Gazze’deki, soykırım mı değil mi?
İsrail’in Gazze pratiği için belki girişim veya başlangıç demek henüz daha doğru olabilir, ama bu kelimelerin yanına iliştirileceği kavram şüphesiz soykırım. On binlercesini öldürdükten sonra İsrail kalan Filistinlileri sürmeyi ve Gazze’yi ilhak etmeyi başarırsa, birileri sağ kaldı diye yapılanın soykırım olmadığına hükmetmeyeceğiz.
Ateşkes ve rehine takasının başlayacağını umduğumuz saatlerde, Gazze’de olanlara biraz da sonrasını düşünerek bakalım. Gerçi henüz erken, çünkü böylesine şiddetin böylesine zincirlerinden boşandığı ve 21. yüzyılda siyasetçilerin ağzından uluorta çıkmayacağı varsayılan ırkçı meydan okuma beyanlarının, bombaların yanısıra, havada uçuştuğu ortamda, olayların gidişâtında beklenmedik sıçramalar, sapmalar, dönüşler, patlamalar meydana gelebilir.
Hamas’ın 7 Ekim’deki -tek tek bir sürü suçun yanısıra bâriz savaş suçu oluşturan- saldırısı konusunda, bizdeki gibi fırsatçı-faydacı, benmerkezci ahlâksız siyaset ve propaganda erbabının yaratacağı kargaşa dışında, kafa ve hüküm karışıklığı olacağını sanmıyorum. İsrail’in dizginsiz, sakınmasız, utanmasız güncel şiddet politikası şüphesiz Hamas’ın eyleminin herkesçe rahat rahat kınanmasını zora sokan “haklı isyan” motifini güçlendirecektir. Böylece bir yandan sözkonusu şiddetin, zirveye ulaştığı güncel bombardıman ve katliamlarla sınırlı olmadığı, onyıllardır Filistinlilerin dayanılmaz zulüm ve aşağılama altında yaşatıldığı, yani pervâsız şiddetin uzun ve köklü geçmişi olduğu daha yaygın şekilde öğrenilecek; öbür yandan, meselesi Filistinlilerin insan gibi yaşaması değil kendi bölgesel hesapları veya ideolojik ajandalarına bulunacak payandalar olan bilumum İslâmcı siyaset esnafına sermaye artırımı sağlayacaktır. Hamas’ı “terör örgütü” kabul edenlerin tavrında belki gündelik somut tedbirler bakımından sertleşme görülebilir, ama nitelikçe değişiklik, haliyle olmayacak.
İsrail içinse, hiçbir şeyin değişmemesi ihtimalini maalesef tamamen dışlayamadan söyleyebiliriz ki, varoluş koşulları bakımından daha zorlu bir yakın gelecek gözüküyor ufukta. Hamas’ın kitlesel katliam ve dehşet yaratma eylemini hâlihazırda İsrail’i yöneten faşist ekibin “Allah’ın lütfu” olarak kabul ettiği daha ilk andan anlaşılmıştı. Hele “savaş”ın bittiği günün akşamını bile iktidarda geçirebileceği şüpheli Benyamin Netanyahu’nun gözüne, ellerinde silahlarla motorlu paraşütlerle açık araziye pike yapan Hamas militanları, gökten inen kurtarıcı melekler gibi görünmüş olabilirler. Faşist bir ekip, halkta infial yaratacak, ılımlı insanları bile intikam duygularıyla dolduracak, savaşçı, yakmacı yıkmacı, yok etmeci saldırganlığın akıntısına kolayca kapılır hale getirecek düşman saldırısı karşısında el ovuşturmaz da ne yapar? Tek sorun, etrafında efsane yaratılmış caydırıcı gücün, caydırmak şöyle dursun, pompaladığı rahatlık ve kibirle tam aksi yönde çalıştığının ortaya çıkışıydı. Onu da intikamın boyutlarını kimse için kolay kolay tasavvur edilebilir, kabul edilebilir olmayan dehşet sınırlarının ötesine taşırarak telafi etmeyi amaçlıyorlar. Bir buçuk ay gibi kısacık zamanda, Kuzey Gazze’deki binaların yüzde kırkını yerle bir veya tahrip ettiler. Suyu, elektriği kestiler, fırınları bombaladılar, hastaneleri çalışamaz hale getirdiler. Her gün insanları ellişer yüzer ortadan kaldırdılar. İlk ateşkes gününe -umulur ki- girilirken, öldürdükleri insan sayısı on beş bine yaklaştı, yaralanan, sakat kalanlar, otuz binin üzerinde, yıkıntıların altındaki cansız bedenlerin sayısı sağlıklı olarak tahmin edilemiyor, ama ortalıkta dolaşan bilgileri karşılaştırarak üç binden az olmadığını düşünmeliyiz.
