'Galip Yalman’a Armağan' kitabının editörlerinden Coşku Çelik: Türkiye’de feminist grevler yakın

'Galip Yalman’a Armağan: 21. Yüzyılda Devletin Dönüşümü', İmge Kitabevi Yayınları’ndan çıktı. Kitabın editörlerinden Coşku Çelik, "Türkiye’deki literatüre önemli katkı yaptığımızı düşünüyorum" dedi.

Galip Yalman
Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Sayısız öğrenci yetiştiren, Türkiye’deki en büyük sosyal bilimler kongresini düzenleyen ve Türk Sosyal Bilimler Derneği Başkanı Galip Yalman için önsözünü Korkut Boratav ve Oktar Türel’in yazdığı, editörlüğünü Aylin Topal, Ömür Birler, Asuman Göksel ve Coşku Çelik’in yaptığı ve 15 yazarın katkı verdiği 'Galip Yalman’a Armağan: 21. Yüzyılda Devletin Dönüşümü- Otoriterleşme, Kriz ve Hegemonya' kitabı, İmge Kitabevi Yayınları tarafından yayımlandı. Kitap, mevcut krizi bütün farklı yönleriyle ve çelişkileriyle hem kuramsal tartışmalar hem de Türkiye ve dünyadaki hali hazırdaki somut örnekler üzerinden analiz ediyor.

Kitabın editörlerinden ve kitaba makalesiyle katkı sağlayan Dr. Coşku Çelik ile hem sosyal bilim insanı Galip Yalman’ı, kitabın çıkma sürecini hem de Türkiye ve dünya haline dair tartışmaları, kitabın değerlendirmeye açtığı kavramlar aracılığıyla konuştuk.

Dr. Coşku Çelik

Kitap fikri nasıl ortaya çıktı? 

Öncelikle bu röportaj benim için özel çünkü Galip Yalman’ın öğrencileri olarak beraber Galip Yalman’a armağan kitabı konuşacak olmak çok değerli. Kitap fikrinin ortaya çıkışı… Bu bir gelenek, bir hocaya emekliliğinden sonra teşekkür etmenin yolu armağan kitap çıkarmaktır. Editörler Aylin Topal, Ömür Birler ve Asuman Göksel’le ‘Bunu yapmamız lazım’ diye konuştuğumuzu hatırlıyorum ama gereklilikten ziyade zaten bunu yapmayı çok istiyorsunuz. Hakikaten emeğine sağlık demeyi ancak yeni bir bilimsel üretimle yapabiliyorsunuz. 

Ayrıca, ‘Galip Yalman’a neden armağan kitap çıkarmak istenir?’ sorusunu daha çok önemsiyorum. Sebebi, Yalman’ın sana düşünmeyi öğreten bir hoca olması ve lisans üçüncü sınıfta dersine ilk girdiğimizde bize anlattıklarının akademiye devam edenler olarak mesleğimizdeki bilgi üretme tarzı, mesleğimiz üzerine düşünme tarzına dönüşmesi. Yalman, öğrencilerine bir perspektif veriyor. Galip Yalman’dan öğrenip unutmayacağın en önemli ders sosyal bilimler, sosyal gerçeklik, toplum üzerine düşünmek ve düşünmeyi öğrenmek. Yazdığım metinlerin en küçüğünden en büyüğüne hala o perspektifi takip ediyorum. Ancak bunu takip etmek demek bir yere sıkışıp kalmak, böyle at gözlüğü ile hocanı takip etmek değil.

Makaleleri seçerken ve kitabı kurgularken önceliğiniz neydi? 

Aslında iki noktayı önceledik. Birincisi Yalman’a teşekkür etmek isteyen farklı gruplar olarak bir araya geldik. İki grup yazar var. Bir grup yazar lisans yıllarından itibaren Galip Yalman’ın öğrencisi olmuş veya Yalman’la beraber doktora tezi yazmış, şu anda Türkiye’de veya yurt dışında akademik çalışmalarına devam eden insanlar; diğerleri de Yalman’ın hocaları, yol arkadaşları, dostları ve meslektaşları.

İkinci nokta ise bu sadece bir armağan kitabı değil. İnsanları bir araya getirmek o yöntemsel bütünlüğü bir araya getirmekti çünkü Yalman’ın kendini kapatıp çalışmaktan ziyade sürekli akademik paylaşıma önem vermesi sebebiyle dostlarıyla ve meslektaşlarıyla arasında bir akademik paylaşım ilişkisi var. Bu nedenle, Alfredo Saad- Filho’yu kitaba yazar olarak davet ettiğimizde sadece Yalman’ın hoşuna gider diye davet etmiyorsunuz, orada bir yöntemsel bütünlük de kurulmuş oluyor. Bu yöntemsel bütünlüğü kurunca içerikteki bütünlük arkasından geliyor. 

‘2015’TE TÜRKİYE, EN ÖNEMLİ İŞÇİ MÜCADELELERİNDEN BİRİNE SAHNE OLDU’

Kitapta iki bölüm var: Dünya ve Türkiye. Neoliberalizm, çoklu kriz tartışmaları, tarım politikaları, AB’nin durumu, işçi mücadeleleri gibi başlıklara ayrılıyor. Bazı başlıklarda pandemi de merkeze alınıyor ve kavramsal tartışmaları içeriyor. Peki kitap bize bir bütün olarak ne anlatıyor? 

Galip Yalman’a referansla başlıklar bütüncül ilişkilerin bir yansıması… 21. Yüzyılda Devletin Dönüşümü başlığına baktığınız zaman başlık her bir başlığı içeriyor. Şanslıyız ki hepimiz bu başlıkların farklı kısımlarına dokunmuşuz. Ancak içinde bulunduğumuz kriz ilk kez pandemi ile ortaya çıkmadı ya da Alfredo Saad-Filho’nun makalesinde söylediği gibi ,"Pandemi kapitalizme dair yeni çelişkiler doğurmadı, var olanı ortaya çıkardı." Mesela pandemide karşımıza daha güçlü çıkan en önemli krizlerden biri gıda güvencesizliği veya gıda krizi. Bunun sebebi, özellikle 21. yüzyılda ama genel olarak 80’lerden itibaren takip edilen tarımsal üretim politikaları. Krizin inşa süreci 2000’ler Türkiye’si ve dünyasında oluşan gıda rejimi, bu gıda rejimi ve tarımsal üretimin iç içeliği ile ilişkili. Kitapta Zülküf Aydın bugünün krizini konuşmuyor ama bugünkü krize getiren süreçleri anlatıyor. 

Veyahut Türkiye’deki otoriter sistemle AB- Türkiye ilişkileri veya AB’nin kendi içindeki durumu, bunların birbirleri arasındaki ilişkiyi kurmak önemli. Öte yandan, mevcut kriz neoliberalizmin, kapitalizmin ve patriyarkanın yine ortak bir biçimde kadınlara nasıl saldırdığını ve bu anlamda üzerine oturduğu çelişkileri en açık, en çarpıcı biçimde gördüğümüz dönem ve onun da bir gerisine gitmek gerekiyor. Toplumsal ilişkilere küresel, tarihsel dönüşüm içerisinde baktığın zaman bugün Türkiye’deki devletin dönüşümünü anlamak için bunların hepsini ele almak gerekiyor.

Peki dönüşüm varken mücadele hiç mi yoktu? Vardı… Keşke daha fazla mücadele örneğine yer verebilseydik. Ulaş Taştekin’in yazdığı 2015’teki ‘Metal Fırtına’ var çünkü AKP’yi ve AKP Türkiye’sini salt bir otoriterlik üzerine çok fazla ele alma eğilimi var. Fakat Galip Yalman’dan hegemonya ve Gramsci’yi öğrendiğimizde otoriterliğin mücadeleyi dışlamadığını da biliyoruz. 2015’te Türkiye, en önemli işçi mücadelelerinden birine sahne oldu ve bugün daha da büyükleri geliyor. Dolayısıyla baştan ne kadar planladık veya planlamadık derken bugünü tarihsel toplumsal dönüşümü içerisinde belli bir yöntemin izdüşümünde analiz etmiş oluyoruz.

Kitaba dair yorumlarınıza ve çok güncel tartışmalara dayanarak soracağım. Neoliberalizmin bitip bitmediği tartışılıyor.  Neoliberalizm bitti mi? 

Kitapta Alfredo Saad-Filho çok önemli bir tartışma yapıyor. Ben bunu yazarlar ve editörler adına cevaplamak istemem. Fakat kendi adıma… Neoliberalizmi veya kapitalizmin başka çevrimlerini zaten sürekli kriz ve yeniden yapılandırma içinde ele alıyoruz. Neoliberalizmin bittiğini iddia etmek mümkün değil. Yeni bir emek ve birikim rejimi gelmeden bittiğini iddia etmek neoliberalizme dair sıkıntılı bir kavramsallaştırmanın ürünü. Neoliberalizmin krizini yaşıyoruz şu anda ya da neoliberalizmde kriz yaşıyoruz. Yeni bir çevrime geçme sinyalleri tabii ki veriyor ancak ‘Neoliberalizmin en önemli tanımlayıcı özelliği ne?’ diye düşündüğümüzde, emek-sermaye ilişkilerinde sermayeyi güçlendirici, emekçi kesimleri daha fazla zapturapt altına alan bir birikim ve emek rejimi ve bu emek rejimi için bütün toplumsal yeniden üretim süreçlerini daha fazla finansallaştırması ve daha fazla nakit bağımlı hale getirmesi. Bu tanıma dair bir dönüşüm var mı? Yok. Aksine neoliberalizme dair ilişkiler ve özellikler daha sert bir biçimde karşımızda.

21. Yüzyılda Devletin Dönüşümü, Otoriterleşme, Kriz ve Hegemonya - Galip Yalman’a Armağan, Kolektif, 360 syf., İmge Kitabevi Yayınları, 2022.

Yine neoliberalizmin tanımlayıcı özelliklerinden biri, kamu hizmetlerinin ve sosyal hakların özelleştirilmesi. Tabii ki önemli bir nokta bu hizmetlerin sermayeye satılması ama bir tanesi de hane içinin, riskin özelleştirilmesi. Şimdi neredeyse açlık düzeyine gelen bir gıda krizinden bahsediyoruz. Örneğin şu anda açlık tehlikesi Türkiye’nin kapısında ve ‘bu neoliberalizm değil başka bir şey’ demek neoliberalizme olumlu ve liberal bir anlam yüklemek anlamına geliyor. 

‘NEOLİBERALİZM HİÇBİR ZAMAN DEMOKRATİK OLMADI’ 

Otoriterlik ve neoliberalizm ilişkisine baktığımız zaman bu tartışmalar nerede duruyor?

Asıl sıkıntının da burada olduğunu düşünüyorum. Otoriterleştiği ölçüde artık neoliberal olmadığı iddiası da aynı şekilde neoliberalizmi oldukça demokratik bir çerçevede tanımlama riskini getiriyor. Değildi ki... Neoliberalizm ilk gününden itibaren otoriterleşme eğilimlerini içinde barındırıyordu. Zaten sermayenin güçlenip emeğin sürekli daha dezavantajlı konuma getirildiği bir birikim rejimine otoriterleştiğinde ‘Bu artık neoliberalizm değil’ demek sıkıntılı. Burada benim gördüğüm temel sorun şu, bir ideal tipleştirme yani bir ideal tip olarak neoliberalizmi tanımlama. Ancak ilişkisel bir tanım yapıldığı ölçüde, neoliberalizmin bir alternatif olmadığını görüyoruz. 

Neoliberalizm, farklı toplumsal formasyonlarda farklı biçimler alıyor. Batı’ya veya Kuzey Amerika’ya bakıp ‘Neoliberalizmin saf biçimi bu. Türkiye’de bu böyle değil, demek ki bu neoliberalizm değil’ demek sorunlu. Türkiye’ye bakalım. Türkiye’ye neoliberalizm zaten bir askeri darbeyle, dünya kadar sendikal örgütlenme yasaklarıyla, parti kapatmalarıyla geldi. Dolayısıyla ‘Otoriterleştiği noktada bu artık neoliberalizm değil' demek problemli.

Ancak söylediklerim ‘Neoliberalizmdeyiz ve buradan çıkamayız’ demek değil. En önemlisi burada mücadele momentlerine bakmak, yeniden yapılandırmalar da bir emek-sermaye ve toplumsal yeniden üretim sürecindeki çelişkilerle beraber oluyor. Bence neoliberalizmden çıkışa dair sinyaller aldığımız ama güçlü ve çok saldırgan bir biçimde neoliberalizmin içinde olduğumuz bir dönem içindeyiz. Özellikle dünyada artan ve Türkiye’de olan ‘gig economy’ mücadeleleri ya da dünyadaki feminist grevler vb. Neoliberalizmin krizindeyiz ve kesinlikle bundan çıkma ihtimalimiz yüksek ama ‘Artık otoriterleşti, artık neoliberal değil’ demek neoliberalizmi demokrasiyle özdeşleştirmek demek. Neoliberalizm hiçbir zaman demokratik olmadı. 

Bu soruyu özellikle sordum, bu kavramların nasıl tasnif edileceğini kitap göstermiş oluyor. Ayrıca krizleri vurguladınız. Kitabın diğer dertlerinden biri krizleri tasnifleyip anlatabilmek. Krizin sınırları ve olanakları üzerine ne söyleyebiliriz?   

