Genç bir adamın ölümü ya da Filistin davası neden kaybedildi?

Kanafani’nin Hayfa’ya Dönüş’ü 1948 ve 1967 yılları arasında yaşanan bazı olayların bir araya getirilmesiyle kaleme alınmış, 'turistik' amaçlı geri dönüşe dair çarpıcı bir hikaye...

Google Haberlere Abone ol

8 Temmuz 1972 tarihinde, Beyrut’ta bir evin önünde arabaya konan tuzaklı bir bombanın patlaması sonucu iki kişi hayatını kaybeder. Ölenlerden biri 36 yaşında Filistin’in en önemli yazarlarından FKHC’nin sözcüsü Gassan Kanafani’dir, diğeriyse henüz 12 yaşındaki yeğeni Lamees’dir. Patlama olduğunda Kanafani’nin karısı Anni ve dokuz yaşındaki oğulları Fayez ile evdedir. Küçük kızları Leyla ise evin merdivenlerinde oturmuş babasının verdiği çikolatayı yemektedir. Yaşanan hadise trajedi olarak değerlendirilir. Oysa bir çocuğun çikolata yerken gökten üzerine babasının etinin yağması bir trajediden fazlasıdır. Bu, insan aklının almadığı durum Orta Doğu cehennemini anlatan olaylardan yalnızca biridir.

İsrail istihbaratı Mossad saldırıyı kendilerinin gerçekleştirdiklerini açıklar. Tel Aviv Lod Havalimanı’na yapılan saldırıya misilleme olarak Kanafani’yi öldürdüklerini gizlemez Mossad. Kanafani, Filistin halkının mücadelesini taşıdığı gazeteci, edebiyatçı, sanatçı kimliği sayesinde geniş kitlelere duyurma imkanına sahip biridir. Mossad her ne kadar bu suikastın arkasında Lod Havalimanı saldırısının olduğunu söylese de asıl gerçek bu değildir. Bu yalnızca Kanafani’yi öldürmek için İsrail istihbarat örgütünün uydurduğu bir yalandır.

Suikast sonucu öldürülen Kanafani, Filistin halkının kurtuluş davasına sadakatle bağlı Arap kökenli bir Hıristiyan ve aynı zamanda Marksist bir entelektüeldir, hedef alınmasının başka bir nedeni de bu özelliğidir. Entelektüel bir şahsiyetin İsrail devletince hedef alındığı ilk değilse bile en önemli olaydır. Çünkü İsrail-Filistin meselesi konusunda “yazdıklarıyla” bir topluma yol göstermiş birisinin öldürülmesi o dönemlerde pek de alışık olunan bir durum değildir. İsrail devletinin Filistin’e dair nasıl bir planlama yaptığı ve neden bu suikastları gerçekleştirdiği sonraki birkaç yıl içinde daha net anlaşılır. Kanafani suikastından yaklaşık üç yıl sonra İsrail-Filistin sorununun barışçıl çözümü için, içinde İbrahim Ebu-Lughod, Edward Said, Noam Chomsky, Howard Zinn, İkbal Ahmet gibi saygın entelektüeller tarafından taraflarla bir takım görüşmeler yapılır. Görüşmelerin birinde İkbal Ahmet İsrail devletinin Arap yerleşim yerlerinin boşaltılması için zekice planlar yaptığını söyler. Fakat onu ilgilendiren İsrail’in yaptığı planlar değil, Arapların nasıl bir strateji izleyeceğidir. 1975 yılında o ve Chomsky İsrailli diplomatlarla görüştükten sonra Arafat ve kabinesi ile bir araya gelir. Ahmet, Filistinlilerle yaptıkları görüşmenin ardından yıllar sonra David Barsamian ile yaptığı bir söyleşide Filistin tarafının o günkü durumunu şu sözlerle anlatır: “Göreceğimi görmüştüm. Kendilerini İsrail’in yapabileceğinden daha beter bir şekilde mahvettiler.”[1]

Kim derdi ki o dönem yaşanan tartışmaların ardından, siyaset bilimcilerin Filistin tarafına salık verdiği fikirler aslında bir toplumun geleceğine dair önemli çözümlerin geliştirilebileceği ama berhava edileceği yıllardır. Şüphesiz o yıllar bir toplum için “insan odaklı” siyaset yapan entelektüellerin varlığının önemini bir kez daha gösteriyor.

