Geçmişin buruk tadı ve tortusu

Saša Stanišić'in romanı Köken, İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Kitapta otobiyografik anlatıya imza atan yazar, savaş öncesi ve sırasındaki Yugoslavya’yı aile albümü aracılığıyla resmediyor.

Google Haberlere Abone ol

Susan Sontag, 1993’te 'Godot’yu Beklerken' oyununu sahnelemek üzere yakın arkadaşlarıyla birlikte gittiği Saraybosna’daki manzarayı görünce şöyle der: “Burada sadece sokaklar, caddeler, binalar ve bedenler değil, anılar ve o hatıraları taşıyan belleklerle beraber ilişkiler de parçalanmış.” Dubravka Ugrešić’in 'Acı Bakanlığı' romanında anlattığı ikiye bölünmüş zamanın ve hayatın tam ortasında kaldığını fark eder Sontag.

Eski Yugoslavya’da kökleri, günlük yaşamı ve insani olan her şeyi parçalayan savaşı, savaş öncesini ve sonrasını anlatan pek çok yazar var: Alexandar Hemon, Milenko Yergoviç, Selvedin Avdić, Lynne Jones, Sara Noviç, Velibor Çoliç, Hasan Nuhanoviç, Faruk Sehiç, Alen Mešković…

Hepsinin anlatımındaki ortak nokta, zamanın sıfırlandığı savaş döneminin öncesi ve sonrası arasındaki geri döndürülemez fark. Daha düne kadar dimdik ayakta duran hemen her şeyin (tarih, insanlar, ilişkiler, merhamet, dostluk, akrabalık ve mekânlar) yıkılıp gitmişliğini ortaya koyan yazarlar, bir arada yaşarken nasıl yersiz-yurtsuz kaldıklarını paylaşıyor metinlerinde. 1992’den itibaren Yugoslavya’da katiller ve maktullerin aynı sokakta oturduğu, yakılıp yıkılan ve kimilerinin kaçmayı başardığı kimilerinin ise kaçamadığı bir ortam söz konusuydu. Sontag’ın “parçalanmışlık” dediği şey tam manasıyla buydu.

Bahsi geçen parçalanma sürecine hem bir çocuğun hem de hayatta kalıp kaçan, ardından bir yetişkinin gözüyle geriye bakan, yeni bir yaşam kurarken eskisinin gölgesinde hatıralarla ayakta durmaya çalışan bir aileyi anlatan Saša Stanišić, 'Kökler'de kendi hikâyesiyle buluşturuyor okuru.

DAĞILAN PARÇALARI BİR ARAYA GETİRME ÇABASI

Stanišić, Bosnalı bir annenin ve Sırp bir babanın oğlu olarak doğduğu Višegrad’dan 1992’de, on dört yaşındayken ailesiyle birlikte ayrılmak zorunda kalıyor. Sırpların kenti işgali sonrasında Almanya’ya giden Stanišić, liseyi bitirdiği 1997’ye kadar şiirler ve hikâyeler kaleme alıyor, ardından kendisini dünyaya tanıtan ve en iyi Almanca yazan isimlerden biri olarak gösterilmesini sağlayan 'Asker Gramofonu Nasıl Tamir Eder?' başlıklı romanını yazıyor.

Stanišić, romanda eski Yugoslavya’daki sevgilisini arayan Aleksandar Krsmanovic’in ağzından, kısa süre öncesine dek zenginlik sayılan farklılıkların düşmanlığa dönüştüğü coğrafyayı ve şiddetin benliğinde yol açtığı yaraları şöyle anlatıyor: “Benim adım Aleksandar Krsmanovic. Öğrenci, torun, mülteci, uzun saçlı, koca kulaklı, hatıraların peşinde. Bir kızı arıyorum. Asija'yı. Savaş zamanındaki aşkımı… Yugoslavya bölündü, parçalandı. Dostluk öldü, yerini kan aldı. Ortodoks Sırp bir babanın, Bosnalı Müslüman bir annenin çocuğu olarak ben arada kaldım ve gözlerim çok şey gördü. O yüzden, askerlerden nefret ediyorum. Beyaz Kartallar'dan, Yeşil Baretliler'den nefret ediyorum. Ölümden nefret ediyorum. Ölüm Almanyalı bir şampiyondu ama Bosna'da dünya şampiyonu oldu. Gece atılan kurşunlardan, nehirdeki cesetlerden ve bedenler suya atıldığında çıkan sesten nefret ediyorum. Gözlerimi kapatsam bile her şeyin öylece durmasından ve barışa yatıp savaşa uyanmaktan… O yüzden, her şey eskisi gibi, sevdiğim gibi olana kadar ve aşkımı bulana kadar tamamlanmamış resimler yapıyorum. Benim adım Aleksandar Krsmanovic. Ben tamamlanmamışlığın şef yoldaşıyım.”

'Asker Gramofonu Nasıl Tamir Eder?', hikâyeler uyduran bir çocuğun acı hikâyelerle karşılaşmasının romanı; Stanišić’in ikiye bölünmüş yaşamının ve eski Yugoslavya’nın parçalanmış tarihinin (aynı zamanda geleceğinin) hikâyesi. Yazarın deyişiyle “her şeyin iyi olduğu zaman”dan “hiçbir şeyin iyi olmadığı zaman”a geçişin öyküsü.

Köken, Saša Stanišić, Çevirmen: Gülçin Wilhelm, 314 syf., İletişim Yayınları, 2021.

Stanišić, 'Köken’de ise tamamen otobiyografik bir anlatıya imza atıyor: Avrupa’nın doğusunda dünyaya gelip savaş nedeniyle kıtanın batısına göçen ailenin hızla büyüyen çocuğunun hatırladıkları, yeni yaşamına uyumu ve uyumsuzluğu, hayatta kalmanın ve her şeye tekrar başlamanın ağırlığı, yazarın okuru götürdüğü dalgalı bir denize dönüşüyor.

Romanda, Stanišić’in ikiye bölünmüş zaman ve yaşamdan mustaripliği ön planda. Beri yandan savaş yüzünden göç ettikleri Almanya’da her şeye yeniden başlamak isterken sürekli geçmişe bakma hâli de hayli baskın. 1992 öncesini hatırlama ve yeni yaşama uyum sağlama gerilimi de cabası. Bu yüzden anlatımda geri dönüşler ve tekrar güncele varma hâkim. Dolayısıyla romanda parçalanmayla, parçaları bir araya getirme çabasıyla ve hesaplaşmalarla yüzleşiyoruz.

BİR HATIRA DEFTERİ

Stanišić, savaş öncesi ve savaş sırasındaki Yugoslavya’yı bir aile albümü aracılığıyla resmediyor. Bu albüm ve söz konusu ortamda, bir yaşama uğraşıyla yüzleşiyoruz. Bu akışta yazarın aile büyüklerine, annesine ve babasına, Tito’nun 1980’deki ölümüne rastlıyoruz. Savaştan yıllar sonra, yurda dönüşünün Stanišić’in benliğinde yarattığı burukluk da romanın önemli öğelerinden. Kökler, kökenler, Bosna’dan zorunlu kopuşun yarattığı yabancılık hissi ve kabuk bağlamış yaralar, kitapta önemli bir yere sahip.

Stanišić, yok oluşun eşiğine gelme ve sonra yeniden yaşama tutunuş hikâyesini romanın başından sonuna kadar hissettiriyor okura: “Benim doğduğum ülke artık yok. Ülke var olduğu sürece ben kendimi Yugoslav sayıyordum. Ebeveynlerim gibi; biri (babam) Sırp bir aileden, diğeri ise (annem) Boşnak-Müslüman bir aileden gelme. Ben çokuluslu bir devletin çocuğu, birbirini seven ve Yugoslav Melting Pot’u sayesinde farklı köken ve dine aidiyetin olumsuzluklarını yaşamayan iki insanın ürünüyüm ve deklarasyonuyum.”

Stanišić, hem Yugoslavya’nın son demlerine ait bir tarihsel resmîgeçit sunuyor hem de 1992 sonrasında bu coğrafyada ve göç ettiği Almanya’da yaşayıp hissettiklerini paylaşıyor. Her ikisi de hatıra defterine yazılan satırlar gibi âdeta.