Az önce bıraktığım yerden alırsak bu soruyu cevaplayabiliriz. Devasa bir kriz var ama mücadelelerin de yükseldiği bir dönemden söz ediyoruz. Şu anda söylemesi çok zor ama sınıf mücadelesinin gündeme güçlü bir biçimde girdiğini düşünüyorum. Bu sefer şu da var: Sınıf mücadelesinin yalnızca fabrikaların önünde, bu iş yerinde grev vardır pankartı asmak olmadığını Sosyalist hareket ya da Marksistler hiç olmadığı kadar net bir biçimde vurguluyor ve bu bana çok ümit veriyor. 

Sınıf mücadelesi, aynı zamanda ekoloji mücadelesi, kentin ya da kırsal alanların talanına karşı mücadele. Ortak alanları, doğayı savunma. Onun dışında Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi için, farklı ülkeler için kürtaj yasaklarına karşı mücadele. Bunların önemli sınıf perspektifleri olduğunu görmek bana umut veriyor. Artık kimlik mücadelesi-sınıf mücadelesi gibi ikilikleri aştığımız bir dönemdeyiz çünkü bunların her birine kapitalizmin nasıl saldırdığını da çok net bir biçimde görüyoruz. İşçi sınıfı da bunu artan bir biçimde görüyor. Mesela ABD’deki Black Lives Matter eylemlerinde ‘Defund the police' (Polisi Finanse Etmeyi Bırak) sloganı çok kritik bir slogandı. Aynı zamanda sınıfsal bir talebe tekabül ediyordu ve ‘Bu bir kimlik mücadelesiydi’ denemez. Kimlik mücadelesinin sınıf mücadelesiyle ne kadar iç içe olduğunu çok açıkça gösterdi çünkü sivil vatandaş olarak George Floyd’un bir polis tarafından öldürüldüğü dönem aynı zamanda siyah veya beyaz olmayan Amerikalıların korona virüsünden beyaz olanlara göre çok daha fazla öldüğü bir dönemdi. Sağlık hizmetlerine erişemediği ya da o erişimde ırkçılığa maruz kaldığı bir dönemdi.

Bana bu cevabınızla paralel gelen bir açıklama notu düşüyorsunuz makalenizde, bu notu neden düştüğünüzü merak ediyorum? Tepki alacağınızı mı düşündünüz?

Tepki alacağımı düşünmedim ama şöyle bir gerçek var. Şaşkınlıkla karşılaşıyorum. Tezimde feminist ekonomi politik çok güçlü ama ben bir kadın hocayla bile çalışmadım. Şimdi bunu neden vurguluyorum? Az önce söylediklerimle ilişkili Galip Hoca’dan bir perspektif öğrendiğiniz ve o sizi bir bütüncül ilişkilere götürdüğünde, bu hocanın sana çizdiği sınırla kalmayan bir perspektif oluyor. Galip Hoca’nın bir hoca olarak en değerli özelliklerinden birisi, öğrencilerinden öğrenmeye çok açık olması. Bu toplumsal yeniden üretim konularını da konuşuyoruz zaten. Ancak tabii ki feminizmi Galip Yalman’dan öğrenmedim. Ne oldu? Bu içsel ilişkiler felsefesini ve bütüncül bakma gerekliliği üzerine okumaya devam ettikçe ve o sırada da feminist literatür okumaya başladığımda gördüm. Üstü örtülü bir eleştiri var o teşekkürde. Kapitalizmin bütüncül ilişkilerine toplumsal cinsiyet perspektifi olmadan bakılamayacağını düşünüyorum. Beni bu bütüncüllüğe götüren öğrendiğim yöntem oldu ama bu bütüncüllük beni, yöntemi öğrendiğim kişiyi eleştirecek pozisyona getirdi. Bu gerçekten ufuk açıcı. 

Sizin makalenize değinirsek, makalenizin başlığı: COVID-19 Pandemisi, Toplumsal Yeniden Üretimin Krizi ve Kadın Emeği… Biraz bahseder misiniz? 

Makaleme gelirsek pandemiyle birlikte biz ev içi ücretsiz işlerin kapitalist sistem için ne kadar yaşamsal olduğunu görmüş olduk. Fakat pandemi bu işleri daha değerli hale de getirmedi. Aksine sömürü derinleşti. Feministler yıllardır kapitalizmin meta üreten bir sistem olduğu kadar yaşamın üretimi üzerine yükselen bir sistem olduğunu söylüyordu.

Korona virüsü pandemisi tokat gibi yüzümüze çarptı. Çocuklar okullara gidemedi, yaşlılara hastanelerde bakılamadı. Toplumsal yeniden üretimin kurumları bir kurumlar arası (devlet-piyasa-hane) dengeye işaret eder. Devlet ve piyasalarda bu eğitim ve sağlık hizmetleri yerine getirilemeyince daha da hane içine kaydı. Ne oldu? Kadınlar, hane içinde kadına şiddetin arttığı, kadınların ücretli işini de evin içinde yaptığı, ücretsiz iş yükünün 3-5 katına çıktığı bir alanda sıkıştılar. Toplumsal yeniden üretim çelişkisini bu kadar açık ortaya seren başka bir kriz olmamıştı. Kapitalizmin farklı krizlerinin her zaman kadın emeği üzerinde farklı etkileri olmuştur ama bu kriz de zaten toplumsal yeniden üretimin krizi. Dolayısıyla genel olarak krizin sadece sonuçlarına değil, krizi getiren yapısal süreçlerin toplumsal cinsiyet içeriğine bakmak gerektiğini savunuyoruz. Emek mücadelesinin toplumsal cinsiyet perspektifi olmak zorunda. Başta hane olmak üzere ama hane dışında da toplumsal yeniden üretim süreçlerini analizin tam merkezine koymamız (ekleme demiyorum çünkü basitçe eklemek değil, bu alanları kapitalizmin temel çelişkisinin merkezine koyacak şekilde) ve analizlerimizi yeniden yapılandırmamız gerektiğini gösterdi. 

‘TÜRKİYE’DE FEMİNİST GREVLER YAKINDIR’ 

Sonuçlara odaklanmak belki yanlış ama sizin söylediğinize ek olarak olumlu bir çıktı elde edilebilir mi?

Kuzey Amerika’da çok gördüm ama bence Türkiye’de de bunun bir örneği çıktı. Hane diyoruz, hane dediğin aynı zamanda konut. Konut hakkı. Kitapta Onur Yalman bunun üzerine yazdı. Mesela Kuzey Amerika’da zaten var olan kira grevleri, pandeminin ilk günlerinden itibaren yaşadığım şehirde tekrar hareketlendi. Bu, toplumsal yeniden üretim mücadelesi yani sınıf mücadelesi. İllaki iş yerine gitmeyi gerektirmediğinin önemli bir örneğidir. Türkiye’de “Geçinemiyoruz” eylemlerinde benzerini gördük.

Ayrıca her yerde yükselen kadın hareketi var. Pandeminin ortasında İstanbul Sözleşmesi’ni elimizden almaya kalkmaları, kadınları zapturapt altına almak için bir iktidar stratejisi ve bir muhafazakâr strateji olduğu kadar bir sınıf stratejisidir. Ücretsiz emeğin devamlılığı için, o devamlılıktan kar edebilmek için kadınlar baskılanıyor. Kadınların hane içindeki ‘ikincil konumu’nu koruması, kapitalizm için çok önemli. AKP sadece İslamcı bir parti olduğu için bunları yapmıyor, AKP sermayesinin iktidarı olduğu için de bunları yapıyor. Dolayısıyla ‘İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmiyoruz’ demek, iktidarının sınıf stratejisine karşı da yükselen bir sözdür. Ayrıca sözleşmeyi elimizden öylece alıveremiyorlar. Mücadele var. Farklı yerlerde de mücadele var. Arjantin’deki, Polonya’daki feminist grevler de bunu gösterdi. Ben Türkiye’de de feminist grevlerin yakın olduğunu düşünüyorum.

Son olarak okuyuculara iletmek istediğiniz bir şey var mı? 

Aslında Korkut Hoca’nın önsözde bir ifadesi var: Galip Yalman, YÖK Türkiyesi’nin (ve bence aslında YÖK Türkiye’siyle hiç sınırlı olmayan) disiplinlerarası keskin çizgiler çekmesine her zaman kafa tuttu, öğrencilerine de kafa tutmayı öğretti. Yalman farklı alanlarda özgürce dolaşan bir araştırmacı. 

Kitabımız ise sadece bir armağan kitap değil. Önemli bilim insanlarının kendi bildiği iyi alanlarda kendi bildiği yöntemi takip ederek yaptığı müdahalelerle, katkılarla dolu ve bu anlamda Türkiye’deki literatüre önemli bir katkı yaptığımızı düşünüyorum.