'HANGİ İSRAİL’İ TANIYACAĞINI SOR'

1978 yılında İsrail ile Filistin arasında en kanlı dönem başlar ve Arafat’ın liderliğindeki FKÖ savaşı kaybeder. Filistin için kaybedilmiş bir savaşı en az zayiatla atlatmanın, yani masayı akıllıca tekrar kurmanın tek bir yolu vardır artık, Ahmet diğer siyaset bilimcilerle giriştiği yoğun bir tartışmanın ardından yapılacakları Arafat’a şu sözlerle anlatır: “FKÖ Lübnan’ın dışına sürüldüğünde, Edward ve Abu-Lughod ile birlikte Arafat’ı görmeye gittim. FKÖ hırpalanmış ve Tunus’a çekilmişti. Arafat kaybetmiş ve bunalmıştı; o zaman beni dinleyebilecek durumda değildi. Örneğin, her zaman yaptığı gibi not alma rolü yapmadı. Silahlı mücadeleden vazgeçmekten ve taktik değiştirmekten söz edip durmak için çok geçti. Artık daha fazla taktik ya da strateji değiştirmeyeceklerdi; ancak silahlı mücadeleden her şekilde vazgeçebilirlerdi. Bu nedenle ona en büyük ihtiyacının gerçekten açık bir pozisyon geliştirmek olduğunu, tanınmak sorununu masadan kaldırıp atmasını söyledim. İsrail devletini tanımakla ilgili bir sorununun olmadığını ilan et; ama hangi İsrail’i tanıyacağını sor. 1948’deki İsrail’i mi? Yoksa 1947’deki bölünme planındaki İsrail’i mi? 1948’deki üç kat büyümüş İsrail mi? 1967 savaşındaki İsrail mi? İsraillilerin imgelemindeki İsrail mi? Çünkü İsrail bugün sınırlarını ilan etmeyi reddeden tek ülke, tek Birleşmiş Milletler üyesi. Ona, ‘Sınırlarınızın neresi olduğunu bize söyleyin. Bu sınırları müzakere edelim… Bir Filistin devleti için öngördüğünüz en küçük sınırlar nedir? Belirleyin. İstediğimiz şey bu’ demesini söyledim. Bağnaz Siyonistlerin kabul etmeyebileceği ancak dünyanın kabul edeceği, ayrıca makul İsraillilerin reddetmeyi kaldıramayacağı geçerli, kabul edilebilir bir barış teklifi geliştir. İsrail güvenliği açısından kamusal olarak istediklerini veren ama Filistinlilerin adalet talebinde de ısrarcı olan bir anlaşma dışında akla yaptık bir şey bulunamaz.”[2]

Ahmet’e göre ancak bu şekilde tekrar bir masa kurulabilir. Fakat Arafat tarafından bu isteğine karşılık verilmez. Sonrasında olanlar işlerin Filistin tarafı için pek de iç açıcı gitmediğini gösteriyor. FKÖ yıllar sonra silahlı mücadeleyi bırakıp Ahmet ve onun gibi düşünen insanların çizgisine geldiğinde, İsrail devleti yayılmacı politikası için kendisine çoktan bir düşman bulmuştur bile: HAMAS. Kurulan bu örgüt İsrail devleti için yıllarca “kullanışlı” bir enstrümana dönüşür. Bunu da Kanafani gibi Marksistleri, Liberal aydınları, sosyal demokratları, pek çok siyaset bilimci entelektüelleri ekarte ederek yapar. Öyle ki Filistin davası sanki İslamcı bir örgüt ile İsrail devleti arasındaki meseleye indirgenmiştir. Dolayısıyla İsrail HAMAS’ın ortaya çıkmasıyla birlikte meseleyi insani bir olgudan uzaklaştırır, İslamcı bir örgütle girişilen çatışmaya indirger. Ne yazık ki ortaya çıkan bu çatışmalı durum Filistin’in davasının adım adım kaybedilmesinin en büyük nedenidir.

