Futbolun Kayıp Sanatları (2): Kaptanlık
Kaptan çoğu zaman, “başka takımın formasıyla hayal edilemeyen” oyuncuydu. Ama böyle oyuncuların sayısı giderek azalıyor…
Durduğu yerde pek bir şeye benzemiyor. Kendi üzerine katlanmış, lastikli bir kumaş parçası. Üzerinde genellikle “C” harfi var. Ama kolunuza geçirdiğiniz anda sahadaki cüssenizi büyütüp, etrafınıza bir hale çizebiliyor. Kaptanlık bandı futbolun büyülü nesnelerinden biri.
En azından eskiden öyleydi. Bobby Charlton, Franz Beckenbauer, Johan Cruyff, Didier Deschamps, Carles Puyol, Steven Gerrard… Kaptanın bin türlüsü var. Kendi taraftarının tapıp rakiplerin nefret ettiği (Roy Keane), bütün futbolseverlerin saygı duyduğu (Paolo Maldini), saha içinde sesi çok çıkan (Sergio Ramos), sessiz durup tutumuyla liderlik eden (Javier Zanetti) çok farklı tipler bulmak mümkün. Ama artık pek ortalıkta görünmüyorlar. Büyük kaptanların nesli tükeniyor olabilir mi?
PRIMUS INTER PARES
“Primus inter pares” (“eşitler arasında birinci”) kavramı Roma döneminden miras. Kabaca yönetici sınıf içinden birinin “baş” kabul edilip yönetme hakkını devralması olarak tanımlanabilir. Ortaçağ feodalizminde de sürer. Aristokrat derebeyleri bir araya gelip içlerinden birini hükümdar seçer. Parlamenter sistemde başbakan bakanlar arasında “primus inter pares” konumundadır. Zaten “kaptan” sözcüğü – içinde “cap, capo” yani “baş” geçen tüm Latince kökenli sözcükler gibi – liderlik tınısı taşır.
Saha içinde kolundaki bantla ayırt edilen kaptan da “eşitler arasında birinci” konumunda. Kaptanlık kurumu oyunun emekleme günlerinden beri mevcut. 1872 yılında tarihteki ilk milli maçta İngiltere’nin başında Cuthbert Ottaway, İskoçya’da ise kaleci Robert Gardner sahaya kaptan olarak çıkmıştı. Görev tanımı zaman içinde oldukça değişti. Başlangıçta teknik direktörlüğe yakın bir rolleri vardı. Sonra sadece antrenmanları yönetir oldular. Zaman içinde bir kulübün kültürünü benimsemiş ve o kültürü yeniden üreten figürlere dönüştüler. Bu kültürel jeneratör işlevi nedeniyle birçok kaptan formayı çıkardıktan sonra da yuvada kalıp çeşitli kademelerde görev aldı. Ömür boyu “kaptan” olarak anılıp, kulübün ete kemiğe bürünmüş hali oldu. Örneğin Baresi’ye bakan herkes, Milan’ı gördü.
GÖREV VE KARAKTER
FIFA kural kitabına göre takım kaptanının tek bir resmi görevi var: Santra öncesi para atışına katılmak. Geri kalan uygulamalar ise kurallardan ziyade teamüllere dayanıyor. Örneğin maçtan önce hakem iki kaptanı yanına çağırıp “temiz bir maç” istediğini söyleyebilir. Çıkış tünelinden sahaya çıkışta takımın en önünde o ilerliyor. Hararet yapmış tribünü sakinleştirmek, pozisyon tartışmak için hakemle muhatap olmak, zaferlerde kupayı kaldırmak gibi rolleri ve huyları var.
Kulüp kaptanı ile takım kaptanı arasında ince bir ayrım görmek de mümkün. Kulüp kaptanı saha dışı temsil görevlerini üstlenirken, takım kaptanı geleneksel rolünü oynuyor. Ama çoğu zaman bu iki görev aynı kişi veya kişilerde toplanıyor. Bugün çoğu takımda hiyerarşik olarak belirlenmiş üç kaptan var.
Ama kaptan takım içindeki ağırlığını yukarıda bahsedilen görünür eylemlerinden ziyade, sahne arkasındaki rolüne borçlu. Takım ile hoca ve yönetim arasındaki iç siyasette oyunculara sözcülük ediyor. Prim görüşmeleri, ceza tartışmaları gibi konularda inisiyatif alabiliyor. Buna herkesin takım için çalışması konusunda ekstra bir itici güç olma özelliği eşlik ediyor. Organizasyonun daha ilkel kaldığı eski yıllara ve alt liglere gittikçe, kaptanın rolü genellikle büyüyor.
