YAZARLAR

Geçiş sürecini konuşma(ma)k

Eğer Türkiye’nin demokrasiye geçişini konuşacaksak, AKP sonrası dönemden konuşmalıyız demektir. Eğer AKP sonrası dönemi konuşacaksak, Türkiye’de rejim değişikliğini, olağanüstü hali, olağanüstü hali devam ettiren mevcut düzeni konuşmak zorundayız.

Türkiye’de siyaset seçime odaklanmış görünüyor. Her gün yayımlanan anketler, muhalefette cumhurbaşkanı adaylığına ilişkin üstü açık ya da kapalı müzakereler, iktidar ittifakının seçimleri “ayarlama” arayışları gibi birçok işaret bunu gösteriyor. AKP’nin her daim “siyasi meşruiyeti olmayan” gölge güçlerle (örneğin Fethullahçılarla) koalisyon kurarak yürüttüğü 20 yıllık tek parti iktidarının, bu iktidar aracılığıyla inşa ettiği yeni rejimin ve elbette bu rejimin baskısı altında yaşayan milyonlarca yurttaşın geleceğine ilişkin bir tür kader anı olarak sunulan bu seçimin anlamı nedir sorusunu bir kez daha tartışmak istiyorum.

Öncelikle ve açıklıkla konuşulması gereken bir şey var. İktidar ittifakının seçim kanunları ve siyasal partiler kanununda yapılacak değişiklikler ile “seçimleri ayarlamaya” dönük girişimlerini, 2017 halkoylaması ve 2019 Mart'ındaki İstanbul seçimi deneyimlerinde yaşadıklarımızdan biliyoruz. 2017’de kanuna aykırı olmasına rağmen iki milyon mühürsüz oyun geçerli sayıldığını gördük. İstanbul’da başarısız da olsa Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın teslim edilmek istenmediği gördük. Bu meselede Erdoğan’ın ders çıkarmamış olduğunu söylemek mümkün değil, ama arzusunun (her ne pahasına olursa olsun iktidarı terk etmemek) değişmediğini söylemek mümkün. 20 yıldır bütün devlet güçlerini elinde tutan, son beş yıldır devlet kadrolarının neredeyse tamamını militanlaştırmış olan bir iktidardan söz ediyorsanız bu, daha mümkün hale geliyor. Uzun süren tek parti yönetimlerinde içinde demokrasi kurallarının dışına çıkmış siyasal rejimlerinde iktidar sahiplerinin seçimlere yönelik tutumunu kendi tarihimizden de dünyadaki çeşitli deneyimlerden de biliyoruz.. 1945 sonrası geçiş döneminde 1947’de yapılması gereken seçimlerin hangi koşullarda ve ne amaçla 1946’ya alındığını, 1950 seçimlerinin ardından iktidarın barışçıl devrinde İnönü’nün rolünün önemini ve buna direnci biliyoruz. On sekizinci yüzyıldan beri biçimsel demokrasi kurallarını hemen hemen kesintisiz uygulayabilmiş ABD’de Trump’ın başarısız kalmış girişimini dünyaca takip ettik. Tüm bu deneyimlerin iktidara öğrettiğini biliyoruz. AKP Genel Başkanı’nın ağzından bugüne kadar bir defa dahi iktidarını barışçıl devredeceğine ilişkin bir seçim güvencesi duymadık ama seçimlerin startını verdiği il başkanları toplantısında 'iktidarı muhalefete teslim edemeyiz' dediğini kulaklarımızla duyduk. Şimdi tüm bu söylediklerimi görmezden gelmeye dönük, hatta bunların varlığını kabul ederek konuşulmaması gerektiğini söyleyen bir yaklaşım var. Bu yaklaşımın kulağa makul gelen bir açıklaması da var. Basitçe şöyle: “AKP’nin iktidarı devretmeyeceğine ilişkin geliştirilecek bir söylem seçmende umutsuzluk yaratır, bunun da seçimler bakımından sonucu olumsuz olur.” İlk duyduğunuzda kulağa makul gelen bu yaklaşım iki liberal yanlış ile malul. Birincisi, yukarıda söylediklerim AKP’nin iktidarı devretmeyeceğine ilişkin bir söylemi doğurmaz, aksine AKP’yi iktidarı devretmeye zorlayacak bir politikaya çağırır. Hem seçmenin, -ya da olağanüstü dönemlere uygun bir kavramla söyleyeyim- halkın nezdinde hem de muhalefet güçlerinin nezdinde. İkincisi, halk bu yaklaşımı geliştirenlerin sandığı kadar “saf” değil. Boğazından ne geçtiğini, kime kelepçe kime elmas takı takıldığını en iyi o biliyor. Dolayısıyla bu görmezden gelen yaklaşımın sonu, kaçınmak istediği şeye çıkacaktır. ABD örneğini verelim, eğer yaşayan bütün savunma bakanları orduyu seçimlere müdahale etmemeye çağırmasaydı; özellikle Sanders’in yürüttüğü kampanyada seçimlere sahip çıkma ve diktatörlüğe izin vermeme vurgusu ve hazırlığı olmasaydı, seçimlerin sonucunu nasıl görürdük? Elbette bilemiyoruz ama yapılanı görebiliyoruz.