Belki bir komplo teorisi gibi düşünülebilir, ama o dönem Kanafani gibi farklı ideolojik kanallardan gelen entelektüeller ya da meseleyi başka bir akılla anlamaya çalışan insanlar sürece dahil edilebilseydi Filistin meselesi başka türlü bir mecraya taşınıyor olurdu. Meseleye buradan bakınca, İsrail devletinin neden o dönem bu suikastları gerçekleştirdiği daha iyi anlaşılabilir.

Kanafani gibi yazar ve düşünürlerin öldürülmesi bir davanın adım adım kaybedilmesinde başat rol oynayan hadiselerden yalnızca bir tanesidir. İkbal, Chomsky, Zinn, Abu-Lughod gibi pek çok düşünür 1980’li yıllarda Filistin’in İsrail’e karşı silahlı mücadele yürütmesini doğru bulmazlar. Fakat bunun yerine dünyanın kabul edebileceği makul bir şey koyarlar. Hatta davanın gerilemesine ve kaybedilmesinin en önemli nedeni olarak Filistin’in bu yanlış stratejisinin olduğunu söylerler. Haksız da sayılmazlar, Filistinlilerin yanlış zamanda susması, ya da şöyle de söylenebilir yanlış zamanda silah kuşanması belki de bu gerilemenin en önemli nedenidir. Bir stratejik yanlışlığın bir toplumu adım adım nasıl yok ettiğini izleriz.

Kanafani, Filistinlilerin kendi yanlışları bağlamında nasıl bir hataya düştüklerini, çıkardığı al- Anwar, al Muharrir ve al- Hadaf gazetelerinde, yazdığı sayısız makalede, onlarca hikaye ve romanda etraflıca anlatır. Ölmeden önce söyledikleri, yazdıkları Ahmet, Chomsky, Abu- Lughod’un söylediklerinden farklı değildir. Onun Filistin-İsrail meselesine dair çizdiği yol haritası, kendilerinden sonra bu meseleye odaklanan dünyanın önemli siyaset bilimcilerine ışık tutmuştur. Bunu başarmasındaki en önemli neden, Filistin halkının yaşadığı acıları dünyanın diğer acı çeken halklarıyla iç içe geçiren evrensel metinler kaleme almasıdır. Karen E. Riley ve Barbara Harlow’un Filistin’in Çocukları için kaleme aldıkları giriş yazısında, Kanafani ile yapılan bir röportajdan şu alıntıyı yaparlar: “Başlangıçta kendi içinde ve kendisinin sebep olduğu bir sorun olarak Filistin hakkında yazdım… Sonraları Filistin’i insanlığın bir simgesi olarak görmeye başladım… Filistinlilerin acılarını betimlerken, onları dünyanın dört bir yanındaki acıların bir sembolü olarak sunuyorum.”[3]

Bu konuda özellikle uzun hikayeleri Güneşteki Adamlar, Kamptaki Silahlar, Çocuk Kampa Gidiyor ve Hayfa'ya Dönüş çok şey anlatır. Bütün bu eserler topraklarını terk eden insanların hikayesi kadar dil ve kültür alanlarında yaşanan yok edilmeyi anlatır. Kanafani’nin edebi dünyasının bağlandığı başat mesele dünyanın kendilerine sırtını dönmesidir. Bunu o kadar önemser ki, dünyanın Filistin’e kayıtsızlığını edebiyatına, çıkardığı günlük gazete yazılarına ve uluslararası basın kuruluşları üzerinden dünya kamuoyuna taşır. Dikkat edilirse Kanafani, Ahmet, Chomsky, Abu Lughod, Said ve dünyanın diğer pek çok saygın siyaset bilimcisi gibi Filistinlilerin yaşadığı sorunun çözümünün dünya tarafından kabul edilmesiyle mümkün olabileceğini söyler. Gencecik yaşında bu öngörü, ortaya koyduğu çözüme dair fikirler öldürülmesinin en temel nedeniydi.