Bunca farklı görev ve sorumluluğu yerine getirecek kişinin ister istemez birçok niteliği bünyesinde barındırması gerek. Oyuncularla bağ kurmak, takıma liderlik etmek, gerektiğinde ekibi ayağa kaldırmak gibi yetiler şart. Ayrıca her daim kayıtsız şartsız disiplinli ve iştahlı olması, asla takım arkadaşlarını suçlamaması, gerektiğinde maddi ve manevi fedakarlıkta bulunması bekleniyor. Bazen yetenekli ama karakterinde bu özellikler bulunmayan (bkz. Quaresma, Mesut Özil) oyuncular, kaptanlık bandının sihrine duyulan inanç gereği daha iyi motive olmaları için bu rütbeyle onurlandırılıyor.
ATANMIŞLAR, SEÇİLMİŞLER
Ancak bütün bunlar için önce birinin bu kutlu makama getirilmesi gerek. Takım kaptanları atama veya seçimle belirleniyor. Atamayı bazen yönetim, çoğu zaman teknik direktör yapıyor. Farklı ölçütler söz konusu. José Mourinho gibi doğrudan kıdeme bakanlar var. En uzun süredir forma giyen kimse bant ona emanet ediliyor. Yokluğunda bant ikinci veya üçüncü kaptana geçiyor. Bazı idealist teknik direktörler ise kaptanın sadece oyuncuları değil oyunu da anlaması gerektiğinde ısrarcı. Kaptanı kendisinin sahadaki uzantısı olarak görenler, mesela Van Gaal, “Benim kaptanım her zaman ilk on bir çıkar” diyor.
Seçim ise takım arkadaşları arasında yapılıyor. Sürprizler mümkün. Mesela 1973 yılında Ajax teknik direktörü George Knobel, takım kaptanını oyuncular arasındaki gizli oylamayla belirlemeye karar vermişti. Tartışmasız lider Cruyff, seçileceğinden emindi. Ancak takım arkadaşları Piet Keizer’i tercih etti. Kulüple ilişkisi zaten zayıflamaya başlamış Cruyff için bu olay bardağı taşıran son damlaydı ve yıldız oyuncu birkaç hafta sonra Barcelona’ya transfer oldu. Birçok futbolcu – özellikle kaptan değilse – kaptanlığın çok önemli olmadığını belirtiyor, ama çoğu için hâlâ büyüsünü koruyor.
NERDE O ESKİ KAPTANLAR…
Futbolda kaptanlık hep vardı, muhtemelen her zaman da olacak. Ancak aktif futbolcular arasında dev bir örnek bulmak zor. Roy Keane, Paolo Maldini, Steven Gerrard ve Carles Puyol gibi son temsilcilerden sonra, oynamaya devam edenlerden ilk akla gelen isim Sergio Ramos. Ancak Real efsanesi olan oyuncu – biraz da mecburen – başka bir iddialı takıma transfer olarak ağızlarda buruk bir tat bıraktı. Ne de olsa kaptan biraz da “başka takımın formasıyla hayal edilemeyen kişi” demek.
Kaptanlığın küçülmesinin birçok sebebi var. Biri, daha ziyade oyunun mitolojik, epik ve psikolojik yanına karşılık geliyor olması. Bugünkü “pozitivist” futbolda, kaptanın takıma sağladığı ölçülemeyen katkılar, istatistiklerin arasında gözden kaybolabiliyor. Kaptanın ön plana çıkabilmesi için, Euro 2020’deki Danimarka-Finlandiya maçında Eriksen’in rahatsızlanması üzerine karışan sahada sorumluluğu üstlenip müthiş bir liderlik sergileyen Simon Kjær gibi ekstrem kahramanlıklar sergilemesi gerekiyor.
Bir diğer sebep ise, post-endüstriyel futbola hâkim olan çabuk sıkılma huyu. Bülent Korkmaz Galatasaray’ın, Rıza Çalımbay Beşiktaş’ın, Rüştü Reçber Fenerbahçe’nin kaptanıydı. Bu oyuncular hatalar yapardı, teknik zaafları vardı, ama kimse hemen satılıp yerlerine “daha iyisinin” gelmesini düşünmezdi. Bugün birini olduğu gibi kabullenmek veya gelişmesini beklemek büyük bir günah olduğu için, bir futbolcu – kaptan bile olsa – iki hata yaptığında hemen değiştirilmesi gerektiği yönünde yoğun bir baskı oluşuyor. Sabır, günün en kıt kaynaklarından biri. Eksik olanı geliştirmek değil, değiştirmek makbul. Bu şiddetli erozyona dayanmak güç.
Transferin futbolda her derde deva statüsü kazanmasıyla birlikte taraftar, menajerler, hatta bizzat oyuncular, sürekli bir sirkülasyon arzusunda. Le Tissier, Shearer, Totti, Gerrard, Etxeberria gibi isimler, daha büyük ve zengin bir kulübe gitmektense altyapısından yetiştikleri veya genç yaşta katıldıkları takımlarda simge olmayı tercih edebiliyordu. Günümüzde ise Grealish’in futbolu Aston Villa’da bırakması imkânsız. Güç “elit” kulüplerin elinde toplandıkça, “altına hücum” hızlanıyor. Hal böyle olunca aynı kulüpte uzun yıllar oynayan simge figürlerin sayısı azalıyor. Hücum oyuncularının albenisi daha fazla olduğundan ve daha hızlı transfer yaptıklarından, kaptanlık giderek savunmaya ve kaleye doğru kayıyor. Gerçi bunun daha eski bir fenomen olduğunu savunan ve hücumcuların doğası itibariyle daha “bencil” olmasına bağlayanlar da var.
Organizasyon ve görev dağılımı açısından da farklı bir dönemdeyiz. Kaptanlık biraz akışkan ve sıvı bir rütbe; kulüpteki ve takımdaki çatlakları doldurmak gibi muğlak bir görev tanımı var. Günümüzde teknik ekiplerin kalabalıklaşmasıyla birlikte her kulüp oyuncu yönetimindeki boşlukları mümkün olduğunca kapatmaya uğraşıyor. Teknik direktör ve ekibinin kapladığı alan giderek genişliyor. Oyuncu menajerlerinin de etkisi var. Artık mali konularda yönetimle görüşmek için kaptanın aracılığına ihtiyaç kalmadı; bu işi menajerler hallediyor.
BİREY VE OTORİTE
Daha derin bir psikolojik veya sosyolojik boyuttan bahsetmek de mümkün. Birey veya bireycilik dün doğmadı. Ancak bu yaklaşımın, genellikle toplumun alt sınıflarından gelen futbolcular arasında yaygınlaşması görece yeni bir olgu. Kuşaklar ilerledikçe daha da görünür hale geliyor. Neticede otorite eskisi kadar kıymet görmüyor. Kaptanın birçok takımda karşılık geldiği “abi” kavramı, yirmi yıl öncesine kıyasla çok az şey ifade ediyor. Futbolcular daha katı bir realist bakışa sahip. Bu durum iyi mi kötü mü bilinmez, ama farklı. “Kaptan için oynamak”, “arma için oynamak” gibi kavramlar eskiyor. Daha birey odaklı bir iş etiği var ve performans üzerinden tanımlanıyor. Mevcut örnekler de bunu gösteriyor.
Son birkaç yıldır zirveye oynayan Manchester City’nin kaptanı Kevin De Bruyne “büyük kaptan” tanımına hiç uymuyor. Tıpkı Messi ve Benzema gibi, arkadaşlarını ateşleyen tutkulu bir yaklaşımı yok. Ama performansı ve kalitesiyle “rol model” olabiliyor. Hocası Pep Guardiola da durumdan çok rahatsız görünmüyor. Geçmişte kaptanlar teknik direktör gibiydi. Bugün ise eski babacan, otoriter, yerinden kalkmayan hocaların yerini alan genç ve dinamik teknik direktörler, saha kenarındaki hareketli ve capcanlı performanslarıyla kaptanlığı devralmış gibi.
Futbolda roller değişmeye devam ediyor. Ama sahanın içi her şeye rağmen dokunulmaz bir yer. Bugün sahaya bakınca saç modelleri, kramponlar ve dövmeler eskisine göre çok daha renkli bir görüntü veriyor olabilir. Yine de her maçta “o oyuncuyu” bulmak için gözümüz hızla her yeri tarayıp o sıradanoğlusıradan ama büyülü nesneyi aramaya devam ediyor…