Aç-susuz, yakıtsız, elektriksiz, ilaçsız, hastanesiz bırakma, bunlara ilaveten, fosfor bombası dahil her türlü melaneti devreye sokarak kitlesel katliam yapma, kendi başına, insanları sırf bir etnik, dinî, millî vs. gruba aidiyet yüzünden topluca yok etme, soykırım suçunun unsurlarının tipik biraradalığı anlamına geliyor. Binaları, mahalleleri yerle bir etme, bir yöreyi yaşanamaz hale getirme, aynı şekilde, bu suçun tanımını pekiştiren, varlığını kanıtlayan unsurlardan. Üstelik bunlar, iki milyon iki yüz binlik nüfusun bir buçuk milyonunu yerinden etmeyle birleşiyor. Zorla yerinden etme (hani şu “öldürmedik, sürdük, yolda ölmüşler”deki tehcir), üstelik, kendi başına, soykırıma yakın ağırlıkta insanlık suçu.
Bazıları, ortada soykırım denecek halin bulunmadığını ciddî ciddî ileri sürebiliyorlar. Oysa İsrail’in bu son yok etme-sürme harekâtından önceki “normal”, sürekli politikaları bile soykırım suçunun unsurlarının oluşup oluşmadığı açısından değerlendirilse çıkacak sonuç muhtemelen suçun varlığına işaret edecektir. Nitekim insanlığa karşı suçlar alanının en yetkili simaları arasında, Filistinlilere yönelik, onlarca yıla yayılmış baskı pratiğinde soykırım suçu unsurları tesbit eden var.
Ve yine, bizzat İsrailli yetkili ağızlardan dökülen sözler, yapılan harekâtın askerî hedefinin “Hamas örgütünü dağıtmak, yok etmek” olarak ilan edilişiyle gizlenemeyecek gerçeği, hiç görmek istemeyenin bile gözüne gözüne sokuyor. Öncelikle, Gazze halkına yönelik imha saldırısına giydirilen kutsal kaftan, soykırım niyetini zaten açıkça ifade ediyor: Gazze’de “masum sivil” diye bir canlı kategorisinin varolmadığı, oradaki herkesi düşman saymanın İsrail silahlı güçleri için meşru olduğu tekrarlanıyor. Bunun kendi başına suç teşkil etmesini kenara koyamıyoruz, çünkü sivil yerleşim yerlerinin sistematik bombalanışı bu akla sığmaz formülasyonla güya meşrulaştırılıyor.
Üstelik bu hunharca ve şımarıkça ifadeler yalnız -“bunların hepsi Hamas’a oy verdi” gibi, Gazze nüfusunun yarısının Hamas iktidarı altında doğmuş çocuk ve gençlerden oluştuğunu gizleyen- güncel yalanlarla değil, dinî, tarihî referanslarla destekleniyor. Filistinlileri Yahudilerin ezelî-ebedî düşmanı Amaleklilerle özdeşleştirip “onları çoluk çocuk imha edin” yollu dinî buyruklar ortaya çıkarılıyor, “ışığın (nurun) halkı”nın “karanlığın halkı”na karşı savaşı üzerine atılıp tutuluyor veya daha düz yoldan gidilerek, Gazze’deki “insanımsı hayvanlar”a karşı savaşıldığı ileri sürülebiliyor. Apaçık ırkçılık ve nefret suçu oluşturan bu üç motif, İsrail devletinin devlet başkanı, başbakanı ve savunma bakanınca herkesin gözünün içine baka baka söylendi, arada tekrarlanıyor.