Yapılan onca şey, ödenen onca bedel bir türlü Filistin halkının yaşadığı zulmü dünya kamuoyuna taşımaya yetmez. Yazarın Güneşteki Adamlar romanı bu kimsesizliği anlatır, kitap Filistinlilerin yaşadıklarını dünyaya anlatamamanın hikayesidir.

Irak’ta sürgün yaşayan üç Filistinli, karlı iş imkanlarının olduğu Kuveyt’e kaçak yollardan gitmek için planlar yapar. Kendilerini sınırdan Kuveyt’e götürecek bir şoför ayarlayıp buldukları bir su tankına girer ve yola çıkarlar. Su tankını kullanan dördüncü kişi 1948 yılında patlayan bir mermi kovanı nedeniyle hadım olmuş ve hayata küsmüş biridir. Yolculuk iyi geçmesine rağmen şoför sınırda alıkonur, tankın içinde bekleyen üç arkadaş yakıcı güneşin altında korkuyla arkadaşının dönmesini beklerler. Üç arkadaş su tankının içinde sessiz sedasız kurtarılmayı bekler ama şoför gecikir, döndüğünde iş işten geçmiştir artık. Kavurucu güneşin altında su tankının içinde sıcaktan boğularak hayatlarını kaybetmiştir bu üç kafadar. Umut dolu başlayan yolculukları bir trajediyle sona erer. Şoförün su tankını döverek söyledikleri, bir toplumun yazgısını, neden dünyanın kendilerine sessiz kaldıklarını anlatır gibidir: “Neden tankın kenarlarına vurmadınız? Neden hiçbir şey söylemediniz? Neden?”[4]

Bu üç arkadaş ülkelerini terk etmeseydi, belki de bu trajik sonla karşılaşmayacaklardı. Kanafani eserlerinde Filistinlilerin sesini dünyanın duymaması kadar, halkının kendi topraklarını terk etmesinin de bu kayıtsızlıkta payı olduğunu söyler. Özellikle bunu vurgulamak ister, ne olursa olsun ucunda ölüm bile olsa topraklarının terk edilmemesi Filistin davası için ilk önce yapılması gerekendir. Çünkü insanlar sahip olduğu topraklardan vazgeçtiklerinde bir daha ancak turistik amaçlı dönebileceğini bilir. Hayfa’ya Dönüş tam da bu minvalde kaleme alınmış, çuvaldızı kendi halkına batıran sert bir kitaptır.

Hayfa’ya Dönüş’ü incelemeden önce, hikayenin yazılmasına neden olan 1947- 1967 yılları arasında olup bitene bakmakta fayda var. İngiltere 1. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, Mandası altında bulunan Filistin’den Yahudi devleti kurmak isteyen Siyonistler ile Araplar arasında yaşanan çatışmaları gerekçe göstererek çekilmeye karar verir. İngiltere’nin Filistin’den çekilmesinin hemen ardından, Filistin’in geleceğine dair kararı Arap ve Yahudi devletlerinin bölünmesini tavsiye eden Birleşmiş Milletler’e bırakır. İngiltere şehirlerden ayrıldıkça, Yahudiler bunu fırsata dönüştürüp Arap yerleşim yerlerini ele geçirmeye başlar. 1948 yılında İsrail kendisini ayrı bir devlet olarak tanır, geçen bir yılı aşkın sürede yaklaşık 200 bin Filistinli ülkesini terk eder,  savaş bitimindeyse yaklaşık 700 bin insan mülteci durumuna düşer. Bu mültecilerin çoğu Filistin’in Batı Şeria bölgesine kaçar ve oradaki kamplarda yaşamaya başlar. Batı Şeria da Ürdün tarafından ilhak edilir, Filistinliler Ürdün yönetiminin parçası olur. Savaşın bitiminde, 150 bini aşkın insan İsrail devleti olan bölgenin sınırları içinde kalır.  1967 yılında İsrail devleti ile Ürdün, Mısır ve Suriye arasında 6 gün süren bir savaş yaşanır, savaşı İsrail kazanır ve pek çok Arap yerleşim yeri İsrail’in denetimine geçer. Bu savaşın ardından İsrail, 1948 yılında ülkesini terk eden Filistinlilerin turistik amaçlı eski yurtlarını görmelerine izin verir.

'TURİSTİK' AMAÇLI GERİ DÖNÜŞE DAİR ÇARPICI BİR HİKAYE

Kanafani’nin Hayfa’ya Dönüş’ü 1948 ve 1967 yılları arasında yaşanan bazı olayların bir araya getirilmesiyle kaleme alınmış, 'turistik' amaçlı bu geri dönüşe dair çarpıcı bir hikayedir.

Filistin'in Çocukları - Hayfa'ya Dönüş ve Diğer Hikayeler, Gassan Kanafani, Çevirmen: Seher Özbay, 221 syf., Otonom Yayıncılık, 2010.

Sait ve Safiye yıllar önce Hayfa’yı terk etmiş bir karı kocadır, şehirden sürüldüklerinde yanlarına alamadıkları Haldun isminde 5 aylık bir oğulları vardır. İsrail devleti güç kullanarak Arapları Hayfa’dan çıkardığında, Sait çarşıda Safiye evdedir. Sokaklarda şiddetli çatışmalar başladığında, İsrail askerleri Arapları planladıkları gibi sahile doğru adeta süpürür. Safiye kocasının akıbetini anlamak için sokağa çıkar ve beklemeye başlar. Fakat öyle bir insan seline kapılır ki, bir daha geri dönme imkanına sahip olmaz. Sahilde kocası Sait’le karşılaştığında İsrail askerleri onları güç kullanarak bir tekneye bindirip Hayfa’dan uzaklaştırır. Karı koca, oğullarının akıbetini bilmeden yirmi yılını sürgünde, mülteci olarak geçirir. İsrail devleti 1969 yılında “turistik” geziye izin verdiğinde, eski evlerine ziyaret amaçlı bir gezi düzenlemeye karar verir bu karı koca. Yolculuk, duygusal bir atmosferde cereyan eder. Safiye ve Sait sınırdan Hayfa’ya girdiklerinde, yabancı bir ülkede olmanın kederi onları boğar adeta. Bunu eski evlerinin kapısına vardıklarında daha net anlarlar, zira evin değişen zili ve değişen kapı ismi onlara ait değildir artık.

“Sait parmağını zile götürdü ve Safiye’ye sessizce:

‘Zili değiştirmişler,’ dedi.

Bir an için sustu, sonra ekledi:

‘İsmi de. Doğal olarak.’”[5]

Kapıyı Polonyalı, soykırım mağduru yaşlı bir kadın açar. Kadınla Sait arasında kısacık bir diyalog geçer, kadın onları uzun zamandır beklediğini söyler. Sait ve Safiye eski günlerin özlemiyle değişmeyen evlerini uzun uzun ve hüzünle incelerler. Evden ayrıldıklarında içinde tavus kuşuna ait tüylerin bulunduğu tahta vazonun bile yerli yerinde olduğunu görürler. Yedi adet tüyden ikisi yoktur yerinde, Sait kadına döner ve eksilen iki tüye ne olduğunu sorar. Kadının verdiği cevapla oğulları Haldun’un yaşadığını anlarlar.

“Sözünü ettiğiniz iki tüyün nereye gittiğini bilmiyorum. Hatırlamıyorum. Belki de Dov çocukken onlarla oynayıp kaybetmiştir.

‘Dov mu?’

‘Elbette. Dov. Önceden adının ne olduğunu ya da bunun sizi ilgilendirip ilgilendirmediğini bilmiyorum, ama size çok benziyor.’”[6]

Sait bunu şaşkınlıkla öğrendikten sonra karısına döner ve gitmekten, oğullarıyla karşılaşmanın yanlışlığından bahseder. Çünkü ona göre doğru zamanda doğru şey yapılmamıştır. Ne pahasına olursa olsun topraklarımızı terk etmemeliydik, der karısına. Safiye, “Ama biz onu terk etmedik. Bunu biliyorsun.”[7]

Sait’in cevabı nettir, topraklar bir kez yanlış zamanda terk edilmişse artık oraya dönmenin imkanı ve önemi yoktur.

