Geçmişin 'yeniden sürümü'
Sinema salonlarımızı ziyaret eden tek örnek Steven Spielberg’in "West Side Story"si olsa da, aldığımız haberlere göre Guillermo Del Toro, "Nightmare Alley" filmiyle ve Joel Coen yeni "Makbet" uyarlamasıyla bu eğilimi devam ettiriyorlar. Bu büyük yönetmenlerin eylemleri bir 'nostalji' duygusu yaratma amacı mı yoksa bir 'tazeleme' hedefi mi taşıyor? Tam olarak bilemeyiz.
Hollywood sinemasının, zamanında büyük başarı kazanmış filmlerin ‘remake’ini yapma hevesi bütün sinemaseverlerin malumudur! Zaman zaman sönse de asla unutulmayan bu heves, sonucunda genelde beklenen etkiyi yaratmasa da yapımcılar ‘kâr’ getirme ihtimali olan bu yoldan vazgeçmezler.
Ancak bu son aylarda vizyona giren filmleri düşündüğümüzde, değişik şekillerde kendini gösteren, basit bir 'tekrar yapmadan' ileriye giden bir eğilim göze çarpıyor: Senaryonun 'çıkış hikâyesi' ve estetik dokusu bazında 'geçmişe' dönmek! Kuşkusuz bu 'geriye dönüş' Hollywood sinemasına yabancı değil ve sinemanın ufak bir nostalji duygusu eşliğinde kendi 'tarihine dönmesi', örneğini görmediğimiz bir durum oluşturmuyor. Ancak yakın zamanda gördüğümüz yenileme çabaları eskileriyle karşılaştırınca değişik semptomlar taşıyor.
Üstelik bu 'yeniden sürümün' en yeni örneklerinin, belli bir kitlesi olan, yeteneğini herkese kanıtlamış, önemli isimlerden gelmesi, olayı daha da ilginç kılıyor. Henüz sinema salonlarımızı ziyaret eden tek (ve ilk) örnek Steven Spielberg’in "West Side Story"si olsa da, aldığımız haberlere göre Guillermo Del Toro, "Nightmare Alley" (Edmond Goldberg’in 'Şarlatan' romanından uyarlama) filmiyle ve Joel Coen yeni "Makbet" uyarlamasıyla bu eğilimi devam ettiriyorlar. Bu büyük yönetmenlerin eylemleri (eskiye saygıyla) bir 'nostalji' duygusu yaratma amacı mı yoksa bir 'tazeleme' hedefi mi taşıyor? Tam olarak bilemeyiz.
Yanlış anlamaların önüne geçmek için belirtelim: burada kullandığımız 'tazeleme' sözünü, 'yeterli olmayan, eski, bayatlamış' bir esere taze bir hava katmak anlamında değil daha çok önemli bir yapıtı 'tekrar keşfetme' manasında kullanıyoruz. Bu 'tekrar keşfetme' zaten 'tekrar yapma' sürecinin ayrılmaz bir parçası…
‘KIŞ UYKUSUNDA’ OLAN BLOCKBUSTER’LAR…
Bütün bu akım içerisinde iki tane 'blockbuster' kısa süreli aralarla sahne aldılar: Bunlardan ilki, unutulmamış ama artık miladını doldurmuş efsanevi bir film serisine 'sil baştan' taktiğini layık gören Lana Wachowski’nin "Matrix: Resurrections" filmi, diğeri ise solo maceralarında nefesini kaybetmekte olan, Marvel kahramanlarından Spiderman’i tekrar ayağa kaldırmaya çalışan "Spiderman: No Way Home" filmiydi.
Bu iki iddialı yapım da, Covid-19 salgınının yarattığı uzun kış uykusundan sonra kendilerini tekrar hatırlatmaya çalıştılar. Ama bizce yaptıkları sadece kendi yarattıkları hikâyelerin tutarlılığını yıkarak, yeni bir şeyler sunmak isterken kendi içindeki parodilerde boğulmaları oldu. Bahsettiğimiz 'tazeleme', bu filmlerde bir kısırdöngü, tatsız bir 'yeniden sürüm' yarattı.
HOLLYWOOD’DA İKİ ERGEN: ANDERSON VE TARANTİNO…
Bunlardan farklı olarak bazı yönetmenler ise hala zamanı icat etmeyi, tarihini eşelemeden, eski zaferlerine sarılmadan ve 'yeniden ısıtmaya' gerek duymadan başarıyorlardı. Yönetmen Merawi Gerami’nin "Residue" filmi henüz bizde gösterime girmediği için bildiklerimiz kısıtlı ama Paul Thomas Anderson’nun son filmi "Licorice Pizza" bize başka türlü bir geçmişi açık bir şekilde gösteriyor. Bu iki yönetmen de bir 'geçmişe dönüş' yaşatıyorlar ancak kurdukları dünya, hayatlarının bir kısmını kapsayan, içinde büyüdükleri mekanlar ve dolayısıyla ortaya çıkardıkları filmler çok daha karakterli, kişisel ve özel oluyor.
Örneğin Anderson filminde, 70’li yılların başında, zamanında yaşadığı Los Angeles kentine, fetişizme varan bir şefkatle yaklaşıyor. Ancak aynı jenerasyondan diğer yönetmenlerin (mesela aynı dönemi işleyen Quentin Tarantino’nun "Once Upon a Time… in Hollywood" filminin) aksine onun sinefil bir yaklaşıma dayanan sinema dilinden farklı olarak, en sevdiği ve en iyi tanıdığı şeyleri filme almak için serbest, zaman zaman başıboş bırakılmış izlenimi veren bir tutum takınıyor. Başka bir deyişle bu iki yönetmen de inanılmaz derecede çok sayıda filmler izlemiş insanlardı ve Tarantino, bu büyümemiş çocuk tavrıyla altın çağını geçirmiş bir Hollywood dünyasının üzerine eğilirken, Anderson bunu çok daha kişisel bir plana çekiyordu. Tarantino kendini ortasına bırakılmış bir halde bulduğu sinema dünyasında (hayran olduğu) eski dönemlere dönerek bir 'geçmiş' yaratırken, Anderson, Tarantino’nun bütün bu obsesyonlarından kendini azat ederek rahat ve neşeli bir ergen edasıyla 'hayatın geçmişi'ne dönmeyi seçiyordu.
Anderson’nun bir başka iyi bildiği şey ise gençliği hatırlamak için onu genç oyuncularda aramaktan daha iyi bir yol olmadığıydı. Bu yolla 'geçmiş' geçmişte kalmıyor, kendini bir şekilde 'şimdiki zamanda' buluyordu.
Sonuçta yalınlık her zaman karışıklıktan çok daha iyidir.