırakılmalı, yoksul Güney ülkelerinden gelen göçmenleri hedef alan bir söyleme geçilmeydi. Böylelikle klasik faşizmin bir zamanlar geniş kitleleri sersemleştirmekte oldukça işlevli olan ‘tüm kötülüklerin sorumlusu Yahudi’ demagojisinin yerine, ‘tüm kötülüklerin sorumlusu yabancılar, göçmenler -Araplar, Afrikalılar, Afganlar, Türkler vb.’ler…- konuluyordu. Zaten yüzlerce yıllık Yahudi düşmanlığı ve korkusunun yerine, yabancı -özellikle de Müslüman- düşmanlığı ve korkusunun konulabilmesi için mevcut koşullar oldukça elverişliydi. Müslümanlar kafa keserken ya da katliamlar yaparken sadece Beyaz Avrupalıları, değil Yahudileri de hedef almıyorlar mıydı? Hatta en büyük düşman Yahudilerdi. Ayrıca Avrupa kıtası yüzyıllardır Yahudilerin de vatanıydı. Görüldüğü üzere yeni kuşak aşırı sağ için Yahudi düşmanlığını anlamsız kılan argümanlar çoğalmıştı. Tabii bu arada İslamcı terörizmin Ortadoğu’yu kasıp kavuran vahşetinin ve Avrupa’da, ama özellikle de Fransa’da gerçekleştirdiği büyük katliamların, antisemitizmden İslamofobiye geçişi oldukça sancısız kıldığı da hatırlatılmalı. 

Diğer yanda Marine Le Pen’e göre, Ulusal Cephe’nin eski kadrolarının kadın düşmanı ve eşcinsel düşmanı söylem ve politikalarına da yeni bir biçim verilmeliydi. Feminizmin anavatanlarından biri olan Fransa gibi bir ülkede neo-faşist hareket, feminist bilincin yaygınlığını dikkate almazlık edemezdi. Ayrıca bu ülkede örneğin başörtüsü gibi konular gündeme geldiğinde kimi feministler aşırı sağdan da fazla tepkiciydiler. Daha 1990’ların başlarında orta öğretimde bazı Müslüman öğrenciler başlarını kapattıklarında, ‘laiklik’, ‘kadın hakları’ diye ayağa kalkanlar arasında solcular ve feministler hiç de azınlıkta değildi. 2010 yılında Troçkist Yeni Antikapitalist Parti’nin yerel seçimler için gösterdiği binden fazla adayın sekizinin başörtülü olduğu açıklandığında, Fransa kamuoyu haftalarca bu ‘skandal’ı tartıştı. Parti sözcüsü Olivier Besancenot ‘Troçkist bir militan aynı zamanda hem feminist hem laik hem de başı örtülü olabilir’ diyordu ama, bizzat kendi partisinin içinden bile öfkeli tepkiler gelmekteydi.(7) Sonunda başörtülü adaylar partiden de istifa etmek zorunda kaldılar.(8) Bu da gösteriyordu ki İslamofobi’nin Fransız toplumunda yer etmesinin sorumlusu sadece aşırı sağ değildi. Bu koşullarda Marine Le Pen’in ‘ben feministim’ diye konuşmaya başlaması anlaşılırdı. Elbette parti kadroları ve büyük ölçüde seçmenleri özünde anti-feminist ve kadın düşmanıydı. Ama Fransa’nın özel koşullarında kimi feminist söylemleri dile getirmeyi çıkarlarına uygun görmekteydiler. Bunun bir ifadesi olarak Ulusal Cephe sözcüleri, geçmişte sessiz kaldıkları kadınlara yönelik şiddet konusunda da tutum almaya başladılar. Ama tabii bu konuyu da yabancılarla bağlantılandırmayı ihmal etmeden. Onlara göre kadınlara yönelik şiddet Avrupalı erkeklerin değil esas olarak yabancı (ve Müslüman) erkeklerin eseriydi. Müslümanlar, anayasa bildikleri Şeriat’a uygun olarak kadınlara rahatlıkla şiddet uygulayabiliyor, bunu yapmadıkları durumlarda ise onları örtünmeye zorlayarak bu kez kadınları manevi şiddet altında bırakıyorlardı.

Marine Le Pen önderliğinde Ulusal Cephe’de gerçekleşen söylem dönüşümünün önemli bir diğer alanı de ekonomiydi. Bu konuda yaşanan değişimin oldukça büyük -üstelik bazı alanlarda demagojiden uzak ve gerçek- değişimler olduğu söylenebilir. Her şeyden önce yeni Ulusal Cephe, geçmişte olduğu gibi, artık Avrupa Birliği’nden ve Euro’dan çıkmayı önermiyordu. Partinin yıllarca savunduğu bu görüşler, belli ki sonsuza kadar muhalefette kalmayı düşünen bir Ulusal Cephe için anlamlıydı. Marine Le Pen ise Fransa’yı yönetmeyi hedeflemişti ve artık Fransa’nın hem kurucusu hem de büyük ortağı olduğu bu büyük proje ile barışmak zorundaydı. Bir zamanlar Euro’ya karşı savundukları Fransa ulusal parası Frank da unutulmalıydı. Aslında Ulusal Cephe başından beri büyük patronları kollayan ekonomi politikalarına asla karşı çıkmamış, ama popülist kaygılar nedeniyle bu konularda sessiz kalmaya ve sadece demagojik çıkışlar yapmaya gayret etmiş bir partiydi. Ama tabii Fransız siyasetinin en büyük partisi olma sürecine girildikten ve iktidar olanakları belirdikten sonra bu konularda nispeten daha açık pozisyon almak artık daha kolaydı. Ayrıca eski kafatasçı ırkçılıktan, Beyaz-Avrupalı üstünlükçülüğe geçiş yapmış bir parti için, Fransa’yı AB’siz, AB’yi de Fransa’sız düşünmek olanaksızdı.

Diğer somut ekonomi politikalarına gelince, aslında bunların Ulusal Cephe’nin her zaman zorlandığı alanlar olduğu söylenebilir. On yıllar boyu Fransa’da çalışanlar refah devletine yönelik neo-liberal saldırılara karşı inatla direnirken, ilke olarak patronlardan yana bir siyasal hareket olan Ulusal Cephe bu momentlerde genellikle düşük profilli bir tutum almış, daha çok suskunluğu ya da nadiren yarım ağızla desteklemeyi tercih etmişti. Ama artık durum değişmişti. Covid sonrasının Fransa’sında sıradan halkın sorunları arasında işsizlik ve satın alma gücünün düşüklüğü ilk başlardaydı. O zaman bunlar partinin propaganda konularının başında -ve tabii ki yabancıların varlığına bağlanarak- yer almalıydı. Ulusal Cephe zaten on yıllardır ‘Ulusal öncelik’ sloganıyla istihdamda, sosyal yardımlarda ve barınmada Fransızlara mutlak öncelik tanınmasını savunuyordu. Şimdi Fransızlar işsizlikten, satın alma güçlerinin düşmesinden, yabancıların varlığından, güvenlik kaygılarının artmasından mı söz ediyorlardı? O zaman onlara, büyük çoğunluğu on yıllardır Fransa’nın sosyal devlet kaynaklarını ‘sömüren’, hiç çalışmadan çok çocuk yaparak devlet yardımı ile yaşamayı tercih eden, bir kısmı da uyuşturucu ticareti ile Fransızları ve Beyaz Avrupalıları zehirleyen yabancılardan kurtularak hem ekonomik sorunlarına hem de güvenlik kaygılarına çözüm getirecekleri söylenebilirdi. Nasıl olsa dünyanın her yerinde olduğu gibi Fransa’da da bu türden büyük ve kestirme ‘çözüm’lere inanmaya hazır milyonlar mevcuttu.

Marine Le Pen’in başını çektiği tüm bu değişimlerin biçimsel ve sembolik bir ifadesi de bulunmalıydı. Bu amaçla 2018 yılında parti yaklaşık yarım yüzyıllık bir tarihi olan Ulusal Cephe’yi geride bırakıp, Ulusal Birlik adını aldı. Ardından 2021 yılında Marine Le Pen parti başkanlığını Jordan Bardella’ya bıraktı, ama tabii ki hareketin bir numaralı figürü ve partinin gelecekteki başkan adayı olmayı sürdürmek koşuluyla.

2024 SEÇİMLERİ YA DA HERKES İÇİN ÇALAN ÇANLAR

Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçları Fransa’da Ulusal Birlik dışında tüm partiler için tam bir bozgun demekti. Seçmenlerin yarısı oy kullanmamış, kullananlar da aşırı sağı birinci parti yapmıştı. İlk büyük tepkiyi seçim sonuçlarının belli olmasından birkaç saat sonra Macron verdi ve meclisi feshederek üç hafta içinde seçimlere gidileceğini ilan etti. Pek çok siyasal gözlemci için Macron’un bu kararı, tehlikeli bir ‘kumar hamlesi’nden başka bir şey değildi. Bir Fransız siyaset bilimcinin güzel formülü ile 1958 Anayasasının başkana verdiği ‘Meclisi fesih yetkisi bir tür nükleer seçenek’ti. Tıpkı atom bombası gibi ancak bir ‘caydırıcı güç’ olarak değerlendirilmeliydi. Gerçekten kullanıldığında ise, kullanana da zarar verebilir, hatta belki de en büyük zararı silahı kullanan görebilirdi. Macron’un partisinin geçen Pazar günü yapılan seçimlerin ilk turunda aldığı sonuçlar, gerçekten de bu gözlemi doğruluyor gibi. Partisi Avrupa Parlamentosu seçimlerinden ikinci parti olarak çıkmışken, şimdi bu seçimde üçüncü sıradaydı.

Muhtemelen Macron bu cüretkâr kararı alırken, kendince hazırlıklı olduğunu düşündüğü bir sonuç beklemekteydi. Buna göre partisi bu seçimlerden birinci parti olarak çıkabilirdi. Çünkü Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılım çok düşüktü. Şimdiyse aşırı sağ tehdidi meclis seçimlerine katılımı artıracak ve bu da Başkan’ın partisine yarayacaktı. Diğer yanda sol müthiş bir dağınıklık içindeydi. Solcular aylardır iktidardan çok birbirleriyle uğraşmaktaydılar. Bu koşullarda sadece birkaç gün içinde aralarında anlaşıp birkaç hafta sonra yapılacak bir seçime hazırlanmaları mümkün değildi. Dolayısıyla sol seçmenin önemli bir kısmı, tıpkı 2017 ve 2022’de olduğu gibi Le Pen karşısında tek alternatif olarak gördükleri Macron’un partisine çaresiz oy vereceklerdi.

Bu arada bazı gözlemciler, Macron’un aşırı sağın mecliste çoğunluğu sağlaması ihtimaline göre de kendisini hazırlıklı gördüğünü belirttiler. Buna göre çoğunluğu kazanması durumunda Macron Bardella’yı başbakan olarak atayacaktı. Ancak ağır ekonomik sorunlar ve her an yeni krizler yaratabilecek uluslararası çatışmalı ortam, Ulusal Birlik hükümetini büyük bir hızla yıpratacak, ayrıca anayasanın kendisine verdiği büyük yetkiler sayesinde Macron bu yıpranmayı daha da derinleştirebilecekti. Bunun sonucunda da aşırı sağ 2027 seçimlerine, bugüne kadar hep olduğu gibi ‘denenmemiş bir siyasal hareket’ olarak değil, tersine yıpranmış bir iktidar partisi olarak gidecekti. Ne var ki Fransız anayasasına göre hükümetin polis ve jandarmadan gizli servislere, oradan -bizdeki valilerin karşılığı olan- prefet’lere karar devlet yönetiminde muazzam yetkilere sahip olduğu ve ayrıca da Başkan’ın parlamentodan çıkan yasalar üzerinde sadece sınırlı bir veto yetkisinin bulunduğu düşünüldüğünde, bir Ulusal Birlik hükümeti deneyinin, basit bir şekilde sadece bu partinin yıpranması sonucunu doğurmayacağı, tersine toplumda ve devlet düzeyinde muazzam altüstlüklere yol açabileceği unutulmamalı. Dolayısıyla Macron’un bu denli büyük boyutlu riskleri içerebilen bir hesap yaptığını söylemek kolay değil gibi görünüyor.