“Evet, tabii. Hiçbir şeyi terk etmemeliydik. Ne Haldun’u, ne evi, ne de Hayfa’yı! Hayfa’nın sokaklarında araba sürerken hissettiğim o korkunç duygunun aynısını sen de hissetmedin mi? Hayfa’yı biliyormuşum gibi hissettim ama şehir beni tanımayı reddetti. Aynı duyguyu bu evde, burada, kendi evimizde de hissettim. Bunu hayal edebiliyor musun? Evimizin bizi tanımayı reddedeceğini? Bunu hissetmiyor musun? Eminim Haldun’la da aynı şey olacak. Göreceksin!”[8]

Sait ve Safiye gergin, bir o kadar da şaşkın bir ruh haliyle oğullarının eve gelmesini bekler. Oğulları gecenin geç saatinde eve döndüğünde, karı ve koca ummadıkları bir şeyle karşılaşırlar. Haldun ya da yeni adıyla Dov bir İsrail askeridir artık. Sait önce yeni ev sahibinin kendilerini şikayet ettiğini, gelenin oğulları değil de güvenlik nedeniyle gelen bir asker olduğunu sanır ve kadına sitem eder. Fakat ev sahibi gerçeği anlattığında, olduğu yere yığılır Sait ve Filistin’in kaderinin bu olmaması gerektiğini düşünür. Arkalarında bıraktıkları çocukları bile artık Filistin’in değil İsrail’in bir evladıdır. Nitekim kısa süre sonra oğulları gelir ve baba ile oğul arasında geçen tartışma Filistin yazgısını adeta özetler. Baba ile oğulun konuştukları, insanın, ülkenin, evladın, toprağın, dilin ve aidiyetin ne olduğuna dair derin bir tartışmadır. Oğulun babasına ve annesine söyledikleri Filistin’in kaderi kadar, topraklarını terk etmenin yanlışlığını çarpıcı bir şekilde anlatır.

Kendisi de çocuk yaşta mülteci durumuna düşen Kanafani, bütün hayatı boyunca mülteci durumuna düşülmenin, yurtsuzluğun, vatansızlığın korkunçluğundan bahseder. Neredeyse bütün roman, hikaye ve köşe yazılarında ülkeyi terk etmenin yanlışlığına vurgu yapar bu nedenle.

GÖZYAŞLARI MUCİZE YARATMAZ

Hayfa’ya Dönüş’te, yaşadığı toprakları terk etmenin yanlışlığını Haldun’a ya da yeni adıyla Dov’a söyletir: “Hayfa’yı terk etmemeliydiniz. Madem bu mümkün değildi, bedeli ne olursa olsun bir bebeği beşiğinde terk etmemeliydiniz. Bununda mı mümkün olmadığını söylüyorsunuz? Yirmi yıl geçti! Yirmi yıl! Bu kadar zamandır oğlunu geri almak için ne yaptın?  Yerinde olsam, sırf bunun için silah kuşanırdım. Bundan daha güçlü bir istek olabilir mi? Hepiniz zayıfsınız! Zayıf! Geçmişe dönüklüğün ve tutukluluğun ağır zincirleriyle bağlısınız! Sakın bana yirmi yılı sağlayarak geçirdiğinizi söylemeyin! Gözyaşları eksik olanı ya da kaybedileni geri getirmez. Gözyaşları mucize yaratmaz! Dünyanın bütün gözyaşları birleşse de, içinde, kayıp çocuklarını arayan bir anne-baba olan küçük bir sandalı taşıyamaz. Demek yirmi yılını ağlayarak geçirdin. Şimdi bana bunu mu söylüyorsun? Senin sersem, kırık dökük silahın bu mu?”[9]

Hayfa’ya Dönüş yayımlandığında Arap edebiyatında haklı olarak saygın bir yer bulur kendine. Kanafani’nin geniş kitleler tarafından tanınmasına vesile olan bu uzun hikayesi Filistin’in yazgısına dair çok şey anlatır. Bu novelanın ardından kendisi gibi gazeteci ve yazar olan pek çok insan ondan gazeteciliği bırakıp edebiyatla ilgilenmesini ister. El- Nakip, Gassan Kanafani’nin Gizli Dünyası isimli eserinde Güneşteki Adamlar’ın yayınlanmasından kısa bir süre sonra, Kanafani’nin yazdığı bir mektupta arkadaşlarının edebiyatla ilgilenmesi çağrısını şu ironik sözlerle eleştirdiğini alıntılar: “Artık arkadaşlarımın gazetecilikle daha az ilgilenmem konusundaki tavsiyeleri giderek yoğunlaşıyor. Söylediklerine göre, en sonunda gazetecilik, hikaye yazma konusundaki sanatsal yeteneğimi yok edecekmiş. Doğrusu, bu mantığı anlamıyorum. Bu, okuldayken duymaya alışkın olduğum mantığa benziyor: ‘politikayı bırak da derslerine çalış,’ daha sonraları da Kuveyt’te, ‘yazmayı bırak da sağlığına dikkate et.’ Gerçekten de ders çalışmakla politika arasında, yazı yazmayla sağlığım arasında ya da gazetecilikle hikaye yazmak arasında bir seçme şansım var mı? Ben bir şeyler söylemek istiyorum. Bunu kimi zaman günlük gazetenin resmi haberlerinde, kimi zaman başmakale biçiminde ya da toplum sayfasında küçük bir haber olarak söyleyebilirim. Kimi zamansa söylemek istediklerimi hikayeden başka bir yolla söyleyemem. Sözünü ettikleri seçim aslında var olmayan bir şey. Bu bana, her okul döneminin başında çocuklardan köyde mi yoksa şehirde mi yaşamak istediklerine dair yazı yazmalarını isteyen Arapça öğretmenini anımsatıyor. Oysa bu çocuklar bir mülteci kampında yaşıyorlar.[10]

Her ne kadar pek çok yazar ve çizer Kanafani’nin öldürülmesini Lod Havaalanı’na yapılan saldırıyla ilişkilendirse de, temelinde Filistin halkının taleplerinin ne olduğuna dair Kanafani’nin başında yer aldığı gazetede çıkan haberler, hikaye ve romanlarında dikkat çektiği meseleler vardır. Hem FKHC hakkında hem de Filistin halkının taleplerine dair gazetede net bir çizginin ortaya çıkması, İsrail devletinde ciddi anlamda rahatsızlığa neden olur. FKHC ve Filistin halkının talepleri hakkında söylenen en ufak bir sözün terörle ilişkilendirilmesi İsrail devletinin o dönemki akıl yapısına dair çok şey anlatır. İsrail devleti Filistinli militanları terör örgütü mensubu olarak görüyor, bu konuda yazı yazan entelektüeller bile kısa süre sonra terör örgütüyle ilişkili olduğu gerekçesiyle baskıya maruz kalıyordu. Kanafani’nin FKHC’nin sözcüsü olduğu düşünüldüğünde, maruz kaldığı şeyin nedeni daha bir anlaşılır.

Kanafani’nin evinin önünde havaya uçurulmasını, yaşanan o cehennemi gören karısı Anni şu sözlerle anlatır:  “Birkaç metre ötede Lamees’i bulduk, Gassan yoktu. Ona seslendim, sonra sol ayağını fark ettim. Fayez başını duvara vuruyor, kızımız Leyla defalarca ‘Baba, Baba…’ diye haykırıyordu. Donakaldım.”[11]

Genç yazarın cenazesi Beyrut sokaklarında muazzam bir yürüyüşün ardından defnedilir. Cenazenin önünde Kanafani’nin dokuz yaşındaki oğlu Fayez ve Kanafani’nin karısı Anni vardır. Kanafani,’nin bedeninden kalan parçalar defnedilirken intikam yemini eden öfkeli bir kalabalık sessiz sedasız olup biteni izler. Karen E. Riley Gassan Kanafani’nin 'Özgeçmişi Üzerine Bir Deneme' isimli çalışmasında Kanafani’den bahsederken, arkadaşı Fadıl el-Nakip’den şu alıntıyı yapar: “O Filistin’in hikayesini yazdı, sonra da kendisi, bu hikaye tarafından yazıldı.”[12]

