Geçmişten bugüne: Piyango, sermaye ve devlet
Sermayenin ekonomik gücü, devleti elinde bulunduranların politik gücünden daha dayanıklıdır. Devlete ve onu yönetme siyasetine er geç nüfuz eder. Ve burjuva anlamda bir ‘demokrasi’ ve ‘özgürlükler’ çerçevesi bile, ancak alt sınıflarla pazarlık (savaş) ediyorsa, onların soluğunu hissediyorsa gündemine gelir. Burjuva reform, ‘liberal sağduyu’dan değil karşı mücadelenin gücünden kaynaklanır.
80’lerde Türkiye sinemasının “piyango” temalı iki filmi çok ilgi çekmişti. İlki Şener Şen’in başrolde oynadığı “Milyarder” (1986); ikincisi Kemal Sunal’ın başrolde olduğu Talih Kuşu (1989). Kartal Tibet’in yönettiği her iki filmde de piyango büyük ikramiyesinin ‘küçük insanlara’ isabet etmesi (ya da öyle sanılması) üzerine yaşananlar anlatılıyordu. Bir küçük kasabadaki tren istasyonunun amiri, yoksul küçük memur Mesudiyeli Mesut (Şener Şen) ve Beylerbeyi sırtlarındaki emekçi mahallesi Küplüce’de oturan vasıfsız işçi Osman Abalı (Kemal Sunal), ikramiye sahibi gibi göründükleri anda, ailelerinde ve tüm sosyal çevrelerinde meydana gelen dehşetli değişime tanık oluruz bu filmlerde. Kasabadaki küçük devlet memuru Mesut da, şehirdeki yarı-köylü gündelikçi Osman da, yoksulluk, borçlar ve beklentilerle sıkıştırılmış bir hayatın içindedir ve hızla değişen iktisadi-toplumsal yapı, tüm çıkış yollarını kapatmıştır. 80 sonrası dönüşümün iki parmak izi olarak ortaya çıkmıştır bu iki ‘küçük insan’: Ücreti enflasyonla erimiş, sosyal itibarı ve hakları zedelenmiş, geleceği belirsizleşmiş küçük memur ve ihracatçı sanayinin ucuz emek talebinin vakumuyla kırdan koparılıp kentin yamaçlarına, vasıfsız, yedek işgücü olarak yığılmış, gölgesi hâlâ köyüne düşen proleter… Biri sönmekte olan eski düzenin sonuna, onun yiten memurluğuna; diğeri şişmekte olan ‘yeni’ düzenin başına, yığın halindeki proleter yedek ordusuna ilişiktir.
Her ikisi için de toplumsal hiyerarşinin ‘dibinden’ çıkmanın tek ve mucizevi yolu piyango ikramiyesidir. Her ikisi de piyango ikramiyesiyle gelen bir ‘yüksek atlama’ ile zengin olduklarında, sosyal çevrelerinde aleyhlerine olan tüm hava tersine döner. Geçmişten çözülen ve o günün maddi dünyasına ait başka bir ‘ruh’ta yeniden öbekleşmekte olan yeni toplumsal ilişkiler parodi biçiminde görünür: Mutsuz ve ‘dırdırcı’ aileler, alacaklılar, amirler/işverenler, daha üst sınıflardaki insanlar, bu ‘küçük insanlar’ın sürpriz zenginliği karşısında hızla birer yardakçıya dönüşmüştür. Küçük memurun acıklı sonunu, yarı köylü-proleterin sefil doğuşunu yaratan maddi koşullar, tüm toplumu değiştirmektedir.
80’lerde, hem kamuda hem de sanayide ücretlerin hızlı erimesiyle ortaya çıkan yoksullaşma ile Milli Piyango İdaresi’nin (MP) haşmetli bir büyük ikramiyeyle çekilişi cazip hale getirme stratejisi çakışır. MP’nin ilk şaşaalı ikramiyesi olan 1 milyarlık ödül için çekiliş, 1986 yılının ilk dakikalarında yapılmış, ikramiye o dönem Adana’nın ilçesi olan Osmaniyeli bir muhasebeciye çıkmıştı. Hem eski düzenle birlikte batmakta olanları hem de yeni düzenle birlikte batağa doğanları umutlandırabilecek bir masal oldu bu. “Milyarder” filmi de (1985’te çekilip) 1986’da gösterilmişti. Kartal Tibet sadece 3 yıl sonra, tekrara düşmekten korkmaksızın aynı temalı bir film daha yaptığında da, piyango palavrasının hammaddesi olan yoksulluk ve umutsuzluk toplumun geniş kesimlerine hâkimdi. 89 baharında kamu sanayi sektöründen başlayarak yayılan, diğer sektörlere de sirayet edip, 91’e kadar süren, özellikle eriyen ücretler konusunda büyük kazanımlar elde eden grev ve direnişler de aynı koşullarda ortaya çıkmıştı. İşçi sınıfı, uzun aradan sonra yeniden ve ‘ürkütücü’ şekilde sahnede göründü; ama siyasal örgütlülüğünün yetersizliği başta olmak üzere, sendikal bürokrasi, burjuva propagandanın gücü gibi etkenlerle felç oldu. Özalizmin biletini yırttı, ama kendisine oturacak bir yer bulamadı. Emekçilerin, geçici zaferin rehavetiyle izlediği kısa süreli ‘demokratik restorasyon’ (Demirel-İnönü koalisyonu) hızla bir milli güvenlik rejimine dönüştü. Egemen sınıflar, ANAP gibi bir ‘kitle partisi’ aracılığıyla hükmetmek yerine, ordunun ve bürokrasinin silahlı ve siyasi himayesinde, toplumun geniş kesimlerinin bastırıldığı bir olağanüstü hal yönetimini tercih ettiler. Zira burjuva merkezde, ANAP oylumuna ulaşabilecek bir ‘yeni kitle partisi’ mevcut değildi. Ama her iki filmin resmettiği toplumsal unsurlar mevcuttu: Şehirlerde hızla büyüyen vasıfsız işçi bölükleri, çözülen kır ve kasaba, itibar kaybetmiş küçük ve orta memur… Bu umutsuz yığın, işçi sınıfının olası siyasallaşmasına terk edilemezdi. Başta büyük sanayi olmak üzere tüm sermaye kesimleri, milli güvenliğin kaslı kolları altında, bir kitle partisinin ‘siyasal gücüyle’ olduğundan çok daha güvende hissedecekti. 90’larda, emeğe ve Kürt uyanışına karşı sermayenin ve statükonun güvenliğini sağlamak üzere tesis edilen milli güvenlik rejimi; ’merkez’den hızla kopan bu yığını şiddet yoluyla soldan uzak tuttu; İslamcı ve milliyetçi demagojinin cereyanında tuttu. Yoksul ve topraksız Kürt köylüsünün, emekçilerinin mücadelesinden kopardı.
Hızlı bir sıçramayla bugünlere gelirsek; ‘bugünkü milli güvenlik rejimi’nin sahiplerini, bir kitle partisi görünümüyle iktidara ilk taşıyan, başka şeylerin yanında o yığınların da oyları oldu biraz. İktisadi dönüşümün yükü altında ezilen bu kalabalığın karanlıktan çıkış masalı, malum, piyango mucizelerine sıkışmıştı. Ve günün sonunda ikramiye, yeni palazlanan ‘Anadolu sermayesi’ ile bir kuşak İslamcı kadroya kalırken, kalabalığa da borçla refahtan sosyal yardımla geçinmeye uzanan seçenekler düştü.
* * *
Geçen 14 Aralık günü Hürriyet gazetesinin bir tam sayfası, eski yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’e ayrılmış, Özkök de o sayfayı, “Milli Piyango'da ikramiye çıkma olasılığı düştü mü” başlığıyla şenlendirdiği bir ‘kolaj-metin’ ile doldurmuştu. Piyangocu-yazarın takdiminden ‘ilgili şirket’ CEO’suyla yapılmış soru-cevap çanağına dek tüm unsurlarıyla şans oyunu satmaya dönük bir ürün tanıtımıydı. Özkök, piyango neşriyatını ertesi gün de tam sayfaya yakın sürdürdü.
Bu noktada, çok yaygın bir bilgiyi tekrarlamak elzem: Hürriyet’in ve Özkök’ün patronu Demirören Holding, spor oyunlarına bahis oynatan “İddaa” ve elektronik bahis oynatan misli.com’un sahibi olmanın yanında, Milli Piyango işletmesini yürüten Sisal Şans şirketinin de yüzde 51 hisse ile ortağı. Yüzde 49 hisseli diğer ortak ise İtalyan Sisal S.p.A. Demirören-Sisal ortaklığı piyango lisansını Türkiye Varlık Fonu A.Ş’den aldı. Siyaseti, medyayı ve sermayeyi dolanan dört hızlı yılda oldu her şey… Varlık Fonu, 15 Temmuz’un kırkı yeni çıkmışken, 26 Ağustos 2016’da KHK ile kurulmuştu. Bundan dört ay sonra, 7 Ocak 2017’de bir başka KHK ile Milli Piyango ve tüm şans oyunlarına ilişkin lisansı Fon'a devredildi. Demirören, 2018 baharında Doğan Medya Grubu’nu satın aldı. Varlık Fonu Ağustos 2019’da şans oyunları lisansı için ihaleye çıktı. İhaleye yalnızca Demirören-Sisal teklif verdi ve ‘kazandı’. On yıllık yetki devri 2020 yazında yapıldı. Hürriyet ve diğerleri tastamam bir hükümet mızıkasına dönerken oynanan ‘şans oyunları’… Muazzam bir nakit kaynağı…
Ve özelleşmiş piyango, büyük nakit ve kâr beklenen ilk yılbaşı lotaryasına, çekilişlerin güvenliğine ilişkin iddialar ile yakın zamanda ortaya çıkan “KDV sıfırlaması” haberinin gölgesinde girdi. Bunların üstüne, salgın toplumun bir kısmını sokaktan alıkoyuyor, –zaten sönmekte olan– bilet alma ritüeli ölüyor; nihayetinde belli ki işler iyi gitmiyordu. Özkök’ün piyango bayiliği böylelikle gündeme gelmiş olmalı. İki günlük reklam dizisi ‘şehir efsanesi’ dediği iddiaları teskin etmek görevine –topların dört gramlığına varıncaya– girişiyor; bilet almanın ne cici bir gelenek olduğunu falan zerk ediyor… Ve KDV avantajının da kendilerine değil Varlık Fonu’na yaradığını öne sürüyor kibarca: “Hasılat TVF’nin hesaplarında toplanıyor, biz buradan bir komisyon geliri elde ediyoruz. Bu komisyondan doğan KDV’yi ise kuruşu kuruşuna ödüyoruz.” Varlık Fonu'nun KDV muafiyeti yetkisinin piyango için de ‘çalıştırıldığı’ teyit edilmiş oluyor. (*)
18 yıllık AKP iktidarının bugün aldığı formu tarif etmek için de uygun bir manzara oluşuyor böylelikle. Dinsel taassubun, milliyetçi destekle kurduğu otoriter rejimin medya düzenindeki en büyük grup; aynı taassubun bir vakitler neredeyse ‘put’ gibi görüp tekfir ettiği piyango biletlerini de satıyor. Ama iktidarın ‘İslami’ kimliğiyle bahis oyunlarını bir ‘kaynak’ olarak kullanması arasında çelişki olduğunu öne sürmenin de anlamı yok. Bilakis, ağdalı dinsel kabuk, bir ihale, bir alışveriş olarak ‘piyango’ ile gayet uyumlu çalışıyor. Kiminin payına piyango, kimininkine din düşüyor. Dinsel ağlar ve taassup, kitle mobilizasyonu için işlevli; ticaret ve alışveriş için değil. Erdoğan’ın da dediği gibi “Paranın rengi, dini yoktur, para paradır.”
