Garibe Gezer’in ölümü ve sergilenen hezeyanlar
Garibe Gezer ağır hak ihlalleri sonucu hayattan kopartılırken, aynı zamanda yaşanan insani düşüşün hangi seviyede seyrettiğini ortaya koymuş oldu.
Hasan Hayri Ateş
Yaşananlardan yola çıkarak şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki, otuz yıllık çatışmalı süreç, en sarsıcı haliyle son altı yıllık zaman diliminde yaşandı. Şiddetin zembereğinden boşaldığı, insanî değerlerin hoyratça çiğnendiği bir dönem oldu bu.
‘90'ları, çatışmaların en yoğun yaşandığı o yılları hatırladığımızda, görülecektir ki, son beş altı yıldır yaşadıklarımızın, o yakıcı zamanları aratacak nitelikte olduğu çok açık. Her bakımdan kötülüğün böylesine hayatın hücrelerine kadar sirayet ederek sıradanlaştığı bir dönem olmadı hiçbir zaman.
Bir tsunami kadar etkili olan şiddetli altüst oluşlara sahne oldu, son altı yıllık zaman dilimi. Ülke yeni bir kalıba girdi; hayatlarımız yeniden biçimlendi ve devlet formatlanarak en ceberut haliyle yeniden şekillendi. Haklar ve özgürlükler, hukuki güvencelerden yoksun bırakıldı. İktidarın fütursuz keyfiyeti, adeta hukuksal norm haline geldi.
Oysa geriye baktığımızda, sekiz yıl önce bu zamanlar umut vardı. Kalıcılaşmış toplumsal barışa ve özgürlükçü demokrasiye doğru yeni bir kapı aralanıyordu. Bu minvalde giriş, gelişme ve sonuç bölümleri olan bir senaryo üzerine konuşuluyordu. Hatta otuz yıllık çatışmalı ortamın yarattığı ağır yıkımdan çıkılamadığında ülke ve toplumu nelerin beklediğini, neden kalıcı barışı sağlamaya mahkûm olunduğunu anlatan bir önsözü bile vardı, bu senaryonun.
Elbette kuşku ve güvensizlik de yok değildi. Yakın zamana kadar barışa dair ne zaman bir ümit tohumu ekilse, arkasından feci bir kasırga yaşanmıştı. İnsanlar ne zaman işte, bahar yüzünü gösterdi dese, her seferinde karakışın ortasında kalındığını biliyordu. Çok değil, 1993 yılından başlayarak kaç kez barış umudu yeşermişti. Ancak sağlanamayan barışın ağır bedeli, köylerin yakılıp yıkılması, boşaltılması ve üç milyon insanın topraklarından edilmesiydi. Ve faili meçhuller, gözaltında kayıplar.
Sonuçta oluşan umutlar her seferinde çok geçmeden, erkenci çiçekler gibi boraya fırtınaya yakalanıp, tarumar olmuştu.
Fakat 2013’ten itibaren yaşanan gelişmeler, hiç olmadığı kadar özlenen barışın sağlanabileceğine dair umut yaratmıştı. Tahayyül edilemeyecek gelişmeler yaşanıyordu. Öyle ki, şu günden geriye bakıldığında, insanın inanıp inanmamada kararsız kalacağı bir rüya gibi geliyor adeta. 2014’te Diyarbakır Newroz’unda Öcalan’ın mektubu okunuyor ve bu, ana akım medyada canlı yayınlarda kendine yer buluyordu. Yani Öcalan’ın barış mektubu, tüm Türkiye toplumuna okunuyordu. Ardından bir yıl sonra 28 Şubat 2015’te Dolmabahçe Sarayı’nda AKP ve HDP heyetleri, kamuoyuna Barış ve Demokratik Çözüm deklarasyonunu açıklıyordu.
Ülkenin muhtelif yerlerine cenazeler gitmiyor, yüreklere ateş düşmüyor, gözyaşı akmıyordu.
Kürt sorununun çözümü ve Kürt-Türk barışının sağlanması yönünde son yüz yılın en önemli gelişmeleriydi. Ne yazık ki devamı getirilemedi.
Kapımıza kadar gelmiş olan barış eşikten içeriye adımını atamadan, kan revan içinde yerle yeksan oldu. Sonuçta umudun daim olacak baharı beklenirken, kan revan içinde umutsuzluğun karakışına teslim olundu. Ardından yaşananlara uzaktan tanıklık edenlerin bile akıl sağlığını korumakta zorlandığı bir dönem yaşandı. “Aklını koruyabilene aşk olsun,” türünden hadiseler, geride hala sağaltılmayı bekleyen ağır travmalar bırakmaya devam ediyor.
Bunların başında hiç şüphesiz defin ve yas hakkının engellenmesi, ölüye saygının yok hükmünde görülmesi geliyor.
Son olarak Garibe Gezer’in ölümü karşısında sergilenen ırkçı hezeyanlar, savaşın, ötekine duyulan husumetin insanî değerleri nasıl çürüterek tükettiğini gösteren pratikler oldu. Özellikle Yeni Akit Gazetesi, insanîyetin ve vicdan yitiminin en uç örneğini sergiledi. Elbette bu, ötekine karşı sergilenen histerik hezeyanlardan, ölülerin de azade olmadığının en çarpıcı göstergesidir aynı zamanda.
Oysa ölüm, biliyoruz ki insanların canlılık fonksiyonlarını da, yaşarken var olan kimliklerini de ortadan kaldıran bir süreçtir. Ölmüş olan, tüm aidiyetlerden bağımsız olarak, saygıyı hak eden biridir. Bu anlamda Yeni Akit’in savunduğunu iddia ettiği İslam dini de, Müslüman olsun olmasın, bütün ölülerin saygıdeğer olduğunu telkin eder. Düşman dahi olsa ölüye saygı, temel insanî değerlerin başında gelir.
Dolayısıyla insanların yaşarken nasıl bir kimliğe sahip oldukları, nasıl inançları, nasıl düşünceleri, nasıl ideolojileri olduğu ne tür ‘suçlar’ işlemiş olduklarından bağımsız yaklaşmak, insanî değerleri korumanın gereğidir. Ölenin kimliğinden bağımsız olarak, yakınlarına vedalaşma ve yaslarını tutabilme koşulları oluşturmak, insanî yaklaşımın yanı sıra toplumsal barışın hepten yokedilmemesi için de zorunludur. Ne var ki tüm bunların, bahsini ettiğimiz şu son birkaç yılda özellikle görmezden gelindiğini, insanı insanlığından utandıran hoyratlıkların sergilendiğini ve bunun sistematik uygulamalar haline getirildiğini görüyoruz.
İnsanların, ötekileştirilmiş, her türden ayrımcılığa maruz kalmış kimliklerinin bedelini ölüm anında da yaşıyor olması, toplumsal fay hatlarını daha da kırılgan hale getireceği ve getirdiği çok açıktır.
Garibe Gezer ağır hak ihlalleri sonucu hayattan kopartılırken, aynı zamanda yaşanan insanî düşüşün hangi seviyede seyrettiğini ortaya koymuş oldu. Kürt sorununda çözümsüzlükte yaşanan ısrar ve bir toplumsal kimliğe karşı sergilenen hasmane tutumun bedeli, çok yönlü çürüme halidir ki, en tehlikeli olanıdır.