Gece Yarısı Kütüphanesi’nde çoksatarlar ve 'Çağın Ruhu'
Siyaseten kamusal alanın olanaklarının daraldığı bu çağda geçtiğimiz yüzyılda öldüğü ilan edilen yazarın, terapist, yaşam koçu, guru olarak dirilmesi kaçınılmaz.
Lisa Adams ve John Heath 2007 tarihli, “Why We Read What We Read” adlı kitaplarında, diyet kitapları ile kurgu kitapları arasında Amerikan Ruhu’nu yansıtmadaki ortaklığı araştırıyorlar: Kilo verme ile kötü imparatorlar ve kurtuluş hikâyeleri arasındaki ortaklık nedir?
İlk bakışta zayıflamayı salık veren bir kitabı bir hikâye anlatan kurgu bir eserle karşılaştırmak, hatta ikisi arasında bazı ortaklıkların olacağını iddia etmek işgüzar bir çaba olarak görülebilir ama acaba öyle mi?
Okurlara güzelliğin, uzun yaşamanın, her daim fit görünmenin, mutlu ve başarılı olmanın sırlarını öğreten, çoğunluğu uzmanlar tarafından yazılmış kitapları, kadın kahramanlar aracılığıyla kentli “orta sınıf” kadınlara hitap eden ve okuru maceradan maceraya sürükleyen romanlarla ortaklaştıran da Amerikan Ruhu’ndan da daha büyük bir şey olabilir: Çağın Ruhu. Hep mutlu sonları, bireyin kurtuluşunu ve biricikliğini empoze eden ve ölümünü ilan ettiği büyük anlatıların cesedi üzerinde tepinen çağın ruhu.
Bu ruh, aslında Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı’nın bir buçuk asır önce o öfke dolu alaycılığıyla ifşa ettiği ruhtur:
“Peki ama nasıl oluyor da siz, yalnız olumlu, normal durumların, kısacası refahın insan çıkarlarına uygun olduğunu böylesine kendinizden emin, böbürlene böbürlene söyleyebiliyorsunuz? Mantığınızın çıkar konusunda yanıldığını hiç düşünmediniz mi? Belki de insan yalnız refahı sevmiyor, refah kadar da acılardan hoşlanıyordur. İnsanoğlu için acıların refah derecesinde yararlı olması da mümkündür.”(1)
Yeraltı Adamı bunları diyor ve ekliyordu: “Benim düşüncemi sorarsanız, yalnız refahı sevmek ayıptır üstelik.”
Yeraltı Adamı, sürekli hazzı, mutluluğu, refahı arayan Batılı düşünceyi yerden yere vuruyor, hazzın Billur Sarayı’na karşı dil çıkarma özgürlüğünü savunuyordu. 21. yüzyılda kitapçı raflarını dolduran mutluluk, ölümsüzlük, güzellik, başarı, ün, para vaatlerini görse ne derdi acaba?
Yeraltı Adamı’nın nanik yaptığı hazcı düşünce, Theodor Adorno ve Max Horkheimer’a göre, modern insanın kader ve ölüm karşısında duyduğu korkunun telafisi için gereklidir. İnsanın kendi hayatını idame ettirebilmesi için gerekli şartların sağlanması, kendine hâkim bireyin ortaya çıkmasına bağlıdır. Kendine hâkim birey, dünyadaki neden-sonuç ilişkilerini açıklayabilmek ve bunları önceden tahmin edebilmek yeteneğinde olmak durumundadır. Bu yüzden bilgi ve düşünme, hayatta kalmanın aracı haline getirilerek ve sırf hesaplama işlevlerine indirgenerek sınırlandırılmıştır. Ancak hayatı muhafaza etmeye yarayan bilgi ve düşünce “kullanılabilir”dir. Bu yüzden ölüm korkusu ve kendini koruma çabası insanda Adorno ve Horkheimer’ın deyişiyle “aydınlanma biçiminde katılaşan bir tür ego” oluşturur. Kısacası tüm Batı rasyonalitesinin temelinde ölüm ve kader karşısında duyulan “evrensel panik” yatar.(2)
Adorno ve Horkheimer’ın özetlediği Batı rasyonalitesi Tanrı’nın öldüğü bir Aydınlanma çağının ürünüydü. Tanrı ölmüştü, “kendine hâkim birey” de tanrısız bir dünyada yol almaya çalışıyordu. Daha sonra öldürdüğü tanrıyı, bütün melekleri, peygamberleriyle, ermişleriyle birlikte geri çağırıp haz ve mutluluk arayışına ortak edeceğini bilmiyordu elbette. 21. yüzyıl, “aydınlanma biçiminde katılaşan ego”nun eriyip “kişisel gelişme biçiminde katılaşan bir ego”ya büründüğü bir çağdı. Ne de olsa “Katı olan her şey buharlaşıyordu.”
ÇOKSATARLARIN 'EN HAFİF' KONUSU OLARAK İNTİHAR
Camus, felsefenin en ciddi konusu intihardır demişti ama günümüzde kişisel gelişimin en “hafif” konuları arasında galiba intihar. Öyle büyük trajediler falan yaşamanıza da gerek yok, bir anda her şeyin birbirinin aynısı olduğu hayattan sıkılıp kendinizi gereksiz hissedip intihar edebilirsiniz. Matt Haig’in, dünya çapında 10 milyon kopya sattığı söylenen romanı “Gece Yarısı Kütüphanesi”nin kahramanı Nora gibi.(3) Nora, her şeyi yanlış yaptığını, verdiği her kararın yanlış bir sonuca yol açtığını, “hayal ettiği şeyden günbegün uzaklaştığını” düşünüp intihar eder ve ölümle yaşam arasındaki Gece Yarısı Kütüphanesi’nde bulur kendini. Kütüphanenin raflarını dolduran sonsuz sayıdaki kitabın her biri Nora’nın mümkün yaşamlarını anlatmaktadır. Böylece Nora, “keşke”lerinin ne kadar yerinde olup olmadığını görecektir. Bütün mümkün yaşamlarına katılır. Her birinde farklı sonuçlar vardır. Nora’nın mümkün hayatlarının anlatımı, Barbie bebeklerin giydirildiği ya da yapay zekâya “Beni York düşesi olarak tasarla” komutlarının verildiği oyunlara o kadar benzer ki… Jeolog olarak Nora, ünlü bir pop yıldızı olarak Nora, evli Nora, anne Nora, yüzücü Nora, buzul bilimcisi Nora, felsefe profesörü Nora… Olasılıklar sonsuzdur. Amerikan rüyası gibi. Nora her olası hayatı deneyecek, memnun kalmadığı takdirde Gece Yarısı Kütüphanesi’ne geri dönecektir. Nora bütün hayatları dener, hiçbirinden memnun kalmaz. Artık kütüphane yıkılmak üzeredir, seçim yapamamıştır.
Hastanede ölümün kıyısından döndürüldüğünde var olan hayatının değerini anlar Nora. Küreselleşmiş Amerikan Rüyası’nın izin verdiği bütün olasılıklar denenmiş, kendini farklı yerlerde, farklı kıyafetlerde, farklı mesleklerde görmüştür. Instagram’da paylaşılan baş döndürücü sahneler, buzullar, yüzme havuzları, okul kütüphaneleri. Parmağın ucunda değişen hayat sahneleri…
Peki Gece Yarısı Kütüphanesi’ni çoksatar endüstrisinin bir metaforu olarak okuyamaz mıyız? Haz garantili öyküler sunan kitapçı rafları. Mümkünse bir gecede okunacak “page turner”lar. Çoksatar endüstrisinin iştahlı okurları, tıpkı Nora gibi yeterince sürükleyici bulmadıkları bir hayatı (romanı) rafa bırakacak, “dislike” butonuna basacak, hemen bir diğerine yöneleceklerdir. Kütüphanenin, yani endüstrinin okura vaadi budur: Sıkılmamak. Müşteri memnuniyetinin esas olduğu kütüphanede memnun kalınmayan ürünlerin iadesi de elbette mümkündür. Çoksatar endüstrisinin yazarı da memnuniyetsiz ve can sıkıntısına meyyal okurunun ilgisini canlı tutmak için sürekli üretmek, sürekli raflara yeni ürün sunmak zorundadır. Fildişi Kulesi’ne çekilip entelektüel tefekküre dalma lüksü yoktur artık.
Var olan hayatın kutsanmasıyla biter roman, böylece ömrünü pişmanlıklarla geçirmiş ya da geçirecek okura kendinden hoşnut olmanın o büyülü anahtarı verilir. En fazla birkaç saatlik bir zaman diliminde, dünyada hiçbir terapi seansının sağlayamayacağı bir güvenle kendi yaşamını kutsar insan. Bütün dünyanın sabit kaldığı bir evrende değişim ve olasılıklar yasasını bu denli işler kılabilmek için kapitalizmin göz bağcılığına ihtiyaç vardır ki Gece Yarısı Kütüphanesi’nin işlevi de budur.
Paulo Coelho’nun “Veronika Ölmek İstiyor” adlı romanının kahramanı da uyku hapı içerek ölmeye karar verir. Sıkılmıştır hayattan. 24 yaşındaki Slovenyalı Veronika “komünist rejim döneminde okullarda verilen resmi bilgiler”in etkisiyle yaşamın ölümle son bulduğuna inanmaktadır. Veronika komünist rejime rağmen “Ya Tanrı varsa?” sorusunu kafasının bir yerinde tutacaktır. Ki onu hayata yeniden döndüren de bu soru olacaktır.(4)
Veronika, Lyubliyana’nın korkuyla anılan tımarhanesi Villete’e yatırılır. Coelho’ya (hayır Anlatıcı’ya değil) Veronika’nın öyküsünü hastane başhekiminin kızı anlatacaktır. Veronika, Nora kadar şanslı değildir ne yazık ki… Bütün mümkün yaşamları aynı tekdüzelikte, aynı sıkıcılıkta tımarhanenin duvarlarının dışında uzanmaktadır.
HAZ YA DA ÖLÜM YA DA HAZDAN ÖLMEK
Başhekim Veronika’ya intihar girişiminden ötürü kalbinin zarar gördüğünü, bir hafta içinde öleceğini söyler. Adorno ve Horkheimer’ın sözünü ettiği “evrensel panik” artık Veronika’ya da sirayet etmiştir. Hemşirenin, “Size mastürbasyon yapmamı ister misiniz?” sorusuyla “haz”la tanışacaktır. Ölümün panzehri hazdır ne de olsa.
Tımarhanede astral yolculuklar yapan Zedka ile tanışır, içinde sevebileceği başka Veronika’lar olduğunu keşfeder. Bireyi sürekli kendinin varyasyonlarıyla avutan bir anlatı evreni söz konusudur. Richard Sennett’ın “Kamusal İnsanın Çöküşü”nde mahrem toplumun narsistik öznesi için tanımladığı bir bilinçtir geçerli olan: Benliğe göre dünya yorumu. “Önemli olan eylem değil, eylem hakkında ne hissettiğinizdir” der Sennett. Nora’nın, Veronika’nın ve başkalarının mümkün yaşamları da bu hissiyat üzerine kuruludur. Bireyin eylemleri kamusal alan içerisinde gerçekleşmediğinden, bu eylemlerin “olası” sonuçlarından söz edilmez bile. Yalnızca kahramanların eylemler hakkında ne hissettikleri önemlidir. Sıkılıyor muyum, kendimi yeterince önemli hissediyor muyum, rahat mıyım, özgür müyüm, haz alıyor muyum? Bu mahremiyette Sennett’in deyimiyle “kişidışı ilişkiler başlarsa anlam yok olur.” Sennett’in mahrem toplum olarak tarif ettiği kamusal alansız toplum bir anlamda Henri Lefevbre’nin “yeniden özelleştirilmiş yaşam”(5) tanımına da benzer.(6)
Goethe’nin Faust’u da ölmeyi istemiştir. Hukukçu, alim Faust, dünyanın bilgisini sunan odasında büyü güçlerini kullanacak kadar ustalaşmıştır ve “olağanüstü bir kozmik görüntü belirir gözleri önünde”.(7) Marshall Berman’a göre, “Tefekkür görüntüleri, ister mistik, ister matematiksel (isterse ikisi birden) olsun, göreni pasif bir seyirci durumunda bırakmaktadır.” Bugünün dünyasında gerçekliğe tercih edilen tefekkür görüntüleri, Faust için bir yanılsamadan ibarettir. Çünkü o dirimi, deneyimi, hayatın kendisini arzu etmektedir. Öylesine deneyimden yoksundur ki, öylesine karanlığa gömülmüştür ki intihar etmeye karar verir. Tanrısal bir mucizenin etkisiyle, Faust’un elindeki zehir şişesi yere düşer, Faust kurtulur. Bundan sonra Mephistopheles ile yapacağı anlaşmayla o çok özlediği deneyime, dirime, özgürlüğe kavuşacaktır. Modern insan kamusal deneyim için ruhunu şeytana satmayı göze almıştır. "Goethe’nin kahramanı sadece kendindekini değil, ulaştığı herkes ve sonuçta onu çevreleyen tüm dünyadaki bastırılmış, muazzam insanî enerjileri özgürleştirdiği için tam bir kahramandır” der Berman. Faust intiharın eşiğinden atlayarak gerçek dünyaya, diğer insanlarla karşılaşacağı deneyimlere kucak açar. Nora ve Veronika’nın kendi yaşamlarını doğruladığı dünyanın tersi istikametine.