Yapılan harekâtın kapsamıyla, imhasına girişilmiş insan grubu hakkındaki hükümler biraraya geldiğinde, yürütülen işin soykırım olduğuna dair tereddüt göstermenin pek de iyi niyetli değerlendirme sonucu olamayacağı anlaşılıyor. Şu soruyu da dikkate almalıyız: Yapılanın soykırım olduğunu tesbit etmek için illâ faillerin işlemlerini sonuca vardırması mı gerekir? DAİŞ Ezidîleri ortadan kaldırmayı başaramadı; buna karşılık giriştikleri işe soykırım demekte tereddüt etmiyoruz. İsrail’in Gazze pratiği için belki girişim veya başlangıç demek henüz daha doğru olabilir, ama bu kelimelerin yanına iliştirileceği kavram şüphesiz soykırım. On binlercesini öldürdükten sonra İsrail kalan Filistinlileri sürmeyi ve Gazze’yi ilhak etmeyi başarırsa, birileri sağ kaldı diye yapılanın soykırım olmadığına hükmetmeyeceğiz.
Yeryüzü sakinleri olarak, eğer bu gidişle varılacak meşum yer diye zaman zaman -köşeyazarınız dahil- yazan çizen çeşitli insanların endişeyle tarif ettiği hukuksuz dünyaya değil de, yine iyi kötü adalet kavramının geçerli olduğu bir insanlık durumuna doğru devam edeceksek, Filistin’de vaziyet yatıştıktan sonra soykırım suçu, suçluları ve onlara arka çıkanlar uluslararası gündemin konusu olacaklardır. Bugün işlenen suçun niteliğine dair şüpheleri gidermek bu yüzden, suçun hesabının sorulabilmesi için önemli.
* * *
İsrailli faşistlerin kutsal-dinî metinlerden referanslarla yürüttükleri ırkçılık pratikleri ve tenkil harekâtı konusunda Türkiye’de özellikle dine bandırılmış faşizan ideoloji bayraktarlarından yükselen tepkilerin beklendiği ölçüde olmayışı sanırım bu topyekûn çerçevenin apaçık varlığıyla da ilgili. (Buradaki “da” ile işaret etmek istediğim, mevcut iktidar koalisyonunun güncel çıkar hesaplarına halel getirmeme kaygıları. ) Netanyahu’nun Ankara’dan gelen eleştirileri “ikiyüzlülük” ithamıyla karşılaması uyarıcı rol oynamış olmalı. Ülkesini hukuksuz baskı rejimine sürüklemeye çalışan, yolsuzluğa batmış İsrail başbakanının, “Siz de kendi köylerinizi bombaladınız, bize akıl öğretmeyin!” babalanması pekâlâ kendi açısından işe yaramış görünüyor. Zira sıradan insanın kendiliğinden birtakım diplomatik nüansları, askerî gerekleri veya ekonomik bağlantıları hesaba katıp tepkisini ölçüp biçmesi beklenemez. Birileri birilerine “hele durun, fazla şey etmeyin” diyor olmalı.
Keşke burada son yıllarda hukuk-adalet âleminde yaşadıklarımız tam aksi yönde aksa, İsrail’den işlediği insanlık suçlarının hesabını sorabilecek alnı aklıkla davranabilseydi memleketi yönetenler. Veya kendinden zayıfa, savunmasıza karşı tıkır tıkır işleyen ezme-basma mekanizmalarının hiç değilse böyle açık dehşet hallerine, böyle dizginsiz zulme mâni olabilecek yeterlilikleri bulunsaydı.