YAZARLAR

Futbolun ulusal alegorisi-2

Oyun kültürü ve kurumsallaşmış strateji açığı genelde hep motivasyon ve jenerasyon yakalamayla ikame edildi. Bir ulusal futbol takımının başarı ya da başarısızlıkları değerlendirilirken motivasyon kavramı bu kadar çok kullanılıyorsa, bu durum aslında söz konusu takımın ciddi bir oyun planı olmadığının işaretidir. Motivasyon, kaliteli bir oyun planının verimini arttırabilir elbette ama tek başına başarının garantisi asla olmaz.

Türkiye ulusal futbol takımı, pandemi nedeniyle 2021’de oynanabilen 2020 Avrupa Futbol Şampiyonası finallerinde grubunda yaptığı üç maçı da kaybederek elendi. Üstelik bu üç maçta da ne oyun stratejisi, taktikleri açısından ne de oyuncu performansları açısından sahada tutunabildi. Hiçbir maçta kazanma, hatta berabere kalma alametleri gösteremedi. Ve bu sonuç ülkede çok büyük bir tepki yarattı.

Aslına bakılırsa Türkiye ulusal futbol takımı dördüncü sıradan girdiği bir grubu dördüncü sırada tamamlamıştı. Gruptaki takımların dünya sıralamasında yerleri şu şekildeydi: İtalya yedinci, İsviçre on üçüncü, Galler on yedinci ve Türkiye yirmi dokuzuncu. Sonuç olarak grubu İtalya dokuz puanla birinci, Galler dört puanla ve averajla ikinci, İsviçre yine dört puanla ve averajla üçüncü ve Türkiye sıfır puanla dördüncü sırada bitirdi. Takımların dünya sıralamasındaki yerleriyle grup performansları karşılaştırıldığında sürprize benzeyen tek şey on yedinci sıradaki Galler’in on üçüncü sıradaki İsviçre’yi averajla da olsa geride bırakmasıydı. Onun dışındaki her şey eşyanın tabiatına uygun gibi gözüküyordu.

Takımın grup maçlarındaki genel performansı gerçekten çok kötüydü ama sonuçlar esas alındığında aslında pek de sıra dışı bir şey yoktu. Peki o zaman bütün bu gürültünün kaynağı neydi? Neden beklentiler bu kadar yüksekti? Türkiye ulusal takımları niçin hep olağanüstü sonuçlar beklentisiyle bu tür turnuvalara giriş yapıyordu? Benim bizzat şahit olduğum dönemde zaman zaman yarı final gibi önemli başarılar elde etmesine rağmen, bu başarılar neden istikrar kazanamıyordu? İşte bütün bu sorular Türkiye ulusal futbol takımının bir ulusal alegorisi olabileceğini ima ediyor. O zaman Türkiye’de futbolun ulusal alegorisi ne olabilir? Bu soruyu sorunca aklıma hemen istikrasızlık, kurumsallaşamama, ergenlik gibi kavramlar geliyor.

Geçen hafta yine Gazete Duvar’da yazdığım “Futbolun Ulusal Alegorisi I” başlıklı yazıda belirttiğim gibi, Dünya Kupası ve Avrupa Şampiyonası finallerini 1974’ten beri takip ediyorum. Benim takip ettiğim süre içinde zaten Türkiye ilk kez 1996 Avrupa Şampiyonası finallerine katıldı. Daha sonra bir Dünya Kupası ve bir Avrupa Şampiyonası yarı finali gördü Türkiye. Bu iki yarı final oldukça önemli başarılardı Türkiye futbolu için, ancak bu başarıları geçici olmaktan çıkarabilecek bir istikrar hiçbir zaman sağlanamadı. Türkiye futbolda hiçbir zaman finallere düzenli olarak katılabilen bir takım olamadı.

Söz konusu dönemde Türkiye sadece üç teknik direktörle şampiyona finallerine dâhil olabildi. Bunlar Fatih Terim, Mustafa Denizli ve Şenol Güneş'tir. Yani Türkiye 1996-2021 arasındaki çeyrek asırda finallere katılabilen sadece üç teknik direktör üretebildi. Ülkenin ulusal futbol takımını bir çeyrek asır boyunca bir bakıma bu üç isime bağımlı kalmasını, ülkenin yurt dışına teknik direktör ihraç edemiyor olması gerçeğiyle birlikte düşündüğümüzde, bu konuda ciddi bir zaaf içinde olduğumuz söylenebilir. Teknik direktör üretememe aslında oyun ve strateji üretememeyle doğrudan bağlantılı bir şey. Türkiye ulusal futbol takımlarının hiçbir zaman İtalya gibi, Brezilya gibi, Almanya gibi, Hollanda gibi bir oyun kültürü olmadı, olamadı. Belki zaman zaman bu takımları yenebildik ama bunlar genellikle gündelik başarılar olarak tarihte yer aldılar.