KAMUSAL ALANIN YOKLUĞUNDA YİTEN TAHAYYÜLLER VE KAHRAMANLAR
İnsanın ölümcül bir can sıkıntısıyla da olsa kendinin mümkün versiyonlarını araması nasıl bir çabadır? Neden mümkün olan dünyaların, düzenlerin değil de mümkün olan “ben”lerin peşinden gider insan?
“O [Narsist kişi] deneyimde hep kendi kendisinin bir ifadesinin ya da yansımasının peşinden koşar, her bir özel ilişkiyi ya da anı değerden düşürür, çünkü kendisinin kim olduğu sorusuna asla yeterli yanıtı alamayacaktır.”(8)
21. yüzyıl çoksatarları 19. yüzyılın tersi istikametinde yol alırlar. 19. yüzyıl kahramanları, Sennett’in tiyatro sahnesine benzettiği sokakta, başka öznelerle karşılaşarak, onlarla ilişkiye geçerek, eylemlerde bulunarak, başkalarının eylemlerinden etkilenerek değer yargılarını, kişiliklerini oluşturuyorlardı. Kamusal alan, sınıfa, cinsiyete dayalı tüm analizlere açık bir sahneydi. Dickens’ın çocuk kahramanları Londra’nın sisli, ürkütücü sokaklarında büyüyorlardı. Jane Austen’ın kadınları kontrollü adımlarını evin dışına atıyor, bu sayede ekonomik evlilik modeli kılık değiştirip romantik aşk olarak kamusal alanda arzı endam ediyordu. Kamusal alan ilişkisellik ve karakter inşası açısından belki bugün Gece Yarısı Kütüphanesi’ni dolduran kitaplardan daha çok “olasılık” ve “özgürlük” vaat ediyordu.
21. yüzyılın başındaki popüler aşk romanları ise kadınları yeniden özel alana çağırıyordu. Kamusal alan yüreklere korku salmış gibiydi. Çünkü bu anlatılar, aristokrasinin kendisinden aşağı gördüğü burjuvalara ve işçi sınıfına karşı sınıfsal rafineliğini korumaya çalışmasını anlatıyordu. Kamusal alan sınıfsal rafineliğin düşmanıydı. Büyük konaklar rafine sınıfın ritüelleriyle kadınları eğitiyordu. Kadınlar, özel alanda aile için yeniden “terbiye” ediliyordu ve oyun alanı “aile” idi. Evi sokaktan ayıran duvarlardan “yabancı”nın sızmaması için romantik aşk da kuzenler arasında yaşanıyor, kadın evde başlayan öyküsünü evde bitiriyordu. Kerime Nadir’lerin, Muazzez Tahsin Berkand’ların kuzenler arasındaki romantik aşkı anlatan kitapları kamusal alan korkusunun gözle görülür derecede hissedildiği anlatılardı.(9)
21. yüzyıl çoksatarlarında da aslında kamusal alanın yokluğundan söz etmek mümkündür. Karakterleri yapılandırılmış bir alanda görürüz genellikle. Psikolojik kategorilerin sınıfa, cinsiyete dayalı her türlü kategorinin yerini alması aileyi travma anlatısı için elverişli bir alan haline getirmiştir. TV dizilerinden romanlara kadar her yerde travmalarıyla boğuşan insanları görmek mümkün. Travmalar, travmalar hakkında hissedilenler, travmayı atlatmak için gidilen terapiler… Elbette bu anlatıların, hayatın anlamını terapi koltuğunda bulmaya çalışan kentli orta sınıfla doğrudan bağlantısı var. 20. yüzyılın aşk romanlarının malikaneleri, büyük konakları, bugünün çok katlı, özel korumalı “orta sınıf” sitelerine dönmüş. Aristokrasinin dans ve çay salonlarındaki ritüelleri de kişisel gelişim sanatının icra edildiği ritüellere.
21. yüzyıl anlatısı kamusal alan süsü verilmiş ama daha çok video oyunlarının yapılandırılmış ortamlarına benzeyen mekânlarda, kahramanlarını yine video oyunlarından alınmış engeller, kötü insanlar, mücadele ve zafer döngüsünün içine atarlar. Haig’in “Hayat İmkânsız” kitabının kahramanı, 70’ini aşmış emekli matematik öğretmeninin öyküsü, dünyadaki “mümkün” deneyimin ancak paralel dünyalarda olabileceğini gösteriyor.(10) Grace de sonuna doğru gittiği hayatını pişmanlıklarla doldurmuştur. Onun da keşkeleri vardır. İnanılmaz bir tesadüf sonucu, hayatının matematik kadar kesin akışını değiştirmiş, Ibiza’da dünyayı iklim krizinden kurtaracak bir paralel dünyayı keşfetmiştir. Okyanustaki nurlu ışığın “seçtiği” insanlar, bütün canlıları, hayatı kurtaracak yolu keşfetmişler, Grace yeni yetenekleri sayesinde eski yaşamının pişmanlık sahnelerini tekrar seyretmiş, keşkelerinin beyhudeliğini anlamıştır. Veronika da Nora da Grace de haklıdır. Anlatılar her birinin doğrulanmasıyla biter. Metafizik deneyimler “gerçek” dünyanın sağlamasının yapıldığı yerdir.
Bugünün çoksatar anlatılarının, kadınları özel alanda terbiye etmeye çalışan 20. yüzyıl başı popüler aşk romanlarıyla ortak bir yanı var. Karakterlerin ve hedef okur kitlesinin kadınlar olduğu bu anlatılar, kadınların eylemlerini, seçimlerini, kendilerini inşa biçimlerini yapılandırılmış özel alanlara sıkıştırıyorlar. 20. yüzyıl başının, kadınları adabımuaşeret romanlarıyla modern zevceler olarak eğiten aşk romanlarının yerini, bugün kadınları kişisel gelişim kitaplarıyla, metafizikle evcilleştiren, seçim özgürlüğünü, deneyim imkânını paralel dünyalara havale eden 21. yüzyıl çoksatarları aldı. Elbette, kadınlar için bunun anlamı Amerikan “can-do-ism”inin (yapabilirim) sahte gücünün arkasında görünmez olarak kalmak.
Görünen o ki 21. yüzyılın totaliter rejimleri, teknoloji, sermayenin aç gözlü istilası, kentleşmenin aldığı biçim ve “eşit yurttaş” mevhumunun geçerliliğini yitirmesi, kamusal alanı hızla ayağımızın altından çekip aldı. Siyaseten de kamusal alanın olanaklarının daraldığı bu çağda geçtiğimiz yüzyılda öldüğü ilan edilen yazarın, terapist, yaşam koçu, guru olarak dirilmesi kaçınılmaz. Hikâyenin tam ortasında durup aydınlatıcı bilgi veren Ahmet Mithat Efendi, kamusal alanla, medeniyetle ilk defa tanışan karilerini bilgilendirmeyi boynunun borcu sayıyordu muhtemelen. Bugünün yazarı da bir yandan yaşam hakkındaki tezli romanını okuru için kullanışlı bilgilerle donatırken bir yandan da manevi dünyanın rehberi rolüne soyunuyor.
Çağın ruhuyla kastedilen bu. Sennett’in deyişiyle söyleyecek olursak tahayyül gücü elinden alınmış bir çağın anlatılarını okuyoruz:
“[K]amusal coğrafyanın yaratılması ile toplumsal bir fenomen olarak tahayyül gücünün büyük bir ilgisi vardır. Bir bebek ben olan ile ben olmayanı ayırabildiği zaman sembol yaratma yetilerini zenginleştirecek ilk ve en önemli adımı atmış olur: Artık her sembol bebeğin kendi ihtiyaçlarının dünyaya yansıtılması olmak zorunda değildir. Bir kamusal alan anlayışı yaratmak da aynı şekilde bebeklikteki bu psikolojik ayrıştırmanın yetişkinlerdeki toplumsal karşılığıdır ve buna koşut sonuçlar doğurur; öyle ki, toplumun sembol yaratma kapasitesi artar; çünkü gerçek, dolayısıyla da inanılır olanın tahayyül edilmesi artık hissedilenlerin durmadan benlik tarafından doğrulanmasına bağlı değildir.”
Kamusal alan bireyin kendisi ile toplum arasındaki sınırları belirleyeceği, onun tarafından belirleneceği bir imkânlar alanıdır. Lefevbre’nin de vurguladığı gibi kolektivitenin varlığı ve imkânları ortadan kalktığında kişi, Sennett’in narsisizm adını verdiği neoliberal bireyciliğin girdabında boğulmaya, sürekli kendi yansımasının peşinden gitmeye mahkûmdur.
“Faust’un kendisi için istediği, insan varoluşunun her tarzını, mutluluğu, kederi de içerecek, bunları benliğinin sınırsız büyümesine tabi kılacak dinamik bir süreçtir; benliğin yıkımı bile bu gelişmenin ayrılmaz bir parçası olacaktır.”
Berman’ın modernlik analizinde Yeraltı Adamı’nı ve Faust’u ortaklaştıran da yıkımın özgürleştirici gücüne duydukları inançtır. 21. yüzyıl bireyi ise, Faust’un Şeytan’la yaptığı gözü kara anlaşmayı çöpe atıp Cennet Bahçesi’nin ebedi sakini olmak için gökyüzünde Tanrı’yla, yeryüzünde ise terapistler, koçlar, evliyalar, gurular, mutluluk vaatçileriyle yeni bir anlaşma yapmış görünüyor. Özgürlüğünü yitirme pahasına kusursuz Cennet Bahçesi’nde (mutlu siteler?) kalmak, bu yeni dünyanın içinde kendine sunulan bütün rolleri, kimlikleri deneyimlemek hep o tefekkür görüntülerinin, astral seyahatlerin içinde kalmak. Kadın karakterlere sunulan bu, birkaç saatlik okuma diliminde aldıkları hazzı saymazsak, kadın okurlara da…(11)
NOTLAR:
(1) Dostoyevski, Yeraltından Notlar, çev. Mehmet Özgül, Adam Yayıncılık, 1982.
(2) Theodor Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, çev. Oğuz Özügül, Kabalcı Yayınevi, 1995.
(3) Matt Haig, Gece Yarısı Kütüphanesi, çev. Kıvanç Güney, Domingo Yayınevi, 2022.
(4) Paulo Coelho, Veronika Ölmek İstiyor, çev. Haldun Pamir, Can Yayınları, 2019.
(5) Bu tartışmayla ilgili olarak bu yazıya ve bu söyleşi linkine bakılabilir.
(6) Henri Lefevbre, Gündelik Hayatın Eleştirisi II, Çev. Işık Ergüden, Sel Yayınları, 2010.
(7) Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev. Ümit Altuğ-Bülent Peker, İletişim Yayınları, 1994.
(8) Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, çev. Serpil Durak, Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2002.
(9) Aslı Güneş, “Aşkın Ekonomi Politiği”
(10) Matt Haig, Hayat İmkânsız, çev. Kıvanç Güney, Domingo Yayınevi, 2024.
(11) Elbette, “vuruş” sayısını tutturma zorunluluğu (ki sanırım ihlal etmiş bulunuyorum) bir dolu kitabı ve tartışma başlığını bu yazının kapsamı dışında bıraktı ne yazık ki.