Geç kalan özür
Amerikalıların zihninde sinema filmlerinden ödünç alınmış imgelerle baktıkları Kızılderililer konusunda ya da öncesinde ayrımcılığa-Martin Luther King’in öldürülüşüne sessiz kalmayan ama siyahları asıl umutsuzluğa iten şeyin, “herkesin bir avuç çapulcudan meydana geldiğinde hemfikir olduğu Ku Kulux Klan değil, siyah çocukların gururlarıyla ve kendilerine güvenleriyle oynayan, insanlar arısındaki o gizli ve sinsi ırkçılık” olduğuna karar veren Marlon Brando’yu unutmak mümkün mü?…
Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi, elli yıl sonra Marlon Brando yerine Oscar ödülünü reddetmek üzere sahneye çıkan ve ırkçı söylemlerle karşılaşan Apaçi yerlisi Sacheen Littlefeather’dan (Küçüktüy) özür diledi - özür açıklaması 17 Eylül günü Sacheen ile Akademi Müzesi’nde yapılacak-.
Marlon Brando 2004 yılında aramızdan ayrıldı. Sacheen Littlefeather 30 Mart 1973’te günümüz Akademi Başkanı David Rubin’in de kabul ettiğince, "maruz kaldığı yersiz ve haksız” olay sonrası oyuncular sendikasının bir üyesi olmasına karşın kara listeye alındı, sinema-sanat çevreleri ve Akademi işsiz ve yoksunluk içinde yaşamasına sessiz kaldı.
"Evet, ödenmesi gereken bir özür var. Yerli topluluktaki arkadaşlarımın dediği gibi, geç kalındı” diyor metastaz yapmış meme kanseri ile yaşayan Littlefeather.
"Şimdiye kadar ölmüş olabilirdim. Tüm yerli arkadaşlarım -[aktivistler] Dennis Banks, Russell Means, John Trudell ve [stand-up komedyeni, oyuncu] Charlie Hill - gitti.”
Littlefeather'ın kocası Charles Koshiway geçen yıl Kasım ayında kan kanserinden öldü, 32 yıl birlikteydiler ve Coleen adında Koreli bir kız evlat edinmişlerdi.
Littlefeather altmış saniye süren, sonrasında ikonik bir değer kazanan konuşmasında Brando’nun uzun açıklamasını çıkışta paylaşacağını belirterek “… Brando…çok üzülerek bu cömert ödülü kabul edemiyor. Ve bunun sebebi de film endüstrisinin Amerika yerlilerine karşı davranış biçimi…” diyebilmişti.
ADIM ADIM İLKELİ YAŞAM
Annesi dünyadaki bütün şarkıları bilirdi, Brando da annesinin öğrettiği binlerce şarkının müzik ve sözlerini hep belleğinde saklayarak gençliğe ve New York’a adım attı. Modern dansçı olma isteği Tiyatro Atölyesi ile yer değiştirdi, Elia Kazan’ın yönettiği İhtiras Tramvayı oyununda oynadı, başarısı paranın yanı sıra sinema yıldızı olmasının kapısını araladı. “Plan program yapmış, bunu arzulamış değildim, kendi kendine oluverdi” demişti ilk filmi The Man ile başlarken. Çevirdiği ikinci film İhtiras Tramvayı oldu… Elia Kazan, Viva Zapata’da Meksikalı devrimci Emiliano Zapata rolünü teklif etti… Julius Caesar ve ardından motosikletli bir çete üyesinin gerçek hikayesinden, kısa sürede bir hit haline gelen ve kariyerini olumlu yönde etkileyen The Wild One... Ona göre bu filmle toplumda silkinip ayağa kalkmayı bekleyen sinik arzu ve duyguların varlığını öğrendi… Ve gerisinde Amerikan Karşıtı Çalışmaları Araştırma Komisyonu’na bir zamanlar komünist olduğunu itiraf etmekle kalmayıp, komünist Group Theatre üyelerinin adlarını veren Elia Kazan’ın davranışını haklı gösterecek gerekçeler bulmak için çektiği ve Brando’ya oynaması için defalarca ısrar ettiği Rıhtımlar Üzerinde filmi… ”…o zamanlar Gadg (Elia Kazan) ve Budd Schulberg’in (senarist) On the Waterfront’u metaforik bir argümana hizmet etsin diye yaptıklarının farkında değildim” diyecektir. Film içini daraltmıştır, Akademi Ödülleri törenine gidip kazandığı Oscar ödülünü alıp almamak konusunda tereddüt içinde olacaktır…
Çağın büyük, güçlü karakterler yaratan oyuncularındandı. Sacheen Littlefeather’ın almadığı Oscar ödül heykelciği de TheGodfather/Baba filmindeki Don Vito Corleone rolü için verilmişti. Brando filmde Robert Duvall ile Al Pacino gibi müthiş oyuncular olduğunu, ama yapımcı Charles Bluhdorn’un bir ara yönetmen Francis Coppala’yı işten çıkarmakla tehdit ettiğini söyler. Brando, “Eğer Francis’i çıkarırsanız filmde oynamam,” diyecektir.
Coppala’yı sevmesinin bir nedeninin sette tüm özgürlüğü yönetmene değil, karakteri oluşturacak oyuncuya da bırakması olduğunu açıklar. Brando Baba filminin senaryosundan önemsiz bulduklarını çıkartır -Kıyamet (Apocalypse Now) filmi çekiminde de yapmıştır-. Hollywood tipi kötü adamlara benzemeyen, Al Capone’dan farklı bir gangsteri canlandırır. Ve uzak-orta uzak çekimler bir yana canlandırdığı karakterin duygularını en iyi yakın çekimlerin vereceğini belirtir. Yakın çekimlerde oyuncunun yüzünün büyüklüğü perde boyundadır… İşte burada Coppala’nın verdiği özgürlük ve kendi oyunculuk deneyimi devreye girer, Don Vito Corleone’nin torunuyla bahçede oynarken öldüğü sahnedeki gibi.
“Ölümünden birkaç dakika önce Corleone bir portakal kabuğunu ağzının içine takma diş gibi yerleştirerek torununu şaşırtır. O sahneyi portakal sayesinde keşfetmiştim; hemen o anda aklıma gelmişti ve sahneyi çekmiştik. Aynı oyunu kendi çocuklarıma da yapardım; hemen her durumda çocukların hoşuna giden bir harekettir bu, çünkü komik bir tipe dönüştürür sizi…”*
Yine de Baba’yı ilk izlediğinde gördüğü şeyin yaptığı hatalar olduğunu, filmden kaçtığını, ancak yıllar sonra televizyonda izlediğinde iyi bir film olduğuna karar verdiğini söyler. Ama Corleone rolünden ötürü Oscar’a aday gösterilse de tören salonuna “Altmış yıldır Kızılderilileri sistemli bir şekilde kötü tanıtan ve yerden yere vuran bir endüstriyi pohpohlamak, üstelik de tam o sıralarda Wounded Knee’de iki yüz Kızılderili kuşatma altına alınmışken, böyle bir kutlamaya katılmak” istemediği için gitmeyecektir. “Yine de Oscar’ı kazanma ihtimalimin bir Kızılderiliye altmış milyon insanın önünde tarihte ilk kez bir konuşma fırsatını tanımak - Hollywood’un yıllarca yaptığı karalamaların ufak karşılığı olarak- gibi bir yararının da olabileceğini fark ettim. (…) Fakat tören gösterisinin yapımcısı Howard Koch, tören sırasında ona engel oldu ve inisiyatifini kullanarak konuşmamı okumasını reddetti. Ama yine de büyük zorluklara rağmen Sacheen, Kızılderililer adına birkaç söz söylemeyi başardı; bu hareketinden ötürü onunla gurur duydum. O Oscar'a ne oldu bilmiyorum. Sinema Akademisi belki onu bana yollamıştır, ama öyle olduysa bile nerede olduğunu bilmiyorum.”
Rıhtımlar Üzerinde (1954) filminden aldığı Oscar heykeline gelince, ödül heykelinin başına neler geldiğiyle ilgilenmedi, kaybolmuştu. 1994 yılında avukatı ödülünün Londra’da bir Müzayede Salonu’nda satışa çıkarıldığını haber verdiğinde de şaşırmıştı ama geri alamadı, satışa çıkaran kendine hediye edildiği yalanını söylemişti...
SEVİMSİZ BESLENME SERÜVENİ
Bu yazının ikinci perdesine gelince, tahmin edileceği gibi Baba filminin sık görünen ve filmin ruhuna eş düşen İtalyan kalabalık aile sofraları, masaya gelen Sicilya usulü makarnalardan ya da Michael’ın (Al Pacino) uyuşturucu patronu Sollozzo’nu ve işbirlikçisi komiser McCluskey’i soğukkanlılıkla öldürdüğü Louis Italian American Restaurant gibi mekanlardan değil, doğrudan Brando’nun yeme ile ama pek de sevimli olmayan ilişkisinden söz etmek istiyorum…
Fakat önce oyuncu, aktivist ve ‘insan’ Brando’yu, “uzun bir süre toplumsal adaletsizlik ve politik riyakarlık olarak gördüğü şeylere karşı mücadelede yer alan”, çocukların acı çekmesinden etkilenen-UNICEF’e gönüllü katılan Brando’yu hatırlayalım…Amerikalıların zihninde sinema filmlerinden ödünç alınmış imgelerle baktıkları Kızılderililer konusunda ya da öncesinde ayrımcılığa-Martin Luther King’in öldürülüşüne sessiz kalmayan ama siyahları asıl umutsuzluğa iten şeyin, “herkesin bir avuç çapulcudan meydana geldiğinde hemfikir olduğu Ku Klux Klan değil, siyah çocukların gururlarıyla ve kendilerine güvenleriyle oynayan, insanlar arısındaki o gizli ve sinsi ırkçılık” olduğuna karar veren Brando’yu unutmak mümkün mü?… Brando hatırlatır, Vietnam savaşı ile paralellikler bulduğu, güçlünün zayıfı sömürmesi gibi evrensel bir temayı işleyen özgün adı Queimada. (Kanlı Ada-İsyan) olan filmini… “Bu filmde hayatımın en iyi oyununu oynadım, fakat çok az kişi filmi görmeye geldi” diyecektir. Oysa siyasi sinemanın da en iyisidir Queimada.
QUEİMADA ÇEKİMİNDE BİR MASA
Başlıktaki konuya girmeden önce onun Frank Sinatra’ya yaptığı ve Sinatra’yı deliye çeviren çekim şakasından söz etmeliyim…Dönemin en iyi müzikallerindendi ve 1955 yılında aynı adla (Guys and Dolls) filme çekildi. Brando’nun rolüne talip ve kendisine verilmeyince de öfke kusan Sinatra’nın kek yediği sahne çekimini Marlon Brando sürekli hatalar yaparak, sözde repliklerini unutarak vb. defalarca yineletir… Bıktıran çekimler Sinatra’yı isyan ettirdiği gibi, film çalışanları da çekimler boyunca şakanın hiç bitmeyeceği endişesini yaşar…
Queimada filminin çekiminde de yaşanan bir olay film içinde film gibidir: Çalıştığı en iyi yönetmenlerden biri olduğunu belirttiği ama kavgasız gün geçirmediği, aynı zamanda siyasal sinemanın en önemli filmlerinden Cezayir Savaşı (1966) yönetmeni Gillo Pontecorvo, Brando’nun iş bırakma tehdidiyle siyah figüranların da ücretini artırmasına karşın, ayrımcı davranışını bırakmaz. Avrupalı elemanlara çıkan yemeklerden farklı yemekler çıkmasına izin verir. Brando siyah çalışanların yeniden iş bırakma eylemini örgütleyince, Pontecorvo sorunu Brando ile çözmek isteyecektir:
Pontecorvo: “- Anladım, yemekten memnun değilsin, peki öğleyin ne yemek istersin?”
Brando: -“ Şampanya ve havyar. Biraz nezih bir şeyler yemek istiyorum ve bunların iyi bir servisle sunulmasını istiyorum.”
Gillo Pontecorvo çevredeki bir restoranla anlaşıp, şık giyimli, kollarında peçete bulunan garsonlara bir masa hazırlatır. Fotoğraf çekmesi için stüdyo fotoğrafçını gönderir. Brando olayı izleyen çalışanların çocuklarından “en aciz, en hasta, en mutsuz görünüşlüsünü” seçerek sofraya buyur eder ve kendi servis yapar.
ARKADAŞIM ABUR CUBUR
Brando’nun yemek gerçeğine gelince “bende oburluk hastalığı” yoktur dese de, tüm zamanlarında en iyi arkadaşı yiyecekler olmuş, kendini daha iyi hissetmek isteği ağır basınca ya da filmdeki rolü zorlayınca diyet yapmıştır.
Brando'yu çalışması zor ve siyasi kişiliği nedeniyle istemeyen Baba filmi yapımcılarına Coppola direnir, bir gerekçe de fazla kilosu olduğudur. Brando diyet yapar. Fakat bu kez de fazla kilo kaybettiği için, rolünün gerektirdiği kiloya ulaşıncaya kadar -on kilo- alması gerekir…
İtiraf eder: İşin zor kısmı, tıkınmanın yokluğundan boşluğu neyle dolduracağıdır. Obezliği tetikleyen gıdalar ve dondurma yaşamında baş roldedir. Neredeyse tüm zamanlarında yemenin peşine düşmüş, kalorili, hazır gıdalarla zamanını geçirmeye başlamıştır.
Savaşın son günlerinde yaralanmış ve kötürüm olmuş bir teğmeni oynadığı ilk filmi The Men setinden başlayarak, Marlon'un kavanozlar dolusu fıstık ezmesi yediği, sık sık Çin yemekleri siparişi verdiği, kutular dolusu çikolatalı Mallomars kurabiye atıştırdığı, üzerine bir litre süt içtiği rol arkadaşlarınca aktarılır. Kurabiye tutkusu devam eder, Pepperidge Farm kurabiye paketlerini yanından ayırmaz. Sonraki evrede, kahvaltılık gevrek markasına atıfta bulunarak kendine Branflakes adını takmıştır; mısır gevreği, sosis, yumurta, muz ve krema, akçaağaç şurubuyla ıslatılmış krep yığınından oluşan kahvaltı biricik gözdesi olacaktır…
Zorunlu yönettiği ilk ve tek film/psikolojik western One Eyed Jacks/Tek Gözlü Jacks’in (1961) çekimlerindeki rol arkadaşı Karl Malden, Brando'nun akşam yemeklerinde iki biftek, patates, iki elmalı turta yediğini ve bir litre süt içtiğini açıklar. Sette kutlanan doğum gününde çalışanlar bir karta “Umarız uyar” yazarak, bir kemer hediye edecektir. Pastanın bir yerinde de “Yönetmeni beslemeyin” alaycı sözü yazılıdır.
İkinci eşi Movita, Brando’nun diyet yaptığını sanmaktadır, ama o buzdolabının kilidini kırarak aldığı bir peynir tekerini yemeyi tercih eder.
En hoşlandığı da gece geç saatte bile sözde tanınmamak için güneş gözlüğünü ve geniş kenarlı şapkasını takarak sosisli sandviçleriyle ünlü Pink’s’e gitmektir. Bir defada altı sosisli sandviç yediği oluyordu…
Denizde İsyan (1962) filminde galon dolusu yediği dondurmalar nedeniyle 52 defa pantolonu yenilenir.
Joseph Conrad’ın 1899 yılında yayımlanan Karanlığın Yüreği romanından uyarlanan ve Vietnam Savaşına ilişkin Apocalypse Now (1979) filmini çekmeden önce Brando - Coppola’ya göre Brando’nun canlandırdığı Albay Kurtz karakteri ABD’nın ruh hâlini yansıtır-, yönetmen Francis Ford Coppola’ya kilo vereceğine dair söz vermiştir. Gerçekleştiremeyince Coppola, Brando’nun Buda benzeri göbeğini gizlemek için loş-yarı karanlık aydınlatmaya başvurur.
Süperman filminde Süperman’in babası Jor-El olarak oynadığı kısa bir rolü ve birkaç hafta çekim günü vardı. Anlaşmaya göre brüt hasılatın 11.3’ünün sahibi olacaktı -14 milyon dolar-. Buna karşın ona ayrılan saatlerde karavanında yemek ile ilgilendiği için çekimlerini aksatıyordu.
Kendince “özgürleşmesi” ile ilgili bir tercihti umursamadan ve haz alarak atıştırmak, sonuçta 159 kiloya ulaştı. Ölümünden kısa bir süre önce yaşamsal uyarı nedeniyle yetmiş kilo verse de kalbi, karaciğeri, gözleri, genel olarak sağlığı bozulmuştu.
VEDA EDENİN SEVİLMESİ NE KADAR DAHA KOLAYDIR!
Yukarıdaki başlık Walter Benjamin sözü…
Brando "Çok basit bir ölüm istiyorum kendim için. Ayağım kayıp düşmem gibi” demişti.
1 Temmuz 2004'te solunum yetmezliği nedeniyle bizlere veda etti… Bu dünyadan ayrılışı istediği gibi mi oldu, bilmiyorum…Hastaneye kaldırılmadan kısa bir süre önce Kevin Costner’in Kurtlarla Dans filmini izler ve filmin ortalarında dayanamayıp ağlar. Önce nedenini anlayamamıştır…Sonra genç Kızılderili oğlanın perdede yansıyan görüntüsü nedenini anlamasını sağlar: “bu sanki bir tür yuvaya dönüştü, çünkü o sırada bir iki yıl öncesinde temiz, saf ve içten bir yanım olduğunu ve bu yanımın çocukluğumdan beri gizli kaldığını keşfettiğimi yeniden hatırladım. Bu şekilde bütünleştiğimi ve özgürlüğümü hissettim.”
Bu yazı Marlon Brando’yu üne kavuşturan The Wilde One filminde, onu toplumsal ve kültürel olan ile buluşturan/başkaları için bir neden arayan gençlerin sözcüsü/imajı Johny’nin sözleri “Kimse bana ne yapmam gerektiğini söyleyemez” ile de bitebilir.
Yaşasaydı o da Sacheen Littlefeather’in yerli arkadaşları gibi -tabii ki alaycı gülerek- sanırım “çok geç kalındı beyler!” derdi.
*Brando-Robert Lindsay (1995), Annemin Öğrettiği Şarkılar, Ceviren; Gürol Koca, İstanbul; Remzi Kitabevi (bazı alıntılar bu kitaptan, çok yararlandım, teşekkür ederim).