Yazarın aile öyküsüyle Yugoslavya’nın yakın geçmişinin hikâyesi beraber yürüyor. “Mafya” dediği babaannesi, sıkı komünist dedesi, beraber Kızılyıldız maçlarına gittiği babası ve annesiyle bir Yugoyken 1992 sonrası, pek çok insanla birlikte kaybettiği kimliği ve geçmişi bu hikâyenin belkemiği. Savaş sırasında bir yabancı olarak geldiği Heidelberg ve seneler sonra memleketinde kendisini turist gibi hissetmesi de hikâyenin önemli parçalarından. Kısacası bir sürüklenişten bahseden Stanišić; kökeninin ve ailesinin “oradan oraya savuran acı tatlı tesadüfler”, “iradenin dışında vücut bulan aidiyet” ve “savaş” manasına geldiğini söylüyor. Kökler dağıtıyor, arayışa itiyor ve bazen hatıralarda bazen bambaşka ülkelerde insanları bir araya getiriyor. Eski ve yeni yaşam, mutluluğun ve mutsuzluğun yanı sıra huzur ve tekinsizlik arasında salınıyor: Almanya günlerinde, Stanišić’in siyaset bilimci annesinin çamaşırhanede ve işletmeci babasının inşaatta çalışması bu salınımı şiddetlendiriyor. O zamanlar ve daha sonra, akıllarına geçmiş geldiğinde “eskiden olup bitenler hakkında konuşmak için sükûnetin, dikkatin, özellikle de soru sorma cesaretinin olması gerektiğini” fark ediyorlar.

'BU BEN MİYİM?'

Stanišić’in anlatımında geçmişin buruk tadı ve tortusu var. Bu hikâyenin fonunu ise 1980’lerde milliyetçi ve sığ söylemleriyle halkı kışkırtan liderlerin bulunduğu, 1990’larda kaçınılmaz biçimde savaşa sürüklenen Yugoslavya ve 1992’den sonra Stanišić ailesinin göçtüğü; “burada Almanca konuşulur”, “sizler yabancısınız” gibi tepkilerle karşılaştıkları, Neo-Nazilerin saldırılarını yoğunlaştırdığı Almanya oluşturuyor.

Stanišić’in Almanya yılları, çocukluktan hızla çıktığı, daha doğrusu çıkmak zorunda kaldığı bir zaman dilimi. Etrafını saran kurallar silsilesi ve ilk kez karşılaştığı yüzler, yeni yaşamın başlangıcına işaret ediyor. Sonrasında, kendisini bir yazar olarak kabul ettiriyor; sınırların geçirgenliğinden, dinleyen ve anlatan insanlardan esinlenerek kaleme kâğıda sarılıyor ve ikiye bölünmüş yaşamıyla cümleleri kesişiyor.

Söz konusu bölünmeyi, Stanišić’in babaannesi ifade ediyor: “Her biriniz bir yere dağıldınız. Tamam, anlıyorum. Nedenlerinizi anlıyorum. Telefon ediyor, hatırımızı soruyorsunuz. Ara sıra uğruyor, kahve içiyorsunuz benimle, yemek yediriyorsunuz. ‘Diş fırçan eski’ diyorsunuz. ‘Evin var’ diyorsunuz. Burası evim değil. Bu benim duvarım değil. Yabancı duvarların arasında nasıl olmamı bekliyorsunuz? Söylesene. Burası otel de değil, kaplıca da değil. Çünkü bırakmıyorlar ki gideyim. Avutup duruyorlar. Bana tek yaptıkları yemek yedirmek, yalan söylemek, avutmak.”

Babaannesinin son günlerinde dilinden düşmeyen “Bu ben miyim?” sorusunu Stanišić kendisine de soruyor; bu aynı zamanda kitabın özünü oluşturuyor: “Bu ben miyim? Bu anne babanın oğlu, bu büyükanne ve büyükbabanın torunu, o büyük nine ve büyük dedenin büyük torunu, Yugoslavya’nın evladı, bir savaştan kaçıp tesadüfen Almanya’ya gelmiş. Baba, yazar, figür. Bunların hepsi ben miyim?”