Gibi’yi neden bu kadar sevdik?
Yılgın hoşgörü, yaygın kahkaha, evlerdeki eski buzlu kapı camlarından kaldırımlara atılmış taburelere, Türkiye’ye dair kasvetli ne varsa ruhunda barındıran ama insanı kasvetten arındıran bir acayip dizi, “Gibi”. İkinci sezonuyla tam bir fenomen halini alan diziye dair, Aziz Kedi'nin bazı görüşlerini de içeren bir değerlendirme bu.
Olabildiğince sıradan iki- üç erkek karakter arasındaki diyaloglara dayalı, pek de iç açıcı olmayan iç mekanlarda geçen bir absürt durum komedisini iki sezon boyunca kahkahalarla izleyeceksin, hatta her önüne çıktığında sosyal medyadaki kısa videoları bile yeniden izleyeceksin deseler, bir senarist olarak “yok canım” derdim herhalde. Elbette bu terkipten de iyi bir şey çıkması mümkün ama günümüzün çorak komedi ortamında “Gibi” gibisini de beklemiyorduk!
Yılgın hoşgörü, yaygın kahkaha, evlerdeki eski buzlu kapı camlarından kaldırımlara atılmış taburelere, Türkiye’ye dair kasvetli ne varsa ruhunda barındıran ama insanı kasvetten arındıran bir acayip dizi, “Gibi”. İlk sezonuyla da epey dikkat çekse de ikinci sezon sonunda tam bir fenomen halini aldı.
Dizide geçen “Kardeşim ben senin yılgın bir hoşgörüyle beni benimsemene mi kaldım?” sözünün önlenemez yayılışı, “Gibi”nin ne denli geniş ve çeşitlilik içeren bir izleyici kitlesi tarafından coşkuyla benimsendiğini gösteriyor. Öyle bir cümle ki Akşener Erdoğan’a atfen söylüyor, 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’nde pankart oluyor, sosyal medyada her gün birbiriyle tamamen alakasız onlarca insan tarafından kullanılıyor.
Feyyaz Yiğit ve Aziz Kedi mizahını severim, beraber yazdıkları diğer filmlere de epey gülmüştüm. Ama “Gibi” hepsinden, hatta açtığı alanla, kendinden bile büyük bir cevher bence. Bir komediden beklenebilecek en önemli şeyi yapıyor, gerçekten güldürüyor. Erkek karakterleri aracılığıyla, tüm olmamışlığı, arada kalmışlığı, sıkışmışlığı, bunun içindeki hezeyanları, küçük sevinç ve rutinleriyle Türkiyeli olma hallerinin şahane bir haritasını çıkarıyor önümüze. Ama resmettiği hale gömülmüyor, “evet aslında halimiz bir yanıyla felaket acıklı ama kendimize de bayılıyoruz” hissi hiç geçmiyor. Gösteriyor ve güldürüyor ama felaketinin hazzına gömülmüyor. Çok zekice tasarlanıyor ama kendi zekâsından büyülenmiyor. Karakterlerine aşık etmese de, onları sevip anlamamızı sağlıyor. Çünkü erkekler arasında geçse de malzemesi toksik erkek şakaları değil. Tüm bunları yaparken de ne komedisinden bir şey yitiriyor ne de eleştirel mesafesinden.
Birinci sezonu izledikten sonraki coşkuyla, Aziz Kedi’yle bu güzel röportajı yapmıştık. Bu defa uzun bir Zoom sohbeti yaptık. Dizinin ikinci sezonuna dair değerlendirmemi yazarken ara ara o sohbetten aldığım notlara da yer vereceğim.
KARİYERİST PANİKLERE KAPILIP ZIRVALAMAKTANSA ÖZGÜN ARTI VE EKSİLERİ YARATMAK
Dizinin ikinci sezonunu bitirdiğimde ilk duygum, pek çok şey değişmişken dizinin temel elementlerinin aynı kalmasının sevinci oldu. Çünkü “sürdürülebilirlik” hayati ve bizde en zor başarılan şey, özellikle komedide. Aziz Kedi’ye kendilerini bunca izleniyor olmanın yan etkilerinden nasıl koruduklarını sordum. Gayet tatminkâr bir yanıt aldım, olduğu gibi aktarıyorum:
“Bu ilgi karşısında insanın karşısına iki konforlu yöntem çıkıyor. İlki, seyirci eğilimlerini analiz edip ateşi ona göre tatlı tatlı beslemek. İkincisi gaza gelip bu eğilimlerin tam aksine, şaşırtıcı ve 'ters köşe' şeyler aramak. Oysa bize en doğal ve sağlıklı gelen, tam olarak istediğimiz şeyi yapmayı sürdürmek. Bu tavır herhangi bir projenin imkânlarını daraltabilir, hatta ömrünü kısaltabilir, elbette bunun farkındayız. Ama kariyerist paniklere kapılıp zırvalamaktansa özgün artı ve eksilerimizi yaratmak çok daha doğru hissettiriyor,” dedi. Bence dizinin ikinci sezonda süren başarısının temel nedenlerinden biri, bu yaklaşım.
ÇAÇA VE COSPLAY'LE DUYGUSAL İLİŞKİLERE GİRİŞ
İkinci sezonun en çok ses getiren bölümlerinden Çaça ve Cosplay’in tanıtımlarını gördüğümde önce bir irkilmiştim. Bir yandan dizinin artık duygusal ilişkiler alanına el atması, o erkekler dünyasından çıkması hem merakımı uyandırdı hem de “aha” diye düşündüm, “toksik eril mizaha giriyor muyuz?” Yani işte hayatlarına kadınlar girince ağzı gözü yamulan erkek karakterler, kendi halinde gül gibi yaşayıp giden erkekleri zehirleyen tek tip, hoş ama “salak” kadınlar, özetle erkeklerle dalga geçiyor gibi yaparken temelde kadınları aşağılayan komedi…
Hiç öyle olmamış tabii. Hatta ilk sezon favorim “Erasmus’la Gelen Yamyam”la beraber en sevdiğim ve güldüğüm bölümlerden biri oldu bu bölüm. Erkek karakterlerin kozalarından çıkıp hem kadınlarla hem de Çaça, Cosplay gibi güncel uğraşların dünyasıyla karşılaşmaları, kendi değer/değersizlik ve çelişkileriyle yüzleşme biçimleri çok komik, çok iyi.
Aziz Kedi’ye, dizinin ilk sezonuna hiç dahil olmayan bir dünyaya girmekte, daha önemlisi de kadınları hikâyeye dahil etmekte tereddüt edip etmediklerini sordum. Bu bağlamda çok soru geliyormuş. Aslında o bölümü tasarlarken, Aziz’i en çok gıdıklayan unsur, kadınları değil “Cosplay”i hikâyeye dahil etmekmiş.
“O insanların samimi çabası, derin tutkusu, pahalı bir hobiyle olan mücadeleleri... Eminim Feyyaz da bölümü başka bir yerinden tutmuştur. Kadın-erkek ilişkisi, kırılgan, toksik erkeklik vs, bunlar bahsetmek istediğimiz şeyleri bir arada tutan tematik sepetler aslında. İyi işleyen bir dünyada gösterildiği için bir 'yüksek fikir', bir 'iddia' hatta bir 'ders' gibi algılanmalarını anlıyorum. Fakat bir komedi dizisi 'Neden bizi yeterince güldürmedin?!' ile 'Neden trans kadınların sorunlarına değinmediniz?!' spektrumunda bir sorumluluk yüklenemez. Velhasıl bence izleyici bir bölümde sınıfsallık, feminizm, toplumsal çözülme gibi şeyler görünce 'Adamlara helal olsun, ne güzel söz söylemişler' yerine 'Ben ne güzel şeyler düşünüyorum...' dese daha doğru eder. Gördüğünüz şeyler oraya rastgele konuyor demiyorum, seyirci her zaman bizden çok daha derin düşünüyor diyorum. Yani size helal olsun be!"
Sonuç olarak niyetleri ne olursa olsun, ortaya çıkan ürün, bakış açısıyla bunları düşündürüp hissettiriyor. Bu durumda yaratıcının niyeti kadar metnin bu tür okumalara açıklığı da önemli oluyor. Kedi’nin ke(n)di gibi yanıtının ardına bir Roland Barthes sözü bırakayım: “Yazmak, kendi sözünü bağlamayı başkalarına bırakmaktır.” E çok güzel bırakıyorlar, ben de tekrar helal olsun diyorum. Bu denge de, daha önceki söyleşmemizde değindiği şu noktada gizli galiba: “Yeter ki komik bir şeyi anlatırken komik olmaya ve önemli bir meseleyi tartışırken didaktik olmaya çalışma.”
Dizi çok büyük oranda zıt iki erkek karakter arasındaki çatışmalara (Yılmaz- Feyyaz Yiğit ve İlkkan -Kıvanç Kılınç) dayalıydı. Bu sezonda Ersoy’un (Ahmet Kürşat Öçalan) devreye daha etkin biçimde girdiğini görüyoruz. İlkkan’ın bölümlerden birinde var olan haline “2”, potansiyeline “4” puan verdiği Ersoy karakteri erkekler yelpazesini iyi bir biçimde tamamlıyor. Bu arada tıpkı Kıvanç Kılınç gibi Ahmet Kürşat Öçalan da sıradan karakterleri nüanslarıyla canlandırmada çok başarılı oyuncular. Hikâyenin evrenini mükemmel biçimde hayata geçiren yönetmen Ömer Sinir gibi, daha çok bu diziyle tanıdığımız oyuncular da “Gibi”nin kazandırdıklarından.
İlkkan’ın da değiştiğini, hayata daha çok karıştığını, doğal olarak da daha sık çuvalladığını görüyoruz. Dizinin ayrıksı bölümlerinden, gönüllü kölelik etrafında dönen acayip hikayesiyle “Kuki” bunun iyi bir örneği. Aziz Kedi de “Kıvanç ve Kürşat gibi müthiş aktörleri biz de seyircimiz gibi daha çok izlemek istiyoruz” diyor. Bu sezonda karakterlerin öyküdeki yeri doğal olarak artmış bu nedenle.
KÜLTÜREL ÇATIŞMALAR, POLİTİK OLMADAN 'POLİTİK' OLMAK
İlk sezonda, Aziz Kedi’nin “Türkiyeli olmanın DNA’sında var” biçiminde tanımladığı kültürel çatışma ve karşılaşmalar Gelin Başı, Vücutçu Yalvaç, Eşref Hidayet Gürdal, Resimdeki Ünlü gibi birbirinden komik bölümlerde sürdürülüyor.
“Gibi”nin bir başka çok sevdiğim özelliği ikinci sezonda daha da öne çıkmış: Neredeyse politik bir tek cümle kurmadan aslında çok politik olması. Karakterlerini içine alan cendereyi, ekonomik, kültürel, siyasal açıdan, sıfır mesaj kaygısıyla hikâyeye yedirerek gösteriyor.
Bu sezonun bence en iyi bölümlerinden Sokak Röportajı bu durumun iyi bir örneği. Yılmaz her zamanki konuşkanlığıyla sokakta doğrultulan mikrofona bir şeyler anlatıyor. Söylediklerinin hayli politik olduğunu anlıyoruz ama ne söylediği hakkında bölüm sonuna dek hiçbir fikrimiz olmuyor. Bölüm bu röportaj üzerine üçlünün sırt çantasıyla evden kaçıp arabayla ıssız yollara düşmesi ve buralarda başlarına gelen türlü komiklik üstüne dönüyor.
"ABİ İLKKAN'IN AİLESİNİ SÖYLERSEN SANA BİN DOLAR VERİRİM" DİYE MESAJLAR GELİYOR!
Röportajda ne söylendiğinin bu derece önemsiz, merak etsek de sonunda vazgeçebileceğimiz bir detay olarak kalması ama tüm bölümün de bu MacGuffin etrafında inşası enfes… Bu bölümde “senaryo”yu çok daha fazla hissettim. Aziz Kedi’ye bu konuda ne düşündüğünü sordum:
“Biz iki sezondaki MacGuffin'leri de 'gerilim'i artıran sinsi birer silah olarak tasarlamamıştık. Ancak işin sonunda öyle bir etki yarattılar. İnsanlar 'Yılmaz sokak röportajında ne söyledi?' diye imza kampanyaları falan düzenledi. Bana her gün onlarca 'Abi İlkkan'ın ailesini söylersen sana 1000 Dolar veririm!' diye mesaj geliyor. Seyircinin sokak röportajını da İlkkan'ın anasını babasını da bu kadar önemseyeceğini tahmin etmemiştik. Her ikisini de bilmiyoruz zaten. Belki o beklenmedik etki nedeniyle kurmacayı biraz daha net hissetmişsindir.”
“Gibi”nin absürtlüğü artık hayatımızın absürtlüğüyle tam iç içe geçmiş gibi. Bu sezon boyu yaşanan her diyalog ve olay/durum daha da mümkün görünüyor Türkiye’nin bugünkü halinde. Bu absürtlükle beraber seyreden, karakterler arası tüm tartışmaların esasen “bir hiç” etrafında şekillenme halini, tüm sudan sebeplerin bastırılan, gizlenen başka gerilimleri, hınçları ortaya çıkarma şeklini çok seviyorum bu dizide. Twitter ve Facebook bir dizi olsa bu olurdu galiba!
Yine epey akraba ilişkisi, akrabalık teması ve bir de akraba üzerine kurulu bölüm var dizide. İçi dışı bir insan/dobralık temasıyla güzel dalga geçilmiş bu bölümde de. Yeni karakterleri, bu yoğunlukta dahil ederken tereddüt yaşayıp yaşamadıklarını sordum.
“Böyle şeyler denemesek varacağımız nokta, 'Bunlar da bir formül tutturdu, oradan yürüyorlar' olur. Bu da bizim hiç yapmadığımız ve bundan sonra da yapmayacağımız bir şey. Bir de 'baş rol-yan rol' ayrımımız da biraz muğlak. Bazen Feyyaz çaktırmadan kenara çekiliyor ve başka birini, başka bir meseleyi daha yakından izliyoruz. Mesela daha birkaç gün önce Feyyaz bana, 'Abi bir bölümde biz hiç olmayalım, finalde kapıyı açıp hikâyede izlediğimiz bambaşka insanları içeri buyur edip bölümü kapatalım...' diye bir öneri getirdi. Her zaman bu tip fikirleri kurcalayabilmek isteriz” gibi merak uyandırıcı bir cevap aldım.
MAHALLE BASKISI, TOPLUM BASKISI, PATATES BASKISI
“Gibi” sosyal medyadan akraba, çevre baskısına sosyoduygusal iklimimizin röntgenini çekiyor, röntgen absürt çıkıyor!
Bu sezonda “dışarının her an içeride olabilme hali”, mahalle/toplum baskısı, Sokak Röportajı, Vücutçu Yalvaç gibi bölümlerde çok net biçimde hissediliyor. Bu artan baskının ülkenin artan iç sıkışmışlığıyla ilgisi var mı diye sordum. Aziz Kedi, “Dizimiz başarı kazandı diye hezeyanlara kapılıp, dün magazin yazarken bugün Ortadoğu stratejisti olan insanların durumuna düşmek istemem. Söyleyebileceğim tek şey, kaçınılmaz olarak gözlemlediğim bir gerçek: bu baskı ezelden beri vardı, şu anda asıl ona yönelik itirazlar çok arttı ve görünür olmaya başladı. Bu da tabii şahane bir şey.” Bunların dizide daha görünür hale gelmesi de öyle bence…
YILGIN HOŞGÖRÜ
Ve “yılgın hoşgörü”! Nereden çıktı bu mesele, Türkiyeli olmanın DNA’sı mı yine? Hep hoşgörüden, iyilikten, güzellikten bahsedip aslında birbirimizi anlamaya hiç de niyetli ve istekli bir toplum olmayışımızdan mı?
“Bu cümle için de tıpkı birçok benzeri gibi Feyyaz'a ve onun tartışılan meselenin özünü zart diye veciz şekilde ifade edebilme gücüne teşekkür etmeliyiz. Bense yılgın hoşgörünün Türkiye sınırlarının çok ötesinde, evrensel bir gerçekliği olduğunu düşünüyorum. İnsan yüzeyselliğine dair bir şey bu ve gayet de anlaşılır buluyorum. Mikroskop altına koyup yakından baktığında tabii ki çok çaresiz ve komik görünen bir genel davranış bu. Herkesin herkesle sonsuz empati kurabilmesi acayip kaotik ve korkunç bir dünya yaratırdı gibime geliyor. Vatka bölümü de hafiften bunun muhtemel sınırlarını sorguluyordu işte.”
İzleyici tepkilerine nasıl ve ne derece baktıkları kısmınıysa şöyle açıklıyor: “Dizi henüz güncelken olumlu ya da olumsuz izleyici tepkilerine pek takılmamak lazım. İşin içinde hakiki bir sevgi var, aman ben de geri kalmayayım duygusu var, bunun nesine gülüyorsunuz var, sevenden nefret ettiği için sevmeme var, var oğlu var. Dolayısıyla kapıyı bacayı kırıp evimize kadar girenler dışındakileri özel olarak takip etmiyoruz. Çünkü tepkiler değil ama bu işin mesela 20 yıl sonra gönül haritasında bırakacağı iz daha önemli.”
Sohbetten edindiğim en şahane bilgilerden biri, üç değil, dördüncü sezonun bile yolda olduğu! (Bu tarihler henüz kesin olmamakla birlikte) Üçüncü sezon bu yılın ekim ayında, dördüncü sezon ise 2023 ilkbaharında gelecek gibi görünüyormuş.
İlk sezon Taş Devri’nde, ikinci sezon Roma İmparatorluğu’yla bitiyordu. Üçüncü sezonun sonunda nereye ışınlanacağımızı İlkkan’ın anne babasının kim olduğundan daha çok merak ediyorum ben şahsen. Önümüzdeki yıllar dünyanın hali ne olacak, bunun komedideki açılımları nasıl olacak, bugünden kestirmek çok zor ama “Gibi” mizahının iz bırakacağına eminim.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI