Futbolun Kayıp Sanatları (11): Lakaplar
Kaleci Cihat Arman kazak rengiyle Fenerbahçe’nin “Sarı Kanarya” olmasına ilham verirken, Nihat Bekdik kendi lakabını kulübüne taşıyıp Galatasaray’ı “Aslan” yaptı…
Futbol sahaları 150 yıldır envaiçeşit insan gördü ve bunları bir şekilde ayırt etme ihtiyacı duydu. Formalarda isimlerin yazmadığı günlerde sırt numarasının yanı sıra en elverişli yöntemlerden biri lakaplara başvurmaktı. Ancak bu gelenek yok olmaya yüz tutmuş durumda. Neden acaba?
ADIMI SEN KOY
Türkçedeki “lakap” sözcüğü Arapça “unvan, künye” manasındaki “l-k-b” kökünden geliyor. Sözlüğe sorarsanız, “Bir kimseye, bir aileye kendi adından ayrı olarak sonradan takılan, o kimsenin veya o ailenin bir özelliğinden kaynaklanan ad” demek. Bizim konumuz ise futbolcu lakapları.
Bir oyuncunun ismi (İbo, Andy), soyadı (Becks), fiziksel görünüşü (Pire, Ayı), davranışları (Deli, Buz Adam), oyun stili (Fırtına, Kasap) lakabına ilham verebilir. Takma isim futbolcunun ailesi, takım arkadaşları, taraftar veya basın tarafından icat edilebiliyor. Kimi örneklerde herkes o ismi kullanır, hatta ilgili şahıs da formasına lakabını yazdırırken (Chicharito, Kaká), kimisinde ismin başına bir sıfat geliyor (“Deli” Bahtiyar, “Takoz” Recep); bazense gündelik kullanıma girmeden sadece basında yer bulan bir tanımlama veya dolaylama (“Karpatların Maradonası”, “Sarı Fare”) olarak kalıyor.
Tarihi biraz belirsiz ve karanlık. İlk kez Vikingler döneminde ortaya çıktığını, hatta lakabı veren ile alan arasında özel bir bağ kurulduğunu, yeni ismin kabulünü kutlayan bir merasim düzenlendiğini söyleyenler var. Kültürden kültüre değişiyor. Yoksul ve dezavantajlı ülkelerde genellikle daha yaygın. Yazılı kültürün zayıf, sözlü kültürün daha güçlü olması ve kölelik geçmişi etken olabiliyor. Örneğin Avrupalı sömürgecilerin yerli halkı plantasyonlarda çalıştırdığı Brezilya’da kölelerin nizami isimleri yoktu; genellikle uyduruk bir ad, bazen sonuna memleketi eklenerek söyleniyordu. Genele bakıldığında ise kişinin ismi ne kadar önemsizse, yani makbul bir soya, ünlü bir ataya dayanmıyorsa, lakap alması o kadar kolay oluyor.
DÜNYANIN LAKABI
Ama futboldaki lakaplar daha aydınlık ve neşeli. Her şeyden önce kitleler tarafından benimsendiğinizi gösteriyor. İnsanlar sizinle olumlu veya olumsuz bir bağ kurmuş olmalı ki bir lakabınız olsun. Her zaman sevgiyi ifade etmese bile ilgi göstergesi olduğu kesin.
Bu yüzden futbol dünyası büyük yıldızların adına kendinden de bir şeyler katmak istedi. Maradona’ya “El Pibe de Oro” (Altın Çocuk), Beckenbauer’e “Der Kaiser” (İmparator) dedik. Pelé’nin lakabı “O Rei”, yani kraldı ama aslında birçok Brezilyalıda gördüğümüz gibi Pelé ismi zaten lakaptı. Bugünün büyükleri için de uydurulmuş adlar var: Messi için “La Pulga” (Pire), Cristiano Ronaldo için “CR7”, vesaire.
Yaygın olarak bilinen sayısız lakap bir yana, anılmayı özellikle hak eden bazıları var. İsveçli Hans Jeppson 1952’de transfer rekoru kırıp 105 milyon lirete Napoli’ye geçince “Napoli Bankası” olmuştu. Ellilerin bir diğer süper yıldızı Raymond Kopa’ya Stade de Reims, Real Madrid ve Fransa Milli Takımı formalarıyla sergilediği taktik zekâ sebebiyle “Napolyon” dendi.
İngiliz mizahı da birçok kez maharetini konuşturdu. Cesar Azpilicueta Chelsea’ye transfer olduğunda böyle zor bir soyadını telaffuz etmekle uğraşmak istemeyen takım arkadaşları fikir teatisinde bulunup kolay -ve hiçbir sebebi olmayan- bir ikame buldu: “Dave”. Louis Van Gaal de United günlerinde Chris Smalling’in adını iki farklı basın toplantısında yanlışlıkla Mike diye söyleyince, oyuncunun ismi Mike kaldı. Daha acımasız muamele görenler de oldu. Cüsseli ancak topu kıran forvet Carlton Cole için telaffuz benzerliğinin de yararlanılarak “Can’t Control” (Topu Tutamıyorum) lakabı seçildi. Eski kaleci David James mükerrer hatalarından ötürü “Calamity James” olmaya layık görüldü.
Dünya futbolundan Bulgar golcü Hristo Stoiçkov’un “Kamata” (bildiğimiz “Kama”), Hollandalı Ruud Gullit’in “Il Tulipo Nero” (Siyah Lale), Fransız orta saha Daniel Bravo’nun “Le Petit Prince” (Küçük Prens), Dennis Bergkamp’ın uçuş korkusuna atıfla aldığı “Non-flying Dutchman” (Uçamayan Hollandalı), Maradona’ya tekme tokat dalmasıyla meşhur Bask stoper Andoni Goikoetxea’nın “Bilbao Kasabı”, iri kıyım Senegalli Papa Boupa Diop’un “The Wardrobe” (Gardırop) ve Juan Roman Riquelme’nin “El Ultimo Diez” (Son 10 Numara) lakapları hatırlanmaya değer. Brezilyalı Vagner “Love” ise asıl soyadının yerine geçen sevgi dolu sözcüğü hareketli gece hayatına borçlu.
Fakat lakap hikayelerinin altın madalyası için başka bir adayım var: 2000’lerin fırtına gibi esen Deportivo takımından Uruguaylı santrfor Walter Pandiani. Sağlam fiziği ve hava hakimiyetiyle de bilinen Pandiani’nin alametifarikası sert şutlarıydı ve bu özelliğiyle “El Rifle” (Tüfek) lakabının hakkını veriyordu. En azından İspanya öyle sanıyordu. Golcü oyuncu bir gün sırrını açıkladı. Gerçekten de Uruguay’da kendisine El Rifle diyorlardı ama başka bir nedenden dolayı: Pandiani karşı karşıya pozisyonlarda topu hep kaleciyle nişanladığı için “Tüfek” namını almıştı.
SOYADI KANUNU VE YERLİ DEVLER
Türkiye’de de futbolcu lakaplarının köklü bir geçmişi var. Özellikle 1934 tarihli Soyadı Kanunu öncesinde oyuncular çoğunlukla isimlerinin önüne getirilen sıfatla birlikte anılıyordu. (Zengin örnekler için Mehmet Yüce’nin Ale’l-Itlak Baldırı Çıplak kitabına bakılabilir.) Hızıyla meşhur Otomobil Nuri, kondisyonuyla tanınan Dalaklı Hüseyin, çiçekbozuğu yüzünü ismine taşıyan Sütlaç Bekir ve elbette Baba Hakkı gibi karakterleri saymak mümkün. 1980’lerde Trabzonspor’da forma giyen Hasan Şengün de bir rivayete göre sahada takım arkadaşına “Dobi bana at” dediği için şive kurbanı olmuş, adı “Dobi Hasan” kalmıştı.
En unutulmaz iki örnekse Fenerbahçeli Cihat Arman ve Galatasaraylı Nihat Bekdik. “Uçan Kaleci” Cihat sarı kazağıyla kulübün Sarı Kanarya ismine ilham verirken, “Aslan” Nihat aynısını Galatasaray için yaparak kendi lakaplarını takımlarına taşıdı. Bazı büyükler içinse ismini söylemeye bile gerek yoktu: Sinyor, Taçsız Kral, Ordinaryüs dendiğinde kimden bahsettiğinizi herkes anlıyordu; bugün de anlıyor.
BÜYÜK, KÜÇÜK, ÜÇ
Türkiye’de lakaba benzer bir pratik de “Büyük, Küçük” adlandırmasıydı. Yalnız değiliz. Portekizcede de mesela Fernando adlı bir oyuncuya “Büyük Fernando” anlamında Fernandao ya da “Küçük Fernando” manasında "Fernandinho" deniyor. Ancak Türkiye’de Büyük Mehmet, Küçük Mehmet gibi tamlamaların yanına bir garabet eklenmişti: “Üç”. 1989-90 sezonunda Fenerbahçe’ye katılan Şenol Ulusavaş, takımda halihazırda bir büyük bir de küçük Şenol bulunduğu için “Şenol Üç” oluvermişti. Soyadını kullanmak yerine neden böyle bir şey yapıldığı, evrenin keşfedilmeyi bekleyen sırlarından biri!
BİTMESİN
Bugün futbol dünyası yaratıcı takma isimlerden ziyade “Yeni Maradona”, “Yeni Zidane” gibi nostaljik yakıştırmaları tercih ediyor. Brezilya başta olmak üzere birçok ülkede takma isimler hâlâ var ancak hem sayıca hem kullanım yaygınlığı açısından gerileme döneminde oldukları aşikâr. Bunun da sebepleri var.
Öncelikle, sadece sahada değil saha dışında da lakaplar azaldı. Özellikle köylerde bolca kullanılırken nüfus kente yığıldıkça tedavülden kalkmaya başladılar; insanlar adı-soyadı ile anılır oldu. Eski kullanımlar köylerde ve kasabalarda kaldı. Etrafınızda kaç kişinin lakabı olduğunu şöyle bir düşünün. Sanırım geçmişe kıyasla çok fazla çıkmayacaktır.
Dünyanın kibarlaşmasının da etkisi var. Lakap insanları birbirinden ayırmak için kullanıldığından ve bunun en basit yolu dış görünüşe bakmak olduğundan, Ayı, Öküz, Kocakafa, Bodur gibi, politik doğruculuğa sığmayan lakapları gönül rahatlığıyla kullanmak mümkün değil. Bugün bu tarz ifadeler ayrımcılık veya “body-shaming” kapsamına girebiliyor.
Ancak sanırım daha tatsız ve derin bir sebep var. Futbolcular artık mahalleden tanıdığımız top oynayan çocuklar değil; aşağı yukarı hepsi birer şirket veya mühim şahsiyet, en azından kendini öyle sanıyor. Hal böyle olunca gerek oyuncuların kendi arasındaki, gerekse taraftar ile futbolcu arasındaki mesafe giderek açılıyor. Lakap her şeyden önce samimiyet ifadesi olduğundan, mesafe arttıkça takma isimler de ortalıktan çekiliyor. Bugün tuttuğumuz takımlarda semtten bildiğiniz Sarı Ali değil, yurtiçinden veya yurtdışından bilmem kaç milyon Euro’ya transfer edilmiş profesyoneller oynuyor. Sponsorların uydurduğu ve bireyleri değil takımları kapsayan kof yakıştırmalar da geçmişteki isabetli lakaplara kıyasla eğreti ve ucuz kalıyor. Tuhaf ama muhtemel: Takımınızın stoperine artık “Deve” demiyor olmanız, sevdiğiniz renklerle aranızdaki bağın gevşediğinin alameti olabilir…