Ancak bütün bunlar bir yana, parlamento seçimlerinin birinci turunun sonuçları, Macron’un üzerine hesap yaptığı esas senaryoyu çökertmiş durumda. Yeni parlamentoda Macron’un partisi çoğunluk sağlayamayacağı gibi, partisinin oluşturacağı parlamento grubu, Ulusal Birlik ve -oluşursa- Yeni Halk Cephesi gruplarının ardında yer almak durumunda kalacak. Aslında bu durum seçimlerden önce de belli olmuştu, çünkü sadece Macron’un değil, pek çok siyasal gözlemcinin de imkânsız gibi gördükleri şey beklenmedik bir şekilde iki hafta önce gerçekleşmişti. Fransız solunun dokuz örgüt ve hareketi derhal bir araya geldiler, meclisin feshini takip eden iki gün içinde Yeni Halk Cephesi’nin kurdular, birkaç gün içinde aday listelerini ve ortak programlarını hazırladılar ve ardından hızla seçim çalışmalarına başladılar. Akıllara durgunluk veren bir hızla gerçekleşen bu gelişmeler Macron’un tüm hesaplarını altüst etti ve seçim sonrası için beklenmedik senaryoların çıkış ihtimallerini yarattı.

Ama tabii bütün bunların ötesinde Le Pen’in partisinin birinci tur sonuçları, aşırı sağ için muazzam bir başarıyı ifade ediyor. Bugüne kadar bu hareket hiçbir parlamento seçiminde bu kadar yüksek bir oy oranına ulaşmamıştı. Elbette Ulusal Birlik’in bu başarısını, ikinci turda bir parlamento çoğunluğu ile taçlandırıp taçlandırmayacağı üzerine kesin bir tahmin yapmak şimdilik oldukça zor.

Öte yanda solun bundan birkaç hafta önce gerçekleştirdiği ittifakın (Yeni Halk Cephesi) potansiyeli üzerine de şunlar söylenebilir. Her şeyden önce sol örgütlerin bu kadar hızlı bir şekilde bir araya gelebilmelerinin nedeni, yaşanan siyasal gelişmelerin ağırlığında ve muhtemel vahim sonuçlarında aranmalı. Aslında Yeni Halk Cephesinin kuruluşunun, Macron’un hesaplarını bozmasından da öte, Ulusal Birlik’in zaferini de zora soktuğunu belirtmek gerek. Çünkü solun birleşmemesi durumunda sol seçmenlerin bir kısmı Macron’un partisine oy verirken, muhtemelen çok daha önemli bir kısmı oy vermeyecek, bu da Ulusal Birlik’in oy oranının artması anlamına gelecekti. Öte yandan Yeni Halk Cephesi’nin yüzde 28 gibi bir oy oranına ulaşması, yıllardır ciddi gerilemeler yaşayan Fransız solu için büyük bir moral yüklemesi anlamına da gelmekte.

Ama öte yandan Yeni Halk Cephesi’nin oldukça kırılgan bir yapıyı ifade ettiği de belirtilmeli. Bir kez bu cephe, bir dizi sol örgütün oluşturduğu bir seçim ittifakından ibaret. İttifakı oluşturan örgütler arasındaki rekabet ve problemler, ilk büyük güçlükte ittifakın parçalanmasına yol açabilecek bir potansiyeli ifade ediyor. Bu kırılganlık ancak sol ittifak üzerinde toplumsal bir baskının mevcudiyeti durumunda giderilebilirdi. Zaten Yeni Halk Cephesi’nin oluşumu da sol kamuoyunun baskısıyla oluşmuştu. Bu baskıdan çok daha farklı bir şekilde yararlanılabilirdi. Yukarıda örgütler düzeyinde bir birlik gerçekleştirilirken, yerelde mahallelerde, işyerlerinde, dernek-sendika ortamlarında oluşturulacak antifaşist birlikler, komiteler vb. ile bu ittifak derinleştirilebilir ve yaygınlaştırılabilirdi. Bu yapılabilseydi, Yeni Halk Cephesi, basit bir seçim avadanlığı olmaktan çıkabilir, gerçek bir toplumsal muhalefet aracına dönüşebilirdi. Şu anda ise Yeni Halk Cephesini, yeterince sağlam olmayan bir seçim avadanlığı olarak kalma ya da muarızlarının akıllı bir manevrası ile işlemez hale gelme tehlikesi beklemekte.

Yeni Halk Cephesi’ni kuran sol liderlerin bu zaafların farkında olmadıklarını, öngörü yeteneğinden yoksun siyasetçiler olarak sadece tepede bir ittifak oluşturmakla yetindiklerini, dolayısıyla yanlış yaptıkları söylemek gerçekçi olmaz. Bir kere şurası açık ki, sağcı olsun solcu olsun deneyli siyasetçiler nadiren yanlış yaparlar. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu genellikle bilirler. Zaten bu yeteneğe sahip olmayanlar kısa sürede tasfiye edilir, yerlerini yenileri alır. Bu anlamda Fransız solunun liderleri de, tabana yaygınlaştırılan ve bir sosyal hareket altyapısına sahip olan bir Halk Cephesi’nin çok daha büyük bir potansiyel ifade edeceğinin pekala farkındadırlar. Ama öte yanda bu sol örgütlerin tamamı, bürokratik örgüt kültürünün güçlü olduğu yapılanmalar. Ayrıca sol liderlerden kimilerinin egoları da, siyasal taktik tercihlerini etkileyecek kadar büyük. Bu durumda gerek liderler gerekse bürokrat kadrolar, siyasetin öznelerini sonsuz bir şekilde çoğaltacak bir demokrasiden içgüdü ile uzak duracaklar, sınırları bürokratik bir şekilde belirlenmiş yapılanma ve eylemlilikleri tercih edeceklerdir. O nedenle şu anda Fransız solunun bir araya gelmiş bu dokuz örgütünden, Yeni Halk Cephesi gibi kırılgan bir seçim ittifakından daha ötesini beklemek gerçekçi olmaz. Bu durum ancak, söz konusu bürokratik kültürü sarsacak ve egosu yüksek liderleri tasfiye edecek büyük altüstlükler yaşandığında değişebilir.

Son seçimde Ulusal Birlik’e oy veren seçmenler farklı sosyolojik profiller olarak incelendiğinde, bu partinin Fransız toplumunun istisnasız tüm kesimlerine ulaştığı ve oralarda istikrarlı bir taraftar kitlesine sahip olduğu, arada biraz fark da olsa bu partinin erkekler gibi kadınlardan da oy aldığı, emekliler arasında ezici bir çoğunluğa ulaştığı ortaya çıkıyor. Ulusal Birlik sadece 24-35 ama özellikle de 18-24 yaş grubunda solun gerisinde kalmış durumda. Sonuç olarak bu kadar net bir ırkçı, yabancı düşmanı, beyaz üstünlükçü, özünde anti-feminist ve demokrasi karşıtı bir söyleme sahip bir partinin, on milyondan fazla oy aldığı düşünüldüğünde, durumun Fransa ve aynı zamanda Avrupa için ne büyük bir vahamet taşıdığı herhalde anlaşılabilir. Ulusal Birlik seçmenleri göçmenleri katletmeyi, onları Fransa’dan kitleler halinde sürmeyi ve yenileri gelmesin diye Güney ülkelerine -binaları yıkmayan sadece insanları öldüren- nötron bombaları atmayı elbette düşünmüyorlar. Ne var ki geçmişte benzeri siyasal hareketlerin evrimleri konusunda biraz bilgi sahibi olunduğunda, radikal felsefeci Alain Brossat’nın birkaç hafta önce yazdığı şu satırlara kulak vermek gerektiğini düşünüyor insan:

''… Yaşadığım köyde Bardella, Marion Mareshal ve diğer aşırı sağ aday Philippot oyların % 35'ini toplamış olduğuna göre, demek bugün itibariyle kabaca bu köydeki iki seçmenden birisi Nazi. Fırına ekmek almaya gittiğimde şöyle bir sayım yapıyorum: bir Nazi, bir Nazi olmayan ya da henüz Nazi olmayan biri, vs. vs. Nazi dediğimde, söz konusu olan retorik bir abartma değil. Ocak 1933'ün sonlarında genel olarak bir Nazi, tüm Avrupa'nın yakılması, tüm Yahudilerin son ferdine kadar yok edilmesi konusunda takıntılı bir fanatik olmaktan çok uzakta biriydi. O daha ziyade ‘ona (O'na) inanan’, Führer'de Almanya'nın kurtuluşunu gören ve Almanların hayatını zehirleyen Yahudilerin dizginlenmesi gerektiğini düşünen bir zavallıydı. Tıpkı günümüzün Marine Le Pen – Bardella hayranlarının Ulusal Birlik’in ‘bizi’ beladan kurtarabileceğine ve kötülüklerin tümünün olmasa da en azından çoğunun kaynağı olan göçmen sorununu ‘çözebileceğin’ inanmaları gibi. O anlamda ‘1933 versiyonu Nazi’ tanımında ısrar ediyorum. Tabii oy pusulası ellerde ve yüzlerde iz bırakmadığı için de herkese merhaba demeye devam ediyorum. (…)'(9)

* Ergun Aydınoğlu’nun yayınlanmış kitapları:

Brezilya İşçi Partisi Deneyimi, Belge Yayınları, 1991.

Türk Solu (1960-1971): Eleştirel Bir Tarih Denemesi, Belge Yayınları, 1992.

Söylenmese de Olurdu – Denemeler, Belge Yayınları, 1996.

Türkiye Solu (1960-1980), Versus Yayınları, 2007.

Sol Hakkında Her Şey mi? Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce - Sol Üzerine Bir Değerlendirme, Versus Yayınları, 2008.

Fis Köyünden Kobane’ye Kürt Özgürlük Hareketi, Versus Yayınları, 2015

Barış Süreci – Söylem Pratik Çöküş, Versus Yayınları, 2022.

Yayınlanmış çalışmalarının tam bir listesi ve blog yazıları için: https://independent.academia.edu/ErgunAydinoglu 

https://aydinogluergun.blogspot.com/  


NOTLAR:

(1) ‘La première révolte contre la mondialisation’, Le Monde, 07 décembre 1995.

https://www.lemonde.fr/archives/article/1995/12/07/la-premiere-revolte-contre-la-mondialisation_3884319_1819218.html 

(2)Pierre Bourdieu avec les grévistes de 1995 : « Contre la destruction d’une civilisation », Le Monde, 22 Mars 2018’.

https://www.lemonde.fr/idees/article/2018/03/22/pierre-bourdieu-avec-les-grevistes-de-1995-contre-la-destruction-d-une-civilisation_5274545_3232.html 

(3) Eric Fassin, ‘Droit de vote des étrangers pour une gauche decomlexée’, Libération, 8 decembre 2011, https://www.liberation.fr/france/2011/12/08/droit-de-vote-des-etrangers-pour-une-gauche-decomplexee_780279

Emile Favard, ‘Mitterrand, un florentin paradoxal, Les Echos, 17 mai 1995,

https://www.lesechos.fr/1995/05/mitterrand-un-florentin-paradoxal-1043279    

(4) Pascale Nivelle, ‘Mort de l’ancien ministre Roland Dumas: honneurs et scandals du mitterrandisme’, Libération, 3 juillet 2024,

https://www.liberation.fr/politique/mort-de-lancien-ministre-roland-dumas-honneurs-et-scandales-du-mitterrandisme-20240703_H4ATLLVT3ZC4VNOC2DBPYLVWLY/  

(5) Victor Boiteau, ‘Proportionnelle en 1986, ‘C’était un coup politique de Mitterrand’, Libération, 20 février 2012,

https://www.liberation.fr/politique/proportionnelle-en-1986-cetait-un-coup-politique-de-mitterrand-20210220_XQE5EOMTNRALTHP64S72N7LPHM/ 

(6) Coralie Delaume, ‘Pierre-André Taguieff revisite le populisme, Causeur, 9 février 2012, https://www.causeur.fr/pierre-andre-taguieff-revisite-le-populisme-15425 

(7) Sophie de Ravinel, ‘Le NPA présente une candidate voilée, Le Figaro, 2 février 2010.

https://www.lefigaro.fr/politique/2010/02/02/01002-20100202ARTFIG00688-le-npa-presente-une-candidate-voilee-.php 

(8) Lilian Alemagna, ‘Ilham Moussaid et onze militants quittent le NPA, Libération, 26 Novembre 2010.

https://www.liberation.fr/france/2010/11/26/ilham-moussaid-et-onze-militants-quittent-le-npa_696442/?redirected=1#mailmunch-pop-1070271 

(9) Alain Brossat, ‘L’antifascisme peut-il casser des briques?’, lundimatin, 20 Juin 2024.

https://lundi.am/Tous-et-toutes-en-Belgique