Oyun kültürü ve kurumsallaşmış strateji açığı genelde hep motivasyon ve jenerasyon yakalamayla ikame edildi. Bir ulusal futbol takımının başarı ya da başarısızlıkları değerlendirilirken motivasyon kavramı bu kadar çok kullanılıyorsa, bu durum aslında söz konusu takımın ciddi bir oyun planı olmadığının işaretidir. Motivasyon, kaliteli bir oyun planının verimini arttırabilir elbette ama tek başına başarının garantisi asla olmaz.

Diğer bir konu ise daha önce belirttiğim gibi jenerasyon yakalama meselesi. Örneğin; son şampiyonaya katılan takımdan beklentinin bu kadar yüksek olmasının ve başarısızlığın yarattığı hayal kırıklığının bir nedeni de, genel kanının iyi bir jenerasyon yakalandığı konusunda yaygın bir kanaat olmasıdır. Ama kurumsallaşmış bir oyun kültürü ve uzun vadeli stratejilerin olduğu bir ortamda jenerasyon yakalanmaz. Çünkü kaliteli oyuncular, teknik direktörler ve oyun planları sistematik olarak üretilir. Yani iyi jenerasyonlar aslında gökten zembille inmek zorunda değildir. Onu siz bizatihi üretebilirsiniz. Hatta bunu düzenli olarak tekrar ve tekrar yapabilirsiniz. Bu imkânsız bir şey değildir. Üstelik özellikle ulusal takımlar aynı zamanda birer üstyapı kurumudur. 30-40 kişilik derin bir kadro, nitelikli bir teknik ekip ve güçlü bir oyunla başarılı olmanız mümkündür. Başarı için her köye futbol sahası yapmanız mutlaka şart değildir. Elbette öyle olması başarı imkânlarını arttıracaktır. Ancak Türkiye’de söylemsel düzeyde çok yaygın olan ama bir türlü gerçekleşmeyen güçlü altyapı bile bu bakımdan vazgeçilmez değildir.

Türkiye’de futbolun ulusal alegorisine dair değinmek istediğim son nokta ise ergenlik konusu. Elbette bu mesele toplumsal hayatın her alanında karşımıza çıkan bir durum. Toplum olarak yeterince olgun olduğumuz pek söylenemez. Olgunluğu en basit haliyle kendiyle, sorunlarıyla, eksikleriyle yüzleşebilme kapasitesi olarak tanımlıyorum. Ulusal futbol takımlarımızın oyuncular, teknik ekip, federasyon bazında bu yeteneklerinin üst düzeyde olduğu söylenemez. Futbol sadece ayakla oynanan bir oyun değildir. Tüm oyunlar gibi futbol da öncelikle akılla, olgun bir akılla oynanır. En azından katıldığımız son iki finalde oyuncular ile teknik direktör arasında ciddi bir ilişkisel problem olduğu aşikârdı. Hatta katıldığımız son iki şampiyonada da teknik direktör ve ulusal takım seçicileri, takıma kendilerinin seçtiği oyuncuları kamuoyu önünde alenen eleştirdi. Üstelik bu eleştiri teknik mahiyette değildi. Eleştiriler kişiselleşmişti. Meselelere böyle yaklaşılan bir ortamdan bundan fazlasının çıkması zaten eşyanın tabiatına pek uygun olmazdı.


Besim F. Dellaloğlu Kimdir?

1965’de İstanbul’da doğdu. 1984’de Galatasaray Lisesi’ni, 1990’da Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Yüksek Lisans ve Doktorasını Mimar Sinan Üniversitesi’nde Sosyoloji alanında hocası felsefeci Ömer Naci Soykan danışmanlığında yaptı. Lisans ve lisansüstü eğitimi esnasında uzun süre Fransızca turist rehberliği yaptı. Memleketin büyük bir bölümünü gezdi. Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde (1998), Paris VIII Üniversitesi’nde (2002), Lizbon Üniversitesi’nde (2014), Strasbourg Üniversitesi’nde (2017-2018), Mainz Gutenberg Üniversitesi’nde (2018-2019) doktora sonrası araştırmalarda bulundu ve dersler verdi. Bu vesileler sayesinde dönem dönem Frankfurt, Paris, Lizbon, Strasbourg ve Mainz’da yaşadı. Türkiye’de Mimar Sinan, Marmara, İstanbul Bilgi, Yıldız Teknik, Galatasaray, Kırklareli, İstanbul ve Sakarya Üniversitelerinde dersler verdi. 2019’da üniversiteden emekli oldu. Okuryazarlığa devam ediyor. Mevcudu bulunan kitapları şöyledir: Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum (Say), Romantik Muamma (Timaş), Benjamin (Derleme-Say), Benjaminia: Dil, Tarih ve Coğrafya (Ayrıntı), Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi (Timaş), Zamanın İçinden Zamanın Dışından (Heretik), Poetik ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi (Timaş).