Geleceksizler ülkesinde bir gelecek inşa etmek
Herkes biliyor ki Erdoğan dışında biri seçilecek ve her şey çok güzel olacak gibi bir inancın geçerliliği yok. Ama daha önemlisi, yazının başında belirttiğim toplumsal ruh hali: Hareketsizlik ve inançsızlık. AKP’nin dönüştürdüğü sosyoloji bugün AKP tarafından mobilize edilemiyor; bundan sonra da edilemeyecek. Türkiye’de kararsızlar yok; güvencesizler, geleceksizler, yarınsızlar var. Yarına ilişkin bir program, açık bir tercih, huzursuzluğu hareketlendirecek, inançsızlığı kıracak olan şey.
Anket şirketlerinin açıkladıkları sonuçlara güvenmiyorum. Bunun nedeni yöntemsel hatalar yapmaları, bir kısmının manipülasyon yapması ya da doğrudan bir siyasal parti için çalışmaları değil. Aksine en doğru demografik ve sosyolojik verileri dikkate alarak geliştirdikleri yöntemlerle kamuoyu araştırması yapanları şu anda daha az dikkate alıyorum. Açıkça manipülatif olanların ne yapmak istediğini takip etmeyi kendimce daha doğru buluyorum. Bunun çok basit iki nedeni var: Birincisi Türkiye toplumunun kıpırtısız bir huzursuzluk içinde olması, ikincisi yaygın hale gelen inançsızlık.
Türkiye gibi serbest ve adil seçim hakkını büyük çabalarla elde etmiş ve hakkına kıskanç biçimde sahip çıkma geleneğini oluşturmuş bir toplumda ve seçime dönük beklentinin bu kadar yüksek olduğu bir anda yaygın olan bu iki duygu; yani depresif bir huzursuzluk ile geçmiş ve geleceği kapsayan bir “şimdi”ye karşı umarsız bir inançsızlığın seçim bakımından sonuçları olacak. Çok kritik bir sürecin içindeyiz; bunda herkes hemfikir. Kritik olan, örneğin bir hastalık söz konusu olduğunda yaşam ve ölüm arasında olduğunu tespit ettiğimiz durum, ölüme doğru ya da yaşama doğru bir harekete işaret eder. Türkiye’de böylesine kritik bir durumun içindeki hareketsizliğin nedenlerini anlamak ve özellikle muhalefet bakımından bunu değiştirmeye ilişkin adım atmak, seçimlerde anketlere göre aday belirlemekten çok daha önemli. Kritik kavramının etimolojisinin çağrıştırdığı metaforla ilerleyelim: Toplumun bir nekahet dönemini kaldıracak gücü var mı? Bu güç, kıpırtısız bir huzursuzluk ve yaygın bir inançsızlık içinden çıkar mı? Eğer bu güç yaratılır, toplumsal dinamikler harekete geçerse en doğru verilerle hareket eden anket şirketlerinin bugün aldıkları sonuçlar ile seçim sonuçları arasındaki tutarsızlık tahmin edilmez ölçüde farklı olacak. Bu nedenle, siyasal partilerin ne amaçladığına işaret edebileceğini düşündüğüm manipülatif açıklamaları bu hareketsizlik içinde daha çok önemsiyorum.
Bunları söylerken yanlış anlaşılmamak için iki şeyi belirtmek isterim. Birincisi söylediklerim, Türkiye’de eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelesi veren insanlara haksızlık anlamına gelmiyor. Hatta tam tersine emeğine, toprağına ve varoluşuna sahip çıkmak için, adaletin gerçekleşmesini zorlamak için gelişen hareketleri, çokça yapıldığı gibi çaresizliğin karşısında bir haysiyet mücadelesi olarak değil, objektif olarak geleceği değiştirmek için atılan politik adımlar görüyorum. Bunun için ülkede çok ağır bedeller ödeniyor; hapis, işkence, kriminalize edilme, öldürülme dahil olmak üzere. Fakat onları izleyen insanlar ve hatta hareketlerin içinde olanlar dahil, geleceğin sahibi olunabileceğine, “şimdi”nin değişebileceğine dair inancın varlığı çok zayıflamış durumda. İkincisi özcü bir yaklaşımla bunları söylemiyorum, ülkemizin güçlü bir direniş geleneği, demokrasi geleneği ve değiştirme kapasitesi olduğu varsayımıyla toplumsal dinamiklerden gözümüzü ayırmama ve bu dinamiklerin harekete geçmesi için çabalama gereğini dikkate sunarak söylüyorum. Gezi direnişinin üzerinden henüz on yıl geçmedi.
AKP NEYDİ, NE YAPTI?
Cumhuriyetin yüz yıllık ömrünü baz aldığımızda AKP hükümetlerinin 2002’den bu yana sürdürdüğü iktidar, cumhuriyetin ömrünün beşte birine denk geliyor. Bu beşte birlik süreç, cumhuriyetin yaşamındaki olağanüstü süreçlerin bildiğimiz biçimde bir devamı değildi. AKP Cumhuriyetin bugüne kadar getirdiği birçok şeyi değiştirdi, birçoğunu yıktı, birçoğunu sattı. Çok erken bir tarihte Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın deyişiyle kâr edeni de zarar edeni de sattı, yine aynı kişinin Tekel için söylediği gibi 'babalar gibi' sattı. Devlet Planlama Teşkilatı, Maliye Bakanlığı Teftiş Kurulu ve Hesap Uzmanlığı Kurulu gibi kurumları kapattı. Az çok oturmuş kurumsal gelenekler ortadan kaldırıldı, başta üniversiteler olmak üzere toplumsal yaşamın düşünsel biçimlerinin yeniden üretildiği kurumlar kurumsuzlaştırıldı. Bu kurumları var eden kurallar ve insanlar itibarsızlaştırıldı. Bir bakıma 12 Eylül 1980 darbesiyle önü açılan toplumu dönüştürme projesinin önündeki siyasal ve toplumsal direnci bu yirmi yılın bütünü boyunca kırmaya çabaladı ve bunu başardı.
İktidarının başında çekingen biçimde dünyayla uyumluydu, liberallerle umutlu ittifaklar yaptı; çekingenliğini bırakıp cumhuriyetin müesses nizamıyla hesaplaşırken Fethullahçıların devlet içindeki gücünden yararlandı, yine dünyayla uyumluydu. Bu hesaplaşmalar sırasında önce Fethullahçılarla sonra eski müesses nizamdan kalan yasa dışındaki çetelerle kurduğu baskı rejiminde de dünyayla uyumlu. AKP’nin bu farklı dönemlerinde değişmeyen ise toplum içindeki bütün dinamikleri soğurma stratejisiydi. Sınıf mücadelesinin örgütlerini, özgürleşme mücadelelerinin öznelerini dönüştürdü, sattı ya da yıktı; yok etti. AKP’nin siyaseti, ülkenin sosyolojisini dönüştürdü; dünyayla uyumlu olarak. Şu soruyu sorduğunuzu biliyorum. Hangi dünya? 2000’lerin başında bir hukuk imparatorluğu edasıyla kendine duyduğu güveni uluslarüstü bir anayasaya bağlamaya çalışan Avrupa Birliği ile mi örneğin? Yeni emperyalizm ve yeni savaşlar ile askeri bir imparatorluk peşinde olan Birleşik Devlet ile mi? 2000’lerin ilk on yılının aşılmasıyla belirginleşen ve dünyanın her yerinde ve gelişmişlik düzeyleri bakımından her grubu barındıran devletlerinde ortaya çıkan faşizan tutumlarla mı uyumlu?
Bu soruyu AKP hükümetleri dönemine bütünlüklü bakmadan, tek bir sürecin parçası olduğunu görmeden yanıtlayamayız. Kapitalist dünya-ekonomi çatallandı; dünya, buradaki son yazısında Cenk Saraçoğlu’nun belirttiği gibi bir geçiş sürecinin, ara dönemin içinde. “Toplum yoktur”, “başka seçenek yok” gibi sloganlarıyla insan uygarlığını yüzlerce yıl geriye atan yeni sağcıların yarattığı sömürü düzeni sonuna geldi. Sosyal devleti, devlet iktidarının karşısında denge oluşturacak şekilde örgütlenmiş toplumsal güçlerin anayasal kazanımlarını, eşitlik iddiasının sunulacağı anayasal zeminleri elimizden alarak. AKP, bu zeminlere yerleşti; öldürdüğü kurumların yerine sarayı; hak arayanlara karşı sürekli bağıran ve her sorunun çözümünü kendine bağlayan bir lideri inşa etti. Kurumların kural ve gelenekleri ve insanların itibarının yerine hükümetle iyi geçinenin ödüllendirildiği “girişimci/talancıyı” inşa etti. Kredileri dağıtma biçimiyle kendine bağlı borçluyu, sosyal yardımı dağıtma, istihdamı bölüştürme biçimiyle kendine borçlu seçmeni inşa etti. İnanan inanmayan herkesi eşitleyen laiklik ilkesini ortadan kaldırarak kamusal alanda eşitliğin zeminini siyasal İslam ile yıktı, seçilmiş İslami cemaatlere sayısız ayrıcalık tanındı, bunlar bir yandan semirtildi, bir yandan devletin parasıyla devlet adına yerine getirilmesi görevler bunlara tevdi edildi.
PEKİ MUHALEFET HANGİ DÜNYAYLA UYUMLU OLACAK?
Bu koşullarda herkes biliyor ki Erdoğan dışında biri seçilecek ve her şey çok güzel olacak gibi bir inancın geçerliliği yok. Çünkü, öncelikle, seçim; bizzat rejimin sahipleri ve kisve ya da kabile bağıyla siyasal İslamcı Saray’a bağlı olanlar tarafından yurttaşların oy vereceği ve iktidarın sorunsuzca devredileceği sıradan bir burjuva demokratik yöntem olmaktan çıkarıldı. Seçim, iktidar kanadındaki sorumlu/sorumsuz ağızlarda bir iç savaş terminolojisiyle konuşuluyor. Ama daha önemlisi, yazının başında belirttiğim toplumsal ruh hali: Hareketsizlik ve inançsızlık. AKP’nin dönüştürdüğü sosyoloji bugün AKP tarafından mobilize edilemiyor; bundan sonra da edilemeyecek. Fakat soru duruyor. Muhalefet neden edemiyor? Yeni bir dünyaya, yeni bir ülkeye doğmuş ilk oylarını kullanacak yüzbinlerce genci de düşününce dönüşüme çok açık bu 'arada kalma halinin' nasıl sonuç vereceğinin analizini yapmak her halde aday tartışmasından çok daha belirleyici olacak.
Muhalefet hangi dünya ile uyumlu olacak? Dünya kavramı ile çeşitli siyasal veya askeri ittifakları değil, çatallaşan dünya ekonomisi içindeki yönelimleri anlıyorum. Satmaya, yıkmaya ve kurumsuzlaştırmaya devam edecek bir bekçi devlet mi yoksa yurttaşını esas alan, eğitim, sağlık, ulaşım, barınma, beslenme, istihdam gibi konularda sorumluluk alan, yurttaşın örgütlü gücünü diktatörlükler karşısında güvence olarak gören bir sosyal devlet mi? Yurttaşlığın eşit ve özgür biçimde kurulmasının güvencesi olan, inanan ve inanmayanın eşit haklardan yararlandığı ve etik sınırı burada çizen bir laiklik mi yoksa İslami ya da başka bir taassubun hakimiyetine girmiş bir kamusal alan mı? Yargıyı iktidarının yararına bir silah olarak kullanan ve ulusal güvenlik bahanesiyle geliştirilen olağanüstü usullerle anayasal hakları askıda tutan bir fiili rejim mi yoksa iktidarını toplumsal güçler ve bu güçlerin demokratik çatışmasını mümkün kılan demokratik kurumların varlığıyla paylaşan bir hukuk devleti mi? Etnik ve dinsel nitelikli tek bir kimliğe dayanan milliyetçiliği ulusal kimlik haline getiren tekçi anlayış mı yoksa eşit vatandaşlığın gereğini yerine getiren bir demokratik devlet mi? Emperyalizmin savaş politikalarının taşıyıcısı olarak, milyonlarca insanın ölümüne ya da zorla yer değiştirmesine neden olan bir savaş gücü olmak mı, yoksa bölgesel barışı sağlayacak adil ölçütler geliştirecek güven veren bir diplomatik tutum mu?
KARARSIZLAR NEDEN KARARSIZ?
Türkiye’de kararsızlar yok; güvencesizler, geleceksizler, yarınsızlar var. Dünyanın içinde bulunduğu bunalım içinde yarına ilişkin bir program, açık bir tercih, huzursuzluğu hareketlendirecek, inançsızlığı kıracak olan şey. Bu koşullarda siyaset, dönüştürücü bir eylem olarak gerçek anlamını buluyor. Siyasetin bu anlamının yerine anketlerde ortaya çıkan günlük sonuçları koyanların ve buna göre günlük politika belirleyenlerin böyle bir süreç içinde başarılı olabileceğini sanmıyorum.