Gemi söküm işçisi ile akademisyenin 'kod 49' kesişmesi: 'Koca profesörler' o birliği yakalayamadı
Binlerce işçi gibi akademisyenler de kendi deneyimleri ışığında bir çıkış yolu arıyor. Bu deneyimler sömürüde kesişiyorsa işçi sınıfının birliği ve mücadelesinde de kesişecek elbet…
Ekinsu Devrim Danış
Doktora tezim için gemi söküm işçileri ile görüşmek üzere Aliağa’da olduğum süreçte, bir araştırmacı olarak vakıf üniversitesi çalışanlarının büyük bir kısmının reddettiği işçilik deneyimlerini açığa çıkaran bir an yaşadım.
Geçtiğimiz şubat ayında gemi söküm işçileri günlük yevmiyelerinin yükseltilmesi, maaşların bankaya yatırılması, gemi sökümün ağır sanayi olarak tanımlanması gibi talepler ile yaklaşık 11 gün iş bırakmışlardı. Grevin sonunda işçilerin seçtiği temsilciler başta olmak üzere işten çıkarmalar gerçekleşti. İşten çıkarılan işçiler ile görüşürken, Salim abi[1] işsizlik maaşı ve tazminatının da gasp edilerek “KOD 49 ile nasıl işten çıkarıldığını” anlattı. KOD 49; “işçinin yapmakla ödevli bulunduğu görevleri kendisine hatırlatıldığı halde yapmamakta ısrar etmesi” durumunda SGK’ya patron tarafından bildirim yapılan ve işten çıkarmayı kolaylaştıran bir kod. Salim abi, işçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi için verdikleri mücadeleyi anlatırken, ben de benimle birlikte 30’a yakın akademisyenin aynı kod ile Nişantaşı Üniversitesi tarafından işten çıkarılma sürecimizden bahsettim. Gemi söküm işçilerinin çalışma koşullarını konuşmak üzere oturduğumuz masada, ikimizin de UYAP üzerinden sistemi açıp dava belgelerimiz ve hukuki prosedürler üzerine fikir alışverişi yaptığımız bir durumda bulduk kendimizi. Ben akademisyenlerin vakıf üniversitesinde maruz kaldığı sömürü ve iş tanımı dışındaki görev dayatmalarını anlatırken; Salim abi de “koca profesörlere yaptırıyorlar ha bunları” diyerek şaşırdı. Göstermelik YÖK denetimlerini anlatırken; Salim abi de başıyla onaylayarak “Bakanlıktan gelen denetçilere gemi söküm patronları tarafından kebaplar ısmarlandığını, usulsüzlüklerin üstünün nasıl kapatıldığını” anlattı. Salim abiye “sömürü her yerde ama koca profesörler sizin gibi iş bırakacak düzeyde bir birlikteliği yakalayamadı henüz” diyebildim.
***
Bu yazının konusu “koca profesör”lerin reddettiği işçilik deneyimi ve bunca zaman sessiz kalan vakıf üniversitesi çalışanlarının son zamanlarda ivme kazanan mücadele pratiklerinin zeminini ortaya koymak. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununda 17 Nisan 2020 tarihinde yapılan değişiklik ile vakıf üniversitelerinde çalışan akademisyenlerin devlet üniversitesinde çalışan emsallerinden daha düşük ücret alamayacağı yasalaşmıştı. Bu kanun değişikliğine rağmen; üniversite patronları akademisyenlerin ücretini yükseltmemiş ve ücretlerin yükseltilmesini talep eden akademisyenlere “beğenmiyorsanız kapı orada!” diyerek; işten çıkarma tehditleri ile “çatlak” sesleri susturmaya çalışmıştı. Yasanın çıktığı pandemi döneminde akademisyenler bir yandan zorunlu ücretsiz izin ve kısa çalışma ödeneği ile mevcut ücretlerinin ancak yarısını alabilirken; üniversite yönetimleri evden çalışma ile akademisyenlerin ortak tutum almasını sağlayacak bir araya gelme koşullarını da dağıtmış oldu. İşte tam da bu süreçte, 2021 yılında, farklı vakıf üniversitelerinden akademisyenler bir araya gelerek; “toplum ve doğa yararına bilgi üretmek; bilimsel çalışma yapmak isteyen akademisyenler olarak, birer ticari şirket gibi faaliyet yürüten ve kâr amacı güden üniversite anlayışını, öğrenciyi müşteriye, emeği maliyete indirgeyen üniversite yönetimlerini reddediyoruz” diyerek, Vakıf Üniversiteleri Dayanışma Meclisinin (VÜDAM) kuruluşunu ilan ettiler.
VÜDAM’ın öncelikli talepleri arasında “eşit işe eşit ücret ilkesinin uygulanması”, “öğretim elemanlarının akademik alanlar dışında görevlendirilmesine son verilmesi”, “üniversite çalışanlarına yönelik her türlü mobbing ve baskı uygulamasına son verilmesi” gibi talepler yer alıyor.
VÜDAM’ın yarattığı etkiyle deneyimlerini birbirleriyle paylaşan akademisyenler; emek sömürüsünün, kayırmacılığın, sistematik mobbingin ve danışıklı YÖK denetimlerinin hüküm sürdüğü vakıf üniversitelerindeki çalışma koşullarını da bir giz olmaktan çıkardılar. Böylece daha çok merdiven altı tekstil atölyelerinden duymaya alışık olduğumuz çalışma deneyimlerinin; akademide de mevcut olduğunu göz önüne süren bu hikayeler ile akademisyenlerin tuvalete dahi nöbetleşe gitmek zorunda kaldığı, üniversite tercih dönemlerinde çağrı merkezi olarak çalıştırıldığı, maske ve eldiven giydirilerek tozlu arşivleri düzenledikleri ve üniversitenin tişörtlerini giyerek mütevelli heyeti başkanını “we will rock you!” müziği eşliğinde alkışlamak durumunda kaldıkları gerçeği bir süreliğine gündeme oturdu. Bunca zaman ve bunca ağır/ insanlık dışı koşullara rağmen işten çıkarılma kaygısı ile sessiz kalmak durumunda kalan akademisyenler ise ufak da olsa çeşitli yan yana gelme pratikleri sergilediler. Bunun belki de, kamuoyunun da gündemine oturan en büyük örneklerinden biri; Nişantaşı Üniversitesi akademisyenlerinin ücretlerinin yükseltilmesi için yönetime dilekçe vermeleri neticesinde topluca işten çıkarılmaları oldu. Rektör Yardımcısı Mehmet Ünal’ın hukuksuz işten çıkarmaları protesto eden araştırma görevlilerinin üzerine yürümesi ile iyice açığa çıkan baskı ve sömürü mekanizmaları diğer üniversitelerin de hareketlenmesine sebep oldu. İrili ufaklı eylem pratikleri ile üniversitelerdeki hak arama mücadeleleri devam etse de; bunca ağır çalışma koşullarına ve insanlık dışı muameleye rağmen nasıl oluyor da “koca” profesörlerin örgütlenme mücadelesi bu kadar ağırdan ilerliyor?
Vakıf üniversitesinde çalışan her akademisyenin duymaya alışık olduğu soruları sıralayarak başlayalım bu soruyu yanıtlamaya:
“Bu koşullara rağmen nasıl çalışmaya devam ediyorsun orada?”,
“Başka bir iş bulup yapsan en azından akademisyenlik onurunu korumaz mısın?”,
“Nasıl sabrediyorsun orada çalışmaya?”,
“Sana 'kapı orada!' dendiğinde masaya yumruğunu vurup kapıyı çarpıp gidemedin mi yani?”
“Bir de sen 'şuradan' mezunsun, git başka yerde iş arasana”
“Çağrı merkezinde arayan öğrencilerle ücret pazarlığı yapana kadar örgütlenip protesto etseydiniz yaptığınız işi. Size müstahak!”
Muhtemelen gemi söküm işçilerinin de aklına bazen “Organize Sanayi’de iş bulup çalışsam bundan daha iyi” gibi fikirler geliyordur. Ama son tahlilde “birlik olsak aslında burayı düzeltsek alıştığımız işte kalmak daha iyi” diyorlar. Fakat akademisyenlerin örgütlenme sorununun kaynağı bir tür çelişkili bir gerçeklikte yatıyor: vakıf üniversitesi çalışanlarının büyük bir bölümü bütün o işçilik deneyimlerine rağmen kendini işçi olarak değil; “akademisyenlik gururu” üzerinden tanımlıyor. Kendi sınıfsal pozisyonu ile çalışma deneyimini anlamlandırma biçimindeki mesafe akademisyenlerin örgütlü ve bir arada hareket etme pratiklerinden uzak durarak bireysel yöntemlere başvurmasına sebep oluyor.
Akademisyenlerin bir kısmı dünden bugüne alım gücünün azalması, tüketim alışkanlıklarının işçi sınıfı ile benzeşmesi ya da güvencesizliği üzerinden “işçileştiğini” düşünse de vakıf üniversitelerinde çalışan akademisyenlerin orta sınıfın değil işçi sınıfının bileşeni olduğunu iddia ederken bunu çalışma koşullarının ağırlaşması, güvencesizlik ve yoğunlaşan denetim biçimleri üzerinden değerlendirmek hatalı olacaktır. Belirleyici olan değerin üretildiği üretim süreçleridir. Marx’ın deyişiyle, “Okul sahibinin sermayesini sosis fabrikası yerine öğretme fabrikasına yatırmış olması bu ilişkiyi hiçbir şekilde değiştirmez”. Dolayısı ile vakıf üniversitesinde çalışan akademisyenin ücreti görece ne kadar yüksek olsa da bu durum onun vakıf üniversitesi patronunun sermayesinin sürekliliği için değer ürettiği ve kapitalist bir ilişki içerisinde yer aldığı gerçeğini değiştirmiyor. Yine de akademisyenlerin benimsediği “orta sınıf illüzyonu”nun kırılması açısından çalışanların deneyimlerini anlamlandırma biçimindeki değişiklik önemli bir rol oynuyor. Bu adeta oluş halinde olan ve deneyimlerinden öğrenen sınıfın çelişkili gerçekliğini biraz daha derinleştiren örneklere bakalım.
***
VÜDAM’ın sosyal medyadan yayınladığı mesajların büyük çoğunluğu ücretlerin düşüklüğünden, iş tanımı dışındaki diğer akademik olmayan işlerin dayatılmasından, “işçi muamelesi” gördüklerinden ve sürekli işten çıkarılma kaygısını büyüten tehdit ve mobbingden duyulan huzursuzluğu içeriyor.
İki aydır ücretlerini alamayan Kent Üniversitesinde çalışan bir akademisyen, VÜDAM’a attığı mesajda yaşamış olduğu geçim sıkıntısını şöyle ifade ediyor:
“Biz kiramızı ödeyemezken, kredi kartlarımızın asgarisini zorla ödeyip, geri kalan borcumuza faiz binerken, yanımızda olmayan üniversite yönetimi kendilerinin yanında olmamızı, fedakârlık yapmamızı istemektedir”
Arel Üniversitesinden başka bir akademisyen ise gönderdiği mesajda çalışma koşullarını şöyle anlatıyor:
“Arel üniversitesi araştırma görevlilerine akademisyen gibi bakmayı bırak; konfeksiyonlardaki ortacılar gibi davranıp maaş kesintisi ile tehdit ederek, mesai saati takibi yaparak, her işte kullanarak ve bunun adına görevlendirme diyerek her işi yaptırıyor”
İstanbul Gedik Üniversitesinden akademisyenler ise fabrikalardaki ustabaşının işçilere “hadi hadi” diyerek yarattığı üretim baskısına benzer bir şekilde denetlendiklerini şöyle anlatıyor:
“İstanbul Gedik Üniversitesi meslek yüksekokulunda müdür ve müdür yardımcısı tarafından ders esnasında sınıflarımız denetleniyor. Hoca sınıfta mı ders anlatıyor mu diye… Sınıf kapıları aniden açılıyor ders bölünüyor ve içeri bakılıyor hoca dersi yapıyor mu diye”
Bu anlatılanlar münferit ya da istisnai örnekler olmamakla beraber vakıf üniversitesinin tam da kendini sürdürebilmesi için dayandığı kâr odaklı sömürü modeline içkin ve en temel sorunlardır. VÜDAM’ın anonim olarak yaptığı sosyal medya paylaşımları ile farklı vakıf üniversitelerinde çalışan akademisyenlerin birbirleriyle benzer deneyimler yaşadığını ve yaşadığı sorunların kendine has, özel sorunlar olmadığını fark etmesi akademisyenlerin örgütlü mücadelesine de bir ivme kazandırmıştır. Yakın zamana kadar akademisyenler, birbirleri ile aldıkları ücreti dahi konuşmaktan imtina edip, yaşadığı sorunların sistematik değil ama dekanların karaktersizliği ya da herhangi bir yöneticinin kişisel özellikleri ile ilgili olduğunu düşünen bir eğilim içerisindeydi. (Elbette bu eğilim dağınık, örgütsüz ve kendi sınırlı deneyimi ile çalışma ilişkilerini okuyan fabrika ve tersane işçilerinde de hayli yaygın). Bu eğilim kırıldıkça ve akademisyenler kendini işçi sınıfının bir parçası olarak gördükçe mücadele ve örgütlenme pratikleri de buna paralel olarak gelişecektir.
***
Bugün hala vakıf üniversitesi çalışanlarının gündeminde “iş bırakmak”, “örgütlenmek” ve “ortak hareket etmek” çok sınırlı düzeyde. Genel olarak “çalışma koşullarının değişmeyeceğine” dair inanç ve meslektaşına duyduğu güvensizlik birçok akademisyeni birlikte hareket etmekten de alıkoyan en önemli gerekçelerden. Bu doğrultuda güvencesizlik ve işten çıkarılma kaygısı değişime dair umutsuzluğu daha da perçinliyor.
Henüz iş bırakma ya da filli grev düzeyinde olmasa da akademisyenler işten çıkarılma kaygısı olmadan bilim üretmek, araştırma yapmak, üniversitenin karar alma mekanizmalarında söz sahibi olabilmek ve insanca yaşanabilir bir ücret için çeşitli üniversitelerin önünde basın açıklaması ve protestolar gerçekleştiriyor. Yakın zamanda Eğitim-Sen’in vakıf üniversitelerinde örgütlenme için yürüttüğü hukuki mücadeleyi kazanması ve böylece çalışanların örgütlenmesinin önündeki önemli engellerden birinin kalkması ile süregelen mücadele farklı bir ivme kazanabilir. Eğitim-Sen’in gündemine vakıf üniversitelerinde örgütlenmenin girmesi ve bu doğrultuda adım atması dünden bugüne biriken mücadelenin önemli kazanımlarından biridir.
Nihayetinde Salim abi ve binlerce işçi gibi akademisyenler de kendi deneyimleri ışığında bir çıkış yolu arıyor. Bu birbirinden ayrı ya da kesişmez gibi görünen deneyimler; işten çıkarmalar, yoğun denetimler, düşük ücret politikaları ve sömürüde kesişiyorsa işçi sınıfının birliği ve mücadelesinde de kesişecek elbet…
[1] Kullanılan isimler işçilerin gerçek ismi değildir.