Geliyor mu gelmekte olan?
Mutabakat metninin seçimlere yansımasını gösterecek başka adımlar da var. Türkiye’de görece bir baskı unsuru oluşturan sivil toplum kuruluşları bu metne nasıl tepki verecek? Sendikalar ve kadın örgütleri politika önermelerini yeterli bulacak mı? İkinci bir gösterge de adayın açıklanmasından sonra yaşanacak. Seçmen, politika vaatlerine inansa bile bunların açıklanan aday tarafından gerçekleştirileceğine inanmazsa güven kaybı yaşayacak. Üçüncüsü nasıl bir kabine bu programı uygulayacak?
Bu haftanın konusu ister istemez gündemde birinci sıraya oturan Millet İttifakı’nın Ortak Politikalar Mutabakat Metni oldu. Ancak belki metnin içeriğine, kurgusuna ve 2300’den fazla politika bileşenine odaklanmadan önce böyle bir metnin ortaya çıkışının Millet İttifakı’nın seçim sürecinde neyi temsil ettiğine odaklanmak gerek.
Her şeyden önce Cumhurbaşkanının seçim takvimine ilişkin açıklamalarını takiben adaylık tartışmalarının ve beklentilerinin yoğunlaştığı bir süreçte Millet İttifakı’nın adaydan önce bir politika metnini, yol haritasını ve olası bir iktidara gelme durumunda takip edecekleri eylem planını ortaya koyması, adaydan çok siyasi hedeflere ağırlık verdiklerini gösteriyor. Siyasetin tek bir şahsa indirgenmesinin vahim sonuçlarını defalarca test etmiş bir dönemin ardından, tek bir şahsa, yani cumhurbaşkanı adayına öncelik vermeyen, bunun yerine birçok farklı alanda yeniden inşa sürecini öne alan anlayış tüm kesimleri tamamen memnun etmese bile, bir vizyon değişikliğine işaret ediyor. Metinle ilgili ikinci önemli unsur da bu bağlamda öne çıkıyor. Bu bir ortaklık, bir mutabakat metni; yani çok farklı ideolojik hassasiyetleri olan, farklı kitlelere hitap eden, söylemleri asgari müştereklerde birleşse bile aslında belirgin bir biçimde farklı olan altı ayrı politika perspektifini ortaklaştırıyor. Uzun yıllardır siyasi, sınıfsal ve kültürel kutuplaşmadan mustarip bir toplumda, en mahalli düzeyde bile insanların kolayca ayrıştıkları bir bağlamda ortaklaşmaya yapılan vurguya kulak vermek gerekiyor. Her anlamda müştereklerden söz edebilmek için buna uygun kamusal alanların kurgulanması, siyasette çoğulculuğa, çok sesliliğe fırsat verilmesi gerekiyor. Bu metnin ortaya konması da paydaşların bu yönde bir irade kullanma eğilimlerini gösteriyor.
Ortak Politikalar Mutabakat Metni yayınlandığı andan itibaren farklı mecralarda tartışmaların tetikleyicisi oldu. Bu tartışmaların bir süre daha devam edeceği, hatta cumhurbaşkanı adayının açıklanmasıyla yeni bir ivme kazanacağı öngörülürse Türkiye’nin müzakereci bir demokrasiye, farklı görüşlerin çarpışmasına, çoğulculuğa ve fikirsel bir sentez yapmaya ne kadar ihtiyaç duyduğu daha iyi anlaşılır. İlk defa oy kullanacak gençlerin sık sık dile getirdiği gibi “Bu iktidardan başkasını görmedik, başkasını bilmiyoruz ki!” diyenler için “Başka bir siyaset mümkün!” diyebilmenin anlamı büyük. Ancak bu metni iki ayrı düzeyde analiz etmek gerekiyor: Makro ölçekte bakıldığında hedeflenen ortak politikalar ciddi bir sistem değişikliğine işaret ederken, mikro ölçekte özellikle tematik konular, sektörel analizler ve odaklanmış sorunlar açısından politika bileşenleri daha kısa vadeli, görece yüzeysel kalıyor, bu da ister istemez bazı belirsizlikleri su yüzüne çıkarıyor.
Makro ölçekte bakıldığında, Ortak Politikalar Mutabakat Metni demokrasinin yeniden inşasına yönelik net hedefler içeriyor. Bu hedefler, CHP’nin “İkinci Yüzyıla Çağrı Buluşması”nda açıkladığı vizyon belgesi ve burada Daron Acemoğlu’nun konuşmasında yaptığı kurumsal ihtiyaçlarla büyük oranda paralellik gösteriyor. Benzer biçimde, mutabakat metnindeki hedefler İyi Parti’nin “İyileştirilmiş ve Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” metni ile de benzeşiyor. Altılı Masa’nın diğer bileşenlerinin de demokrasi ve kurumsal güçlenme yönlü söylemleri dikkate alındığında ittifakın ve görüşlerini temsil eden mutabakatın ana hatlarda büyük oranda ortaklaştığını söylemek mümkün. Bu ortaklıklar cumhurbaşkanının görev süresinin ve yetkilerinin sınırlandırılmasını, örneğin kararname çıkarma yetkisine son verilmesini, cumhurbaşkanlığına bağlı kurum ve kurulların lağvedilmesini, cumhurbaşkanlığına ayrılan kaynakların sınırlandırılmasını öngörüyor. Bu dönüşümün bir yönetim boşluğuna yol açmaması için de meclisin yetkilerinin güçlendirilmesi, kuvvetler ayrılığına geri dönülmesi, bakanlıkların yeniden yapılandırılması ile daha etkin bir yetki ve kaynak paylaşımı hedefleniyor. Bütün bunlar sistemin yeniden bir otoriterleşme eğilimi göstermesine engel olacak fren ve denge mekanizmaları olarak çalışacak. Kurumsal güçlendirmenin yanı sıra ifade ve örgütlenme özgürlüğünün garanti altına alınması, yolsuzlukla mücadele, şeffaflık denetim ve siyasi etik üzerine yapılan vurgu da yine bu fren ve denge mekanizmalarına destek verecek bileşenler. Demokratik yeniden inşa sürecindeki en önemli yenilik ise muhalefete alan açılması: Seçim barajının yüzde 3 seviyesine indirilmesi, yüzde 1 oy potansiyeli olan partilerin Hazine’den destek alabilmesi, bir yasama yılı içinde en az 20 gün muhalefetin belirlediği gündemle genel kurul toplanması, bugün artık doğru düzgün bir müzakerenin dahi yürütülmediği meclise itibarını iade etme, muhalefeti de içeren çoğulcu bir demokrasi sürecini hayata geçirme girişimi.
Mikro ölçekte, odaklanmış politika hedeflerine baktığımız zaman ortak politikalar veya mutabakatın yönü makro ölçekteki kadar net anlaşılmıyor, metin biraz daha derin okunduğunda bazı belirsizlikler soru işaretlerine neden oluyor. Örneğin ekonomi politikaları içinde varlık fonunun neden kapatıldığı açıklanmamış ya da gerekçelendirilmemiş. Oysa kamu kurumlarında tasarruf konusuna eğilirken bir tasarruf aracı olan varlık fonuyla ilgili neden kurumsal iyileştirmeye gidilmiyor ve kapatılıyor belli değil. Kamuda tasarruf ve israfla mücadele konusunda oldukça detaylı yer verilmesine rağmen, tasarruf konusu ayniyatla sınırlı kalmış, örneğin kamu personel sayılarının kurumlardaki ihtiyaca ve işleve uygunluğuna göre belirlenmesi tartışılmamış. Yine ekonomi politikalarında içinde bulunduğumuz ekonomik krize yönelik maddelere bakıldığında para politikası araçlarının, Merkez Bankası bağımsızlığı gibi kurumsal güçlendirmelerin öne çıktığı görülüyor, ancak diğer politika alanlarında eksiklikler göze çarpıyor. Bu eksikliklerin bir kısmı sektörel analizlerle tamamlansa da çok temel bir konu, AKP iktidarı boyunca öncü sektör olan inşaatın yerine ne koyacakları açıklanmıyor. Örneğin “yenilikçi yabancı sermaye yatırımlarına güçlü teşvik” derken hangi yenilikçi sektörler kast ediliyor ve bu yabancı sermaye yatırımlarının dışa bağımlılık meselesine etkisi görmezden geliniyor. Benzer bir biçimde kentleşme, kültür politikaları ve kadın (ne yazık ki toplumsal cinsiyet değil) politikalarında da benzer çekimserlikler dikkat çekiyor. Kentleşme politikalarında daha iyi mekânsal düzenlemeler ve daha entegre yaşam alanlarına vurgu yapılırken mevcut sıkışmışlık, kemikleşmiş altyapı sorunları ve artık geri alınması mümkün olmayan kayıplar göz ardı ediliyor. Kültür politikalarında da neredeyse her konuda bir fikir, her alana yönelik bir politika başlığı var, ama buradan da tematik olarak organize edilmiş bir bütün, yaşam tarzı taleplerinin karşılanmasına uygun bir kültürel bakış ortaya çıkmıyor. Son yirmi yılın fazlasıyla ideoloji yüklü, gündelik hayatın her alanına sirayet eden ve devletin tüm aygıtlarıyla bir tahakküm aracına dönüştürdüğü kültürel inşa ve bu inşanın neden olduğu kültürel erozyona karşı bir diriliş bu metinde yer bulmuyor. Benzer bir biçimde kadına yönelik politikalarla ilgili olarak, dünyada yaşanan dönüşümler ışığında bir “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Bakanlığı”na bu kadar ihtiyaç varken Kadın, Aile ve Çocuk Bakanlığı kurmak hala muhafazakâr bakış açısının, kadını aileden ve annelikten bağımsız bir birey olarak göremeyen zihniyetin ısrarını düşündürüyor. Kadın istihdamına yapılan vurgu, kadına yönelik şiddetle mücadele ve bakım hizmetlerine yönelik destek gerekli fakat yetersiz bir politik gündem oluşturuyor. Kadınlara yönelik hakların ve korumanın bahşedilmesine değil, toplumsal cinsiyet politikalarının katılımcı demokrasi mekanizmalarıyla, faydalanıcıları aynı zamanda karar alıcı olarak görebildiğimiz çerçevelerde belirlenmesine ihtiyacımız var.
Mutabakat metni elbette tartışılmaya devam edecek, okuyanlar ilgisi ve bilgisi doğrultusunda eleştirecekler, analiz edecekler. Ancak bundan sonrasını, yani bu metnin seçimlere yansımasını gösterecek başka adımlar da var. Türkiye’de görece bir baskı unsuru oluşturan sivil toplum kuruluşları bu metne nasıl tepki verecek? Örneğin TÜSİAD, MÜSİAD veya meslek örgütleri mutabakat metnini nasıl yorumlayacaklar? Sendikalar ve kadın örgütleri politika önermelerini yeterli bulacak mı? İkinci bir gösterge de adayın açıklanmasından sonra yaşanacak. Seçmen, politika vaatlerine inansa bile bunların açıklanan aday tarafından gerçekleştirileceğine inanmazsa güven kaybı yaşayacak. Üçüncü ve belki de en önemli bileşen, nasıl bir kabine bu programı uygulamaya koyacak? Sanırım bu son sorunun cevabı ancak seçimlerden sonra belli olur. Önümüzdeki aylarda heyecanlı bir gündem, çokça tartışma, doğru yanlış çok fazla analiz, çok fazla tahmin yürütme olacak.