Gökten üç elma düşmüyor
Alithea ve Cin arasındaki üç bin yıllık geçmişe dair ortak ilgi, yerini karşılıklı ilgiye bıraktığında Miller’ın anlatısını daha da aksamaya başlıyor. İçine gerçekleri de yerleştirdiğiniz bir masaldan, masala hiç yer bırakmayan katı bir gerçeğe geçerken büyüsünü yitiriyor film. Elimizde ne çıkarabilecek bir kıssadan hisse ne de gökten düşecek üç elma kalıyor…
"Mad Max: Fury Road" ile yalnızca 2015’in değil, 2000’li yılların en iyi filmlerinden birisine imza atan George Miller’ın merakla beklenen son filmi "Üç Bin Yıllık Bekleyiş"e dair bekleyiş sona erdi! Gerçi yarışma dışı gösterildiği Cannes’dan bazı haberler gelmişti kulağımıza. Seveni de var, olmamış diyeni de. Ama çok iyi film diyen yoktu.
A. S. Byatt'ın 1994 tarihli 'The Djinn in the Nightingale's Eye' adlı kısa öyküsünden uyarlanan filmin bizim açımızdan bir başka merak uyandırıcı tarafı da var tabii ki. Hikâyenin neredeyse yüzde 70’i İstanbul’da geçiyor. Oyuncuların içinde birçok Türkiyeli isim de var. Gerçi mekân olarak Sultanahmet, Kapalıçarşı, Pera Palas gibi turistik yerleri kısaca bir gördükten sonra çoğunluk bir otel odasında geçiyor ama İstanbul’da olduğumuzu biliyoruz. Filmin iki önemli karakterinin Pera Palas’ta uzun bir sohbete daldıkları ve üç bin yıllık yolculuğa çıktıkları bir masal film karşımızdaki.
Filmin içindeki temaların ve mekanların 'yerli ve milli' olması, haliyle bizim de filmi biraz bu açıdan değerlendirmemize neden olacak. Kuşkusuz Miller’ın önceliği biz değiliz, bizim filmi nasıl algıladığımızla da pek ilgilendiğini sanmıyorum. Nihayetinde ‘Batılı’ bir yönetmenin Batı için yaptığı bir film. Yani onlara ne anlattığı ve nasıl anlattığı asıl önceliği.
Yapım için bir masal film tabirini kullanmıştım. Bunu gerekçelendiren nedenler var çünkü. Filmin ana karakteri Alithea Binnie (Tilda Swinton) bir anlatıbilim (naratoloji) profesörü. Yani masallar üzerine çalışıyor ki zaten filme de onun dış sesiyle giriyoruz. Aslında bu açılışta Alithea bize, "bugün masal diye dinlediğiniz şey, geçmişin gerçekleridir" demeye getiriyor. Başka türlü söylersek: Her masal biraz da gerçeklerden çıkmıştır. Alithea, bir konferans için İstanbul’a geliyor. Meslektaşı Prof. Günhan tarafından karşılanıyor. Garip bir seminer veriyor. Sonra Kapalıçarşı’da görüp, çok sevdiği mavi bir çeşