Geniş zamana dair bir hikâyat: Bedros Usta
Bedros Usta, süreç içinde Kapalıçarşı’nın aranan gümüş ustalarından olur. Çerçeve yapmakla başladığı işinde bugün aranan bir tasarımcı ve zanaatkâr. Yarım asırdır gümüşü işler, gümüşü dokur…
Çakmakcılar Yokuşu’nun Büyük Yeni Han’ı derler, orada bütün dünya, çeliğe, gümüşe, zifte, taşa, zincire, cama, tuza dönüşmüştür. Suyun ve ateşin bilgisi nasıl kavranır? Gümüş, bakır ve kurşun nasıl eritilir? Erimiş maden nasıl yorumlanır? Bölünen uykuların coğrafyasından gelen “usta”larca burada anlatılır. Han avlusunun gölgeli duvar dibi, duyar bunu, yanılmaz! Kimisi geceleri burada yaşar, ötekiler şafakla beraber yola çıkar… Büyük Yeni Han’da tanıdık yüzler, kararmış aynada parlar. Bedros (Damar) Usta’nın yüzü gibi!
60’LI YILLAR: BİTLİS-MUTKİ'DE ZAMAN
Gümüş ustası Bedros, önceleri beklenmedik bir konuk gibi Kapalıçarşı’da. Kışı meşe ağacının kuru dallarıyla ölçen, yazı ceviz ağacı serinliğinde karşılayan… Sınır taşlarının bilgisine ve ateşin yönüne hâkim. Zamanlar değişince dağların, yaylaların bilgisine, yeni bilgiler eklemiş, yepyeni bir hayat edinmiş. Tıpkı yeni bir yüz edindiği gibi! Çocukluğunu hayal meyal hatırlıyor... Haritadan silinmiş nehir yatağından, uzak bir dağdan söz eder gibi konuşuyor: “1958 yılında, Kasım ayında doğdum, ‘galiba’. Yedi yaşına kadar Mutki (Bitlis)’e bağlı Kınzü (günümüzde Salman) köyünde yaşadım. Şehirliler bunu anlamaz, yaşım ufak da olsa köy şartlarında rençberlik edecek yaşa gelmiştim. Yöremizin keçileri çok ünlüdür. Bizim de çok sayıda keçimiz vardı. Küçükbaş hayvanlar bana emanet edilmişti. Büyükbaş hayvanların da yönünü veririsin dağa, sözleşmiş gibi dağılmadan, sabah gidip akşam dönerler. Sebze çok kıymetliydi, her aile kendisine yetecek kadar yetiştirirdi. Köyümüzün tereyağı, balı ünlüydü. Evimizi, dağımızı, ceviz ağaçlarımızı, ağaçların kökünden akan suyu hatırlıyorum. Surp Hovhannes dedikleri bir kilise harabesi vardı, kutsal kabul ettiğimiz için sırtımızı dönmezdik. Başka köyden bir aile, bizim köye misafirliğe geldiğinde çok mutlu olurduk. Dönmek vakti geldiğinde büyük küçük herkes ‘Bir daha kim bilir ne zaman görüşeceğiz?’ diyerek ağlamaya başlardı. Oysa ki iki köyün arası Zeytinburnu ve Yenimahalle (Bakırköy) arası kadar, o kadar yakın! Köyde iş hiç bitmediği için misafirliğe, eğlenceye zaman olmazdı. Bu nedenle farklı köylerde yaşayan akrabalar birbirlerini çok nadir görürdü. Ablam evlenip Misi köyüne gelin gitmişti. Ona çok düşkündüm. Annem yönümü verirdi Misi’ye, yürüye yürüye giderdim. Dönüş zamanı ablam bir sepete yumurta, peynir gibi kendince hediyelikler hazırlar, öper koklar beni uğurlardı. Kışları çok şiddetli geçerdi. Karlı dağlardan hayvanlar için ot indirdiklerini hatırlıyorum. O görüntü gözümün önünden gitmez. Kışın hayvanlara yem olarak vermek için kesip, istiflenen dal ve yapraklara ‘çilo’ denir. Yazın kesilen meşe ağacının dallarından çilo hazırlar, balya yaparak dağlarda bekletirdik. Kış gelince de o balyaları kızağın üstüne koyar, yamaçlardan kayarak indirirdik. Bir seferinde beni de dalların üstüne oturttular. Uçurumdan aşağı doğru adeta uçuyorduk. Çok korkmuştum ama belli etmedim. Üstelik o kadar yoğun bir kar vardı ki, adamların kaşları, bıyıkları buz tutmuştu.
'DAĞ KERTMESİ': MERYEM VE MİNAK
Annem Meryem ve babam Minak çok sevilip sayılan insanlardı. Garibanlardı ama çalışkanlıkları, dürüstlükleri herkes tarafından takdir edilirdi. Babamın annemi çok sevdiğini ona seslenişinden anlardım: “Keçe Meyre”! Annem ve babam, 1929-1938 arası Bitlis’ten Batman’a sürgüne gönderilenlerden. O dönem sadece Bitlis’te değil, Sasun’da, Varto’da, daha pek çok yerde ‘güvenlik tedbiri’ olarak Ermeniler sürgüne gönderildi. Annem ve babam sürgün yolunda, bir dağ başında birbirlerini görüyorlar, tabir-i caizse ‘dağ kertmesi’ yapılıyorlar. Ölünce bile birbirlerinden ayrılmadılar. Önce annem vefât etti, yirmi dokuz gün sonra babam. Babam üzüntüsünden öldü”. Bedros Usta çocuklarına da anne babasının ismini vermiş. Dün Meyre ve Minak’ın oğlu diye anılırken, bugün Meyre ve Minak’ın babası! Çocuklarından söz ederken gözlerinden iki kırlangıç fırlıyor: “Bizim köyde “Minak” isminde çok insan yoktu, ‘yalnız’ anlamındadır. Genellikle ‘Mınak’ kullanılır, ‘kalıcı, bâki’ anlamında. Belki de ‘Armenak’ın kısaltılmışı hâlidir, bilemiyorum artık... Oğluma babamın, kızıma da annemin adını koydum. Eşim İrma, batı kökenli isimler öneriyordu. Örneğin bir Olimpia, bir Olivia, Sandra… Evet, havalı isimler ama ‘biz’i yansıtmıyor. ‘Kızımızın adını Meryem koyalım mı?’ diye sordum. ‘Bu isme sahip olanlar genelde gariban olurlar’ dedi. Haksız da değil doğrusu! Benim annem gariban bir kadındı. Sonunda babamın anneme seslendiği gibi ‘Meyre’ koymaya razı oldu. İyi ki de öyle yapmışız. Onlara baktıkça annemi, babamı, köyümüzü hatırlıyorum. İki çocuğumuz da pırıl pırıl, çalışkan, derslerinde başarılı…”
GÖÇ: MARDİN-MİDYAT YOLLARI
1965 yılında Bedros Usta ve ailesi, Mutki’de kötüleşen şartlara, artan baskılara daha fazla dayanamaz, aile içinde köyü terk etme kararı alınır. Surp Hovhannes’ten bir taş daha kopar, dağılır sisinden sıyrılarak… Ölü bir kök, toprağı ölçer boylu boyunca. Otların alnı yabancı çizmelere dayanır. Son atlı geçip gider, toprak dumanlanır. Gece bir atın boynunda akar…İlk durakları Mardin-Midyat olur: “Köyden çıktık… Geceden sabaha kadar Bitlis’e yürüdük. Kızkardeşim Lusin’in ayaklarının şiştiğini hatırlıyorum. Onu sırtlayacak kimse yoktu. Ancak kendimizi ve eşyalarımızı taşıyabiliyorduk. Dağlarda yürürken güneş almayan kuytularda set set karlar gördüm. Bir senenin karı daha bitmeden üstüne diğer senenin karı gelmiş... O geceyi Bitlis’te geçirdik, sonra bir kamyonete binip, ver elini Midyat… Çan sesini ilk defa Midyat’ta duydum. Ecnebi bir ülkeye geldik sandım. Mor Şarbel Kilisesi’nin bahçesinde büyücek bir oda vardı, orayı bize verdiler. Annem ve babam ‘Jamgoç’luk(kilise görevlisi)yapmaya başladı. İki Süryani Papaz vardı: Kaşo Melke ve Kaşo Yakup. Kaşo Melke yaşlıydı. Kaşo Yakup gençti, arada sırada -gönüllü olarak - Süryanice öğrenmek isteyenlere dersler verirdi. Kaşo Melke’nin hanımı ki biz ona “Mıksiye” derdik (kadın hacı) bize sahip çıktılar, kol kanat gerdiler. Mıksiye, anneme ablalık, biz üç küçük çocuğa da annelik yaptı. Onlar kilisenin arka sokağında otururlardı. Devamlı birbirimize gelir giderdik. Annem ve babam 1915’in travmasını henüz atlatamamışlardı. Her ne kadar Süryanilere ait olsa da bir kilise görmeyi, çan sesi duymayı şaşkınlıkla, sevinçle karşılıyorlardı. Başımızı sokacak bir yer bulduktan sonra, Beni Devrim İlkokulu’na yazdırdılar. Sınıf birincisi olarak, 4.sınıfa kadar okudum”. Midyat’ta yeni bir hayat kursalar da hiçbiri Bitlis’i, köyünü unutmaz. Anneleri Meryem, Midyat’a bir türlü uyum sağlayamaz. Buna rağmen, Bitlis’e bir daha dönmeyeceklerinin, buranın şartlarına uyum sağlamak zorunda olduklarının bilincindedir. Çocuklarına da Midyat’a alışmalarını öğütler: “Hayat şartları o yıllarda çok zordu. Midyat’ın yaz sıcakları bu zorluğu ikiye katlardı. İçme suyu elde etmek için, yağmur suyu biriktirir, tülbentle süzüp toprak testiye aktarırdık. Üstelik yaz ayındaysak, soğuk su içebilmek için koca koca küpleri, testileri dışarıya taşırdık. Köydeyken para nedir bilmezdik. Midyat’ta her şey para ile satın alınıyordu. Babam, ailesini geçindirebilmek için hamallık yapmaya başladı. Hayatımız yavaş yavaş şekilleniyordu. Tam her şey yolunda derken, burada da huzur bulamadık. Süryaniler ölüm tehditleri alıyor, bazı geceler silah sesleri ile uyanıyorduk. Oradaki Süryaniler topraklarını geride bırakıp, birer birer dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Sıra bizim aileye geldi. Biz de İstanbul’un yolunu tuttuk”.
YENİ HAYAT: İSTANBUL
Bedros Usta ve ailesi 1971’de Midyat’ı arkalarında bırakarak, İstanbul’un yolunu tutar. Dağlardan ovalara, yaylalardan yollara atlaslardan geçerler. Ceviz ağaçları, dereler ve gölgeler göç yolunun haritasını güneşte çizer. Bir kadın, tekinsiz bir öfke gibi kuşandığı bıçağını kavrar… “Midyat’ta çok seviliyorduk, düzenimizi de kurmuştuk ama bir daha dönmemek üzere ayrılmak zorunda kaldık. Bütün aile toplandık, İstanbul’un yolunu tuttuk. İstanbul’u ilk defa Aksaray’dan gördüm. Bizim gibi göç yollarına düşmüş, Anadolu’dan İstanbul’a gelmiş çok sayıda Ermeni vardı. Tıpkı onlar gibi bizim için de ilk durak Kumkapı Vortvots Vorodman Kilisesi’ydi. On beş gün boyunca orada kaldık. Daha sonra elimizde avucumuzda ne varsa ortaya koyarak, Samatya’da Hacı Kadın Caddesi’ne yakın bir sokakta, Güntaş Apartmanı’na yerleştik. Pantolonumun iki dizinde de yamalar vardı, Marmara Caddesi’ne çıkmaya utanırdım. Bir gün sokakta oynarken fark ettim ki okullar açılmış! Hemen eve koştum, annemi de yanıma alarak kendimi ilkokula kaydettirdim: Samatya Mehmet Akif İlkokulu. Annemin olup bitenden haberi yoktu. Kendisini oraya kayıt için ‘veli’ olarak götürdüğümden dahi haberdar değildi. Birtakım teknik sebepler yüzünden Sahakyan Okulu’na beni almadılar. Zaten Türk okuluna da alışıktım…Fakat dil konusunda müthiş bir yabancılık çektim. Midyat’ta Türkçe öğrenmeme rağmen, İstanbul’da konuşulan Türkçe’den hiçbir şey anlamıyordum. İki dersim ‘iyi’, diğerleri ‘pekiyi’ olarak beşinci sınıfı bitirdim”.
‘İyi’lerden biri elbette Türkçe’dir. Bedros’un evinde ise, Ermenice’den çok Kürtçe konuşulur. İki kuşak öncesinde sadece Ermenice, bir kuşak sonra Kürtçe, İstanbul’a yerleştikten sonra da Türkçe. Akrabalar biraraya geldiğinde ev içinde bu üç dilin üçü de konuşulur. Zaman akıp gider…Okumayı çok seven Bedros, derslerinde başarılı olmasına rağmen okulu bırakmak zorunda kalır: “Ortaokula kayıt zamanı gelmişti. Babama gittim, ‘Babo, okumak istiyorum’ dedim. O da, ‘Durumumuzu görüyorsun oğlum. Seni okutamam. Çarşı’da bir işe gir, en azından bir sanat öğrenir, ekmek parası kazanırsın’ dedi. Babam haklıydı, çok yoksulduk. Herkes çalışmak zorundaydı. Babamız işe gitmek için şafak vakti kalkardı. Önce fırına gider, bizim için ekmek alır, eve döner, ekmeği bırakır, sonra da Çarşı’nın yolunu tutardı. Babamın getirdiği ekmek is kokardı! Odun isi! Şımarıklık yapar, “bu kokuyor’ der, yemezdim. Yıllar sonra düşündüm… Şafak vaktinin (ilk) ekmeği elbette is kokacak, başka türlüsü mümkün mü? Ortaokul zamanım geldiğinde okul yerine, Kapalıçarşı’ya gittim, bir daha da ayrılmadım. Birkaç gün sonra sokakta yürürken öğretmenim Necmettin Durak ile karşılaştım. Beni görünce, ‘Bedros, neden okula gelmiyorsun?’ dedi. Babamla aramızda geçen konuşmayı anlattım. Öğretmenimin ne kadar üzüldüğünü gözlerinde gördüm. Okusam daha mı iyi olurdu, bilmiyorum… Fakat ne istersem, çalışıp kazanacak kapasitem vardı. Bundan eminim. İçimde ukde kalan okumak arzusunu çocuklarım karşılıyor. Ömrüm boyunca onlarla gurur duyacağım”. Bedros Usta, ilk iş başını Kalcılar Han’da yapar. Zamanla girip çıkmadığı han, dükkân kalmaz ama o ilk iş günü çok çekingendir, evine dönmek ister: “Gümüşçülükte ilk ustam ‘khent’ lakabıyla tanınan Hagop Ohannes Sakayan’dır. ‘Khent’, genelden farklı olanlara, sıradışı insanlara yakıştırılan bir lakap. Bugüne kadar tanıdığım en kültürlü ustamdır. Gençliğe Hitâbe’yi bile baştan sona ezbere okurdu. Ustamı sevmiştim. Babam da Kalcılar Han’da bir gümüş silindirinde çalışıyordu. Hatta o silindir meşhur doktor Kolsuz Agop’un kolunu kaptırdığı silindirdir. Bir süre sonra ustamın eski kalfası Varujan Tavra’nın atelyesine geçtim. 1974 yılını o atelyede karşıladım”.
'İNSAN KOMŞUSU İLE YAŞAR': SAMATYA-KUMKAPI
Süreç içinde Çarşı’ya daha yakın olduğu için ailecek Samatya’daki apartman katından çıkıp, 1975 yılında Kumkapı’ya (Babayiğit Sokak), müstakil bir eve taşınırlar. Midyat’ı benimseyemeyen annesi, İstanbul’a kısa sürede uyum sağlar. Hep iyi komşulara denk gelir, bayramlarını komşularıyla birlikte kutlarlar. Bedros Usta bir gün dayanamaz, babasına sorar: ‘Babo, memleketimize geri dönelim mi ? Sana toprağını verseler, hatta o toprağı sürüp, işlemen için maaş verseler…Döner misin?’ Babası kararlılıkla cevaplar: ‘İnsan komşusuyla yaşar. İyi bir komşun varsa zenginsin. Devletin vereceği maaştan da toprağın bereketinden de zenginsin. Asla dönmem!’.
PATRİK MESROP MUTAFYAN, BEZCİYAN OKULU'NDAN YETİŞENLER DERNEĞİ
Bedros Usta, komşuları tarafından çok sevilse de geniş toplumdan arkadaş edinmekte zorlanır. Yardımına Kumkapı Bezciyan Okulu’ndan Yetişenler Derneği koşar: “Askerliğe kadar samimi olduğum bir Türk -Müslüman arkadaşım olmadı. İlişki kurduklarım sadece kendi akrabalarım, komşularımdı. Çok yoğun, sabah 6- akşam 9 çalışıyordum. 50 lira kazanmışsam 5 lirası bana, 45 lirası evin geçimine katkıydı. 5 liranın 1 lirası ile gazoz içerdim. O dönemler İstanbullu Ermeniler ile iletişim kuramadım. Çarşı’da onlardan da çok sayıda insan vardı ama birbirimizin arasında büyük farklar vardı. Onlar kazandıkları para ile sinemaya, tiyatroya, pikniğe giderlerdi. Biz gidemezdik. Dolayısıyla sosyal ortamda bir araya gelemezdik. Bir gün tesadüf eseri Bezciyan Okulu’ndan Yetişenler Derneği’ne(Kumkapı) yolum düştü. Çekine çekine kapıdan içeri bakıyordum. Yanıma benden birkaç yaş daha büyük gösteren birisi geldi. Adımı sordu, ‘Bedros’ dedim. ‘Ne duruyorsun kapıda, içeri gelsene!’ dedi. O kişi Harut Özer’di. Sayesinde Bezciyan Derneği yuvam gibi oldu. Halk dansları, masa tenisi ve buna benzer pek çok şeyi orada bir arkadaş grubu içinde oynamanın zevkini yaşadım. Anlamlı, üretken bir arkadaş çevresinin içindeydim artık. Diğer bir şansım, büyük bir karşılaşma olarak adlandırabileceğim nitelikteydi: Kadasetli Patrik Hazretleri Mesrop Mutafyan! O sıralarda henüz patrik değil, genç bir rahipti. Yurtdışından yeni dönmüştü. Annem yöresel yemek yaptığı zaman onu da davet ederdi. Halkla bütünleşmesini bildi, kendisine yakın gençlerle iletişim kurdu. Ben de onun yakınındaki gençlerden biriydim. Bizleri Ermenice’ye, ana dilimize yönlendirdi. Ermenice’yi unutmamak için özel dersler almamızı teşvik etti. Babam da aile içinde Ermenice unutulmasın diye Marmara ve Jamanak gazeteleri alırdı, her akşam bana gazete okuturdu. Gazete okuma kültürüm sayesinde hem Ermenice’m akıcı hâle geldi hem de toplumumuzda, ülkemizde olup bitenden haberim oldu. Babamla beraber akşam rutinimiz uzun yıllar bozulmadı. Hatta bir süre sonra Yenimahalle’ye (Bakırköy) taşındık. Orada bile bu düzen bozulmadı. Yenimahalle’de Jamanak satan bir Ermeni tavukçu vardı: Tavukçu Madam! Ondan alırdık. Babam gazeteyi alır, Surp Kirk’i (Kutsal Kitap) öper gibi öper, başına koyar, sonra masaya bırakırdı. Bir gün dayanamayıp, niye böyle yaptığını sordum. Babam son derece doğal yanıtladı: ‘Çünkü Hayeren’dir (Ermenice)!’ Günler böyle geçiyordu... Bir gün Kınalıada’ya bir tur düzenlendi. Hep beraber neşe içinde, şarkılarla, türkülerle yoldayız… Mesrop Mutafyan birden bana döndü, dedi ki: ‘Bak Bedros, bu sene de evlenmezsen seni rahip yapacağım’. O senenin sonunda eşim İrma ( Semercioğlu) ile evlendim!”
ÜÇ KATLI, İKİ REVAKLI: BÜYÜK YENİ HAN
Bedros Usta, süreç içinde Kapalıçarşı’nın aranan gümüş ustalarından olur. Çerçeve yapmakla başladığı işinde bugün aranan bir tasarımcı ve zanaatkâr. Yarım asırdır gümüşü işler, gümüşü dokur… Ajur kesimden, kakmaya pek çok alanda kendisini geliştirir. Bedros Usta’nın Kapalıçarşı’sı Saatli Maarif Takvimi’ne göre uyanır. Altına, gümüşe, elmasa kendi hayatı gibi bakar. Minyatürlere, gravürlere zarif bir suret olarak düşer. Peki o sureti kim çizer: “Kapalıçarşı’nın ustaları saymakla bitmez. Fakat kendi dönemimde çok değerli gümüş ustaları var, adlarını anmadan geçmek olmaz. Bir Kakmacı Kirkor İnceyan ki sanatını öğrenmek isterdim. O bir ekoldür. Rölyef yapabilen bir ustaydı. Baruyr Ortainceyan, çok iyi bir ustaydı.Keşke onun yanında bir çıraklık geçmişim olsaydı. Bir de unutulmaz, efsanevi Boğos Fesciyan var. Onun elinden her şey gelirdi; model çıkarma, tasarım, dövü, tesfiye…Ben çok değerli ustaların yanında yetiştim, hepsine minnettarım. İlk dükkânımı 1982 yılında, Pastırmacı Han’da açtım. 1989 yılından bu yana Büyük Yeni Han’dayım. O yıl Büyük Yeni Han’da gümüş imalat atölyesini kurmamla birlikte asırlık Han,ilk kez gümüş sanatıyla tanışmış oldu. Bu Han’da dao güne kadar dokumacılar üretim yapardı. Gümüş imalatında hiçbir zaman Kalcılar Han’a yetişmese de o ilk kurduğum atölyeden sonra zaman içinde Han’ın üçte ikisi zanaatkarların ustalıklarını sergileyebilecekleri atölyelere dönüştü. Şimdikiler makas, çekiç, keski, testere dışında hiçbir malzemenin adını bilmiyorlar. Oysa ki bu işte kullanılan o kadar çok alet var ki: naynama, naysava, mengit, mersindan, sisi, topuz, peçko, deve boynu…. Bizim meslekte usta çırak ilişkisi ise hepsinden önemli. Ustana asla saygısızlık yapmayacaksın, onun eli ayağı, gözü kulağı olacaksın. Hiçbir ürün tek bir ustanın elinde bitmez. Bitebilmesi için başka bir meslektaşına ihtiyaç duyarsın. Örneğin silindirciler arasındaki dayanışma gıpta edilecek düzeydedir. Ustalar birbirinin malzemesini kullanabilir. Bu normal, olağan bir şeydir. Ben tasarımcıyım. Tasarımlarım dahil bütün ürettiklerimi meslektaşlarımın yardımı ile bitirebiliyorum. Bundan dolayı diyorum ki, ben meslektaşlarımla ustayım. Ne yazık ki ustanın değeri yoksa, sanatın da değeri yoktur! Bizim toplumuz için bu geçerli!”
Büyük Yeni Han’da çekiç sesleri zamanı biçimlendiriyor. Ceneviz kuşatmasından kalma gümüş hançer bir tek burada hatırlanıyor. Peki kim ödeyecek örselenmiş toprağın, yakılmış ceviz ağacının, gümüş yataklarının yağmalanmış haritasının bedelini? Şafağın dağılan sesiyle soruyoruz!