Galata’nın fethi
Türk-İslamcı ideolojinin Ayasofya’da namaz gibi Taksim’e cami hülyası da gerçekleşmiş oldu. Kalata’daki “Frengî şiveli Tersâ”, yerini şarkî şiveli Müselmana terk etti.
Doğu-Batı sınırının Kürt dağları ile tarif edildiği, sonra İstanbul ve Dardanel (Çanakkale) boğazlarına taşındığı ileri sürülebilir. Nitekim René Grousset, Doğu-Batı ayrışmasını Med savaşları ile başlatır. Tinsel kökleri antik İranî sahaya uzanan Yunan siteleri ile gerçekleşen bu savaşlar, Kafkaslardan Basra Körfezi’ne uzanan dağlık surun kapılarını açar. Batı sık sık bu surun dibine kadar gelir, hatta onu geçip ötelere ulaşır; Doğu da bu suru arkasına alarak defalarca Marmara surunun kıyısına varır, hatta karşı tarafına geçer.
İkiye bölünen Roma’nın ikinci kulesinin İstanbul’a çakılması, oradan bütün Doğu’nun görünmesiyle ilgilidir. Çölün dirilttiği Doğu ise, Yezid bin Muaviye komutasında İstanbul boğazına geldiğinde, oradan yeni bir kıtanın başladığı bilgisini taşıyordu. Bu ilk geliş, kıta kapısının bu taraftan ancak yüzlerce yıl sonra açılabileceğini duyurmuş olmalı.
Ancak batıdaki Roma, kendini dünyanın tepesindeki kıta olarak inşa ediyordu. Bu yüzden haritaların İstanbul’un batı kıyısına Avrupa demesine kanmamalı. Zira Batılılar da İstanbul’a yabancıydı. “Haydin Haçlı seferine” çağrısıyla İstanbul’a varan ve şehri ele geçirip Latin Krallığı kuran Batılılar burada kalıcı olamamıştı. İstanbul artık ne Doğu ne de Batı’ydı.
Batı’nın yüz çevirdiği Ortodoks İstanbul’un Bursa ve Edirne saraylarıyla paralel bir yankısı söz konusuydu. 1453’te ise, zafer gibi yenilginin de karadan gemi yürütme masalına ihtiyacı oluşmuştu. Erdoğan Aydın, Fatih ve Fetih: Mitler ve Gerçekler’de bu “masal”ı çürütürken, Nedim Gürsel, Boğazkesen: Fatih’in Romanı’nda bu masalı genç sevgilisiyle sorunlar yaşayan bir salon aydınının hayatı ile karıp yeniden anlatır.
İstanbul’u ele geçiren Avnî, yani Fatih Sultan Mehmet de bir edebiyatçıydı ve şiirlerine bakılırsa iç İstanbul, yani Galata’dan pek korkmuştu. Türk edebiyatında İstanbul’un içinden Galata’ya bakan ilk şiir onundur ve şöyle başlar: “Bağlamaz firdevse gönlini Kalâtâ’yı gören” (Galata’yı gören cennete gönlünü bağlamaz). Şiirde “Firengî şîvelü” (Avrupaî dil konuşan-Avrupaî edalı) Îsâ adlı bir “sevgili” söz konusudur. Öyle ki o Hıristiyanı gören Müslüman kafir olur: “Kâfir olur hey Müselmanlar o Tersâyı gören.” Avnî’ye göre İsa’nın girdiği kiliseyi gören Müslüman, camiye de gitmez: “Mescide varmaz o varduğı kilisâyı gören.”
Îsâ, Avnî’nin başka bir şiirinde de karşımıza çıkar. Bu şiirde de “sevgili”dir ve Galata gibi onun da yolu “dîn-i ‘Îsâ râhıdur.” Dolayısıyla İstanbul ile Galata arasında seven-sevilen ilişkisi söz konusudur. Elbette ponçik sağcılar gibi Osmanlı güzellemesi yapmayacağım. Burada sözünü ettiğim ilişki, klasik edebiyattaki aşk-savaş metaforları ilişkisidir. Şu beyte bakalım: “Avnîyâ kılma gümân kim sana râm ola nigâr / Sen Sitanbul şâhısun ol Kalâtâ şâhıdur” (Ey Avnî, gör-üş-me ve boyun eğmeden şüphe etme / Sen İstanbul şahısın, o ise Galata şahıdır.) Yani aşk bir ikna etme eylemi ise, savaş bir yola getirme eylemidir. İkisinin de hedefi aynıdır: Ele geçirmek!
İstanbul’un ele geçirilmesi öncesi ve sonrasında Galata, yani Cenevizliler ile Osmanlılar arasında kesintilerle süren yoğun bir müttefiklik ilişkisi söz konusudur. Karadan yürütülen gemiler, zaten Galata’da demirli olan bu Ceneviz gemileridir! Bu yüzden İstanbul’u ele geçirmek Galata’yı ele geçirmek anlamına gelmez. Ama İstanbul Türkçesi gibi diğer Osmanlı dillerinin, hatta “şano” örneğinde görüldüğü gibi Kürtçenin de içine nüfuz eden bir İtalyan lehçesi ile konuşan Galata’nın da fetih sırası gelecektir.
Galata/Pera, İstanbul’da kalan Batı’dır. Sarayburnu, Moda, Üsküdar, Beşiktaş’a filan yerleşen yeni fatihler uzun süre ticaret ve asrî hayat merkezi özerk Galata’ya uzun uzun bakarlar. Osmanlı-Türk siyaset, din ve sanatı, Galata’yı Avnî’ninkine benzer imgelerle tarif eder: Korku, hayranlık, yoldan çıkma, fuhuş, aşk, kaybolma, serden geçme, yağmalama, zenginlik, incelik, mondenlik, sapkınlık, rahatlık vd. Bu Galata, tarihsel rakibi ve çoğu zaman düşmanı olan İstanbul’un kaderini yavaş yavaş ona dönüşerek yaşar. Károly Kós’un deyimiyle bir devlet olan İstanbul, yenilip günümüze doğru yeni ve son kalesi Galata’ya çekilir. İşte Taksim Camiî açılışında sarf edilen “Taksim Cami(î) bir buçuk asırlık bir mücadelenin ardından İstanbul'umuza kazandırılmıştır” sözünün bağlamı budur.
Aynı konuşmada “Ağa Camii” şiiri de anılmıştır. Nâzım Hikmet’in tam 100 yıl önce, Yeni Gün gazetesinin 21 Mart 1921 tarihli nüshasında yayımlanan bu şiirinin üstündeki notta şöyle yazar: “Beyoğlu’nun kirli muhitinde yegâne zavallı Türk camiidir.” Ah ki ne ah, ezen ulusun şu mağdur milliyetçiliği kadar yürek paralayan pek az şey vardır! Şiir şöyle biter: “Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster / Mukaddes huzurunda el bağlamıyan bu yer / Bir gün harab olmazsa Türkün kılıç kanıyla, / Baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla!”
Sonunda bir buçuk asır bitti ve Türk-İslamcı ideolojinin Ayasofya’da namaz gibi Taksim’e cami hülyası da gerçekleşti. Kalata’daki “Frengî şîvelü Tersâ”, yerini Şarkî şîvelü Müselmana terk etti. Bu yüzden Taksim Camiî ahrete değil, dünyaya hitap ediyor. Arsanın tamamıyla yetinmeyip yerin üç kat dibine uzanıyor ve yerleşmek değil, kök salmak istiyor. Dizinin dibindeki sarnıcı ezen bu irilik, tepesine çıktığı Aya Triada Rum Ortodoks Kilisesine kükrüyor.
Aklıma ise, bir Êzdî şeyhinin sözü geliyor: On yıl kadar önce, Mardin’de bir üniversite kampüsü kurma çalışması vardı. Kampüste Mardin’deki dinlerin ibadet yerlerinin inşa edilmesi fikri ortaya atıldı. Müslüman ve Hıristiyanlar hemen olur dediler, ama Êzdî şeyhi “olmaz” dedi. Nedeni sorulunca şunu söyledi: “Bizde bir yerin ibadet yeri olması, orada bir kutsalımızın olması ile mümkündür. Kampüs arazisinde bir kutsalımız yok ki!”