El-Nakip’in Kanafani hakkında yazdıkları oldukça düşündürücüdür, neredeyse entelektüel her Filistinli bu kaderi yaşar çünkü. Mağdurun hakkını savunurken mağlup olmak, ezilenin safında yer alırken ezilene dönüşmek baskı altındaki toplumda yaşayan entelektüellerin kaderidir belki de. Yazdıkları onu ölümsüz kıldığı gibi, bir halkın dinmeyen acısını kayıt altına aldığı için de Filistin halkının yaşadıklarının belleği oldu. Onun doğru soruları sorduğunu ve doğru cevapların izini sürdüğü için hayatını kaybettiğini biliyoruz artık, nitekim bütün yapıtlarında bunun izlerine rastlamak mümkün.

Kanafani 36 yıllık ömrüne pek çok hikaye, makale, roman sığdırdı. Bir edebiyatçı ve gazeteci nasıl olur da bu kadar tehlike arz edebilir? Bu soru şöyle de sorulabilir: bir devlet bir insandan onu öldürmeyi isteyecek kadar korkar mı? Bu soruya cevap vermek zor, verilecek cevap aynı zamanda dünyanın başka ülkelerinde öldürülen pek çok devrimci, düşünür, yazar, şair ve siyaset bilimcinin de neden öldürüldüğüne ışık tutabilir. Bugün Filistin’den, Beyrut’a, Suriye’den Nikaragua’ya, Türkiye’den, Kolombiya’ya kadar pek çok ülke bu sorulara cevap aranmasına neden olan ölümlerle çalkalandılar. Şüphesiz Ahmet, Chomsky, Zinn, Kanafani, Abu Lughod, Said ve daha pek çok siyaset bilimci, yazar ve düşünür bu soruların cevaplarını biliyordu. Bunu bildiği için de yapılması gerekenleri, bunu insanlara anlatmayı ve anlattıklarında da ısrarcı olmayı görev bildiler.

Kanafani bir gazeteci, insan hakları savunucusu, yazar ve aynı zamanda halkının haklı talepleri için mücadele eden bir devrimciydi. Dolayısıyla Kanafani’nin öldürülmesinin nedeni, halkının haklı taleplerini insani bir mecraya taşıması, Filistin meselesinin yalnızca bir örgütün, bir zümrenin, bir partinin işi olmadığını haykırmasıydı. Arap dilinin, kültürünün, edebiyatının yok olmaması için bir ülke tahayyül etti Kanafani. Yaptıklarından ve yazdıklarından ders alınması, benzer meselelerle didişen pek çok ülkenin sağduyulu aydınının önceliği olmalıdır belki de.  

[1] İkbal Ahmet, İmparatorluğa Meydan Okurken, David Barsamian İle Söyleşiler, Zoom Kitap Yayınları, Çev. Utku Özmakas, S. 35
[2] İkbal Ahmet, İmparatorluğa Meydan Okurken, David Barsamian İle Söyleşiler, Zoom Kitap Yayınları, Çev. Utku Özmakas, S. 37
[3] Gassan Kanafani, Filistin’in Çocukları, Otonomi Yayınları, Çev. Seher Özbay, S.33
[4] Gassan Kanafani, Filistin’in Çocukları, Otonomi Yayınları, Çev. Seher Özbay, S.13
[5] Gassan Kanafani, Filistin’in Çocukları, Otonomi Yayınları, Çev. Seher Özbay, S. 85
[6] a.g.e. S.189
[7] Gassan Kanafani, Filistin’in Çocukları, Otonomi Yayınları, Çev. Seher Özbay, S. 198
[8] a.g.e. S.198
[9] Gassan Kanafani, Filistin’in Çocukları, Otonomi Yayınları, Çev. Seher Özbay, S.210
[10] a.g.e. S.13
[11]Gassan Kanafani, Filistin’in Çocukları, Otonomi Yayınları, Çev. Seher Özbay, S. 17
[12] a.g.e. S. 17

* Bu yazı daha önce Kırık Saat dergisinde yayımlanmıştır.