Futbola hakaret
Ekâbirin çağrısı karşılık buldu. Kayserispor-Fenerbahçe maçında deplasman tribünü boş. Karşılığında müesses sadaka kültürü işletildi: Süper Lig maçları iki hafta şifresiz. Türkiye 3 Mart 2023 itibariyle canının istemediğini tribüne sokmayan bir ülke…
Felsefeci Noam Chomsky’nin sevdiğim bir tespiti var: “Toplumu pasif ve itaatkâr tutmanın kurnaz yolu, kabul edilebilir tartışma alanını olabildiğince daraltmak, ama bu dar alanda eleştirel karşıt görüşlere ve ateşli tartışmalara izin vermektir. Böylece insanlara düşünce özgürlüğü devam ediyormuş duygusu aşılanır; bu arada tartışma ufkuna getirilen kısıtlar sayesinde sistemin bütün ön-kabulleri pekişir.”
Bir haftadır tatsız ve sıkıcı bir taraftar-futbol-siyaset hırgürü sahnede. Süper Lig’i iptal etmediği için pişman olmuş gibi görünen hükümet ve destekçilerinin “seyircisiz lig” önerisi, “Ne dediğinizi bilmiyorsunuz!” tepkisiyle karşılaştı. Ancak görebildiğim kadarıyla yönetenler ne dediğini çok iyi biliyor. Karşı taraftan ise o kadar emin değilim. Çünkü didişmeler tamamen Yeni Türkiye diliyle yürütülüyor…
FUTBOL-SİYASET İLİŞKİSİ DEĞİL, TARAFTAR-SİYASET İLİŞKİSİ
Yirmi yıldır araçsallaştırma çılgınlığı içinde yaşıyoruz. Bu zihniyetin futbol gibi halihazırda kullanışlı bir seçeneği ıskalaması beklenemezdi ve ıskalamadı. Siyasetin emrine giren oyun hem toplumu güncel acil sorunlardan uzaklaştırdı, hem de giderek kalabalıklaşan yandaş çevrelere para ve güç dağıtmak için arpalık vazifesi gördü. Sonuna kadar sömürüldü, dibi sıyrıldı. Spora siyaset bulaşmadı, siyaset spora bulaştı.
Bugüne kadar Türkiye’de ve dünyada futbolun başına olumlu-olumsuz ne geldiyse büyüklüğünden geldi. Futbol eşsiz bir kapsayıcılığa sahip. Tribünlerde herkesi görebilirsiniz. Üstelik Türkiye özelinde, son yıllardaki Başakşehir, Osmanlıspor gibi yapay ve geçici hamleleri saymazsak hiçbir üst düzey kulübün net bir ideolojik kimliği yok. Kimi takımların taraftarı zaman zaman belli sıfatları sahiplenmeye çalışsa da bu tavır hüsnüzan seviyesinde kalıyor.
“Tribünler siyaset yeri değildir” diyenler bu çeşitliliği öne çıkararak bütün tribünün aynı görüşte olmamasına vurgu yapıyor. Tabii kendi menfaatlerinin bekası söz konusu olunca. Konunun bu olmadığı, sadece insanların istediğini söyleyebilmesi olduğunu duymak isteyen yok. Özgürlük talebi ise, “İzin verirsek taraftar kendi içinde birbirine girer” biçiminde formüle edilen sahte güvenlik kaygısıyla bulandırılıyor.
Son derece de titizler. Futbol-siyaset ilişkisini hep taraftar üzerinden kuruyor, lafı asla kodamanlara getirmiyorlar. Arpalığı korumak için münasip ve gerekli görülen dil bu. Neticede karşıt görüştekilerin insan hakları, ifade özgürlüğü diye çırpınması naif bir çaba olarak kalıyor.
DİL İNŞAATI, İNŞAAT DİLİ
Söylenenler kadar sözcük seçimi de son derece bilinçli ve köklü. “Zillet”, “foseptik fareleri”, “tuzak” gibi sözcükler, malumunuz, siyasi veya felsefi kavramlar değil. Bu da kitaba uygun. Çünkü Yeni Türkiye’nin bir tutkusu da kendi sözcüklerini kavram kılığına sokup her yere yerleştirmek; hak, hukuk, demokrasi bağlamından çıkarıp din ve hamaset sosuna bulayarak konuşmayı imkansızlaştırmak.
Bu jargon siyasilerin ve kulüplerin son beyanatlarıyla başlamadı. “Anasının ak sütü gibi helal şampiyonluk”, “Taraftarımızın dualarıyla galip geldik”, “Başkanımızın desteği”, “Bize kumpas kuruluyor”, “Allah nasip etti” sözleri spikerler ve yazarlar da dahil futbolun bütün paydaşları arasında epeydir revaçta. Siyaset-inşaat-futbol netvörkleri üzerinden makamlara yerleşen sorumluların her türlü performans ve liyakat eksikliği aynı tabirlerle kapatılıyor. Tasdik ve rıza yeniden üretiliyor.
HÜKÜMET İLE DEVLET AYNI ŞEY OLSA NE OLUR?
En kötüsü, bu dile alışılıyor. Çoğu muhalif veya en azından iktidar safında yer almayan kişi aynı çukura düşmüş durumda. Bazen daha çok beğeni, bazen daha fazla tık, bazen ilgi çekmek için “kimse kusura bakmasın!”, “anasının ak sütü gibi helal!”, “komplo kuruyorlar!” gibi sahte ifade ve çözümlemelere sığınıyor. Bir dil yaratan kişinin en büyük mutluluğu onun konuşulduğunu görmek olmalı. Türkiye’yi yönetenler şimdi bu saadeti yaşıyor.
“Hükümet istifa” sloganına verilen tepki sonrası en çok yinelenen itirazlardan biri hükümet ile devletin aynı şey olmadığı (konu hakkında nitelikli bir şeyler okumak isteyenler Dinçer Demirkent’in GazeteDuvar’daki yazısına bakabilir) ve insanın hükümeti eleştirirken devletin yanında olabileceği oldu. Baskıcı bir zihniyetle aynı dili konuşmanın bizi getirip bıraktığı yer burası.
Sansür üst üste üç kapıyı kapatır, siz ilkini zorbela açınca her şeyin çözüldüğü yanılgısına kapılırsınız. Baskıcı aklın belki de en şanlı zaferi budur. Güncel tartışmada, hangi gerekçeyle çizildiği belli olmayan, akılsal bir karşılığı da bulunmayan sınırların ötesine geçmek muhaliflerin bile aklına gelmiyor. “Hükümet ile devletin aynı şey olup olmadığının hiçbir önemi yok. Hepsini dilediğin gibi eleştirebilirsin, çünkü sen bireysin, yurttaşsın, insansın” diyebilen çok az kişi çıkıyor.
Halbuki o kadar zor değil. Merak etmeyin, devlete bir şey olmayacak. Bu ülke zaten tasavvuftan ödünç “fena fi’d-devle” tavrıyla defalarca devletin içinde eridi; yetmedi, onun enkazı altında kaldı. Hükümeti/devleti bir kenara bırakıp halk için kaygılanmaya başlasak fena olmaz.
FLAŞLAR PATLIYOR
Çünkü durumumuz, benden duymuş olmayın, pek parlak değil. Ekâbirin çağrısı karşılık buldu. Kayserispor-Fenerbahçe maçında deplasman tribünü boş kalacak. Karşılığında müesses sadaka kültürü işletildi: Süper Lig maçları iki hafta şifresiz. Türkiye 3 Mart 2023 itibariyle canının istemediğini tribüne sokmayan bir ülke. Fenerbahçe Stadı’nda istifa çağrısı yapan bazı taraftarlar ise “ulan” sözcüğünü kullandıkları gerekçesiyle futbol müsabakalarından bir yıl men edildi (şaka değil, resmi gerekçe bu).
Biz seyircisiz lig olur mu olmaz mı diye didişirken işine gücüne bakanlar da vardı. Deprem sürecindeki flaş transferleri flaş ihaleler izledi. Örneğin Anka Haber Ajansı’nın elde ettiği belgelere göre, Galatasaray Başkan Vekili Erden Timur’un sahibi olduğu NEF, depremde yıkılan ve henüz enkaz altında cenazelerin bulunduğu Antakya’nın yeniden inşasını üstlenecek dört şirketten biri oldu. Halihazırda Gaziantep FK’nin stadının isim sponsoru olan Kalyon Grubu da listede. Yarın diğer kulüplerin eski veya mevcut yöneticilerine ait şirketler hakkında benzer haberler duyacağımızdan şüpheniz olmasın. Beşiktaş-Antalyaspor maçının son düdüğüyle stadın hoparlörlerinden bangır bangır “Ölürüm Türkiyem” çalınması boşuna değil. Ortada bir hakaret varsa toplumun aklına ve futbola ediliyor.
İşte bu yüzden, Türkiye’nin bu zihniyetle konuşacak bir şeyi kalmadı. Rasyonel bir tartışma zeminine tutunmak için karşı tarafın da çözüm istemesi veya saf bir cehalet içinde bulunması gerekir. Biz o aşamayı çoktan geçtik. Ya futbolun dilini baştan kurup, elimize tutuşturulan bu uyduruk sözlüğü yırtıp atacak, mevcut zihniyetin gitmesi ve hesap vermesi için uğraşacağız, ya da altı ay sonra bir yandaş spor yorumcusuna, “Bak kardeşim, öyle diyorsun ama!” diye laf anlatmaya çalışacağız.
Açıkçası benim laf anlatacak halim kalmadı. Size de tavsiye etmem. Ama aynı dili bırakmadan önce son kez bir şeyler deme hakkım olsaydı, sözü İrlandalı yazar George Bernard Shaw’a bırakırdım: “Yıllar önce bir gerçeğin farkına vardım. Bir domuzla asla güreşme. Üstün kirleniyor; daha da beteri, domuzun hoşuna gidiyor.”