Birincisine bağlı olarak söylenmesi gereken ikinci şey şu: Önümüzdeki seçimler, olağanüstü bir dönemin içinde değilmiş gibi yaparak, olağan bir seçim gibi düşünülecekse; Türkiye’de geçiş süreci ne anlama gelecek ya da mümkün olacak mı? Örneğin, bir OHAL kararnamesiyle doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı tarafından atanan rektörlerle üniversitede akademik özgürlük kurmak mümkün mü? Yıllardır suç işleyen akademik partizanlarla mı akademi akademik özgürlükle taçlanacak? Osman Kavala’yı, Selahattin Demirtaş’ı hukukun evrensel ilkelerine ve Türkiye’nin içinde bulunduğu hukuk sisteminin bağlayıcı kararlarına rağmen içeride tutan partizan hakimlerce mi, barış için akademisyenler bildirisine imza atanlar hakkında düzenlediği iddianame ile kariyer yolları açılan savcılarla mı bağımsız yargı düzeni kurulacak? Beşli çetenin haksızca elde ettiği kazanç yeniden kamulaştırılacak mı? Bu ülkenin toprağına suyuna verdikleri zararın, o toprağı, suyu bu çeteye peşkeş çekenlerin yaptıkları ne olacak? Laiklik pırtlak gibi her yere açılan ve zorunlu tutulan imam hatiplerde mi anlatılacak? Dört yıl daha görev süresi olan Diyanet İşleri Başkanı Erbaş’a laiklik duası mı ettirilecek? Neredeyse her konuda çatışmacı bir hali provoke eden bir rejimin ardından, başta Kürt sorunu ama artık onun ötesinde görülmesi gereken toplumsal ve siyasal barış nasıl hangi araçlarla sağlanacak? Bu söylediklerime “devri sabık” yaratmamak gerek diye karşı çıkanlar olacaktır. Katılırım, devri sabık yaratmamak gerek, fakat karşı çıkarım çünkü devri sabık olağan dönemler için anlamı olan bir kavramdır. Burada söz konusu olan adalet, geçiş süreci adalettir. Milyonlarca insanın mevcut rejimde uğradığı adaletsizlikleri ortadan kaldıracak, barışmasını sağlayacak bir adalet sürecidir.

Eğer Türkiye’nin demokrasiye geçişini konuşacaksak, AKP sonrası dönemden konuşmalıyız demektir. Eğer AKP sonrası dönemi konuşacaksak, Türkiye’de rejim değişikliğini, olağanüstü hali, olağanüstü hali devam ettiren mevcut düzeni konuşmak zorundayız. Türkiye, tersine bir geçiş sürecini yaşadı. Bu tersine geçiş süreci anayasal güvenceler başta olmak üzere demokrasinin en temel prosedürlerini ortadan kaldırdı, sürekli iktidar ve onun finansmanını sağlamak üzere oluşturulmuş dar bir çevre için dönen bir çark kuruldu. Eğer demokrasiye geçişi konuşacaksak, bugünden konuşulması gereken öncelikle seçimler bakımından bu çarka çomak sokmak ardından da geçiş sürecinde bu çarkı yok etmektir.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.