Ancak ‘parayla’, kazançlarla, kârlarla ilgili alanda da büyüyen bir sıkıntı olduğu gerçeğini örtmüyor bu ‘para hoşgörüsü’; aksine oradaki sorunun derinliğine işaret ediyor. Hürriyet ve diğer Doğan Grubu gemilerinin iktidar barınağına çekilmesi işini üstlenen sermaye grubunun ‘hak ediş’i, salgın ve ekonominin olağanüstü şartları altında anlamsızlaşıyor. İnşaat, otoyol, hastane ihalelerinin, tarihe geçecek bir sermaye transferi, kamu kaynaklarının oligarşik bir yapıya aktarılması faaliyeti haline geldiğine dair her gün sayısız yeni örnek fışkırıyor. Bahadır Özgür’ün önceki gün çarpıcı şekilde gösterdiği gibi, savunma sanayinin ‘yıldızları’ dahi uluslararası kaynak bulamıyor ve ‘kılık değiştirmek’ zorunda kalıyor. İmalat sanayiinin büyük burjuvazisi bu sıkışma anında yeni taviz talepleriyle kapıları çalıyor, pazarlık eli açıyor, dış krediye daha kolay erişim için daha ‘uzlaşmacı’ bir yönetim talep ediyor. (**) Paranın değer kaybetmesiyle işletme sermayeleri ve tasarruflar eriyor, orta ve küçük üretici, esnaf ve küçük tüccar borç yükü altında eziliyor, geleceği göremiyor. Bu koşullarda, bizzat rejimi oluşturan partilerin organik varlığından türemiş yeni ‘liberal’ burjuva hareketler proaktif hale geliyor. Bürokrasinin bir kesimi –eski TÜİK başkanının yaptığı gibi– ‘itiraf’ eğilimi göstermeye başlıyor. Rejimin, tüm bunlar karşısında emeği baskılamak, daha ucuza ve daha çok, daha örgütsüz ve daha dışlanmış şekilde çalışmaya zorlamaktan başka; işçi sınıfının bastırıldığı, ülkenin yeraltı kaynaklarının doğal yıkımlar pahasına sermayeye sunulduğu, kârların bir dikta yönetimiyle garantiye alındığı bir formülden başka ‘çözümü’ yok.
2000’lerin başında, uluslararası kapitalizm ve küresel kredilerle kaynaşmak için ‘reformcu’ bir hükümete ihtiyaç duyan ve AKP’yi destekleyen sermaye çevreleri, özellikle 2013’ten sonra da ‘reformcu’ hükümetin bir diktaya dönüşümünü ‘sevecenlikle’ izledi. ‘Olağanüstü hal’in kendi lehine de işlediğini biliyordu. Şimdi bu kaotik ortamda, o diktanın yalnızca uluslararası ve yerli sermaye lehine gevşediği bir model ya da çıkarlarını daha iyi temsil edecek bir başka ‘reformculuk’ ile devam etme seçenekleri arasında bölünmüş görünüyor. Sermayenin ekonomik gücü, uzun vadede, devleti elinde bulunduranların politik gücünden daha dayanıklıdır. Devlete ve onu yönetme siyasetine er geç nüfuz eder. Ve burjuva anlamda bir ‘demokrasi’ ve ‘özgürlükler’ çerçevesi bile, ancak alt sınıflarla pazarlık (savaş) ediyorsa, onların soluğunu hissediyorsa gündemine gelir. Burjuva reform, ‘liberal sağduyu’dan değil karşı mücadelenin gücünden kaynaklanır. Türk ve Kürt emekçilerin, tüm ezilenlerin bir sosyal ve siyasal güç olarak sahnede olmadığı koşullarda toplum, dikta ya da ‘reforme’ edilmiş bir dikta seçenekleri etrafındaki rekabetin herhangi bir tarafında kendi aleyhine olacak şekilde durmak ve bir pasif izleyici olmaktan başka şansa sahip değil. En azından ‘şimdilik’…
(*) Barış Soydan, T24’te, Demirörenler, Milli Piyango ve devlet ilişkileri hakkında, şirket ve medyacılarının savunmaya geçmesine de yol açacak bir dizi yazı yayınladı. Bu dizinin zihin açıcı yazıları şuradan okunabilir.
(**) Bu noktada Erdoğan’ın 14 Aralık’ta yaptığı açıklamada, “Savunma sanayiimizde iktidara geldiğimizde yüzde 20 düzeyinde olan yerlilik oranı, bugün yüzde 70’lere ulaştı. Bu alanda başarıyı getiren yönetişim modelini imalat sanayinin diğer alt sektörlerinde de uygulayacağız” sözleri, devlet güdümlü bir imalat sanayi gözdağı mıdır, yoksa savunma sanayindeki ayrıcalıkların yaygınlaştırılacağına dair bir vaat midir sorusu ayrı bir yazının konusu; ama bu noktaya işaret koymakta yarar var.
Hakkı Özdal Kimdir?
1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.
Türkiye’nin ‘anlık’ görüntüsü: Xiaomi-Salcomp’ta sendika direnişi 17 Eylül 2021
Menderes’in elini yakan büst 10 Eylül 2021
28 Şubat ‘intikamı’: Güç değil, zayıflık alameti 24 Ağustos 2021
Köylüler ve ‘beyaz etçi’ler: Halk ve sermaye 06 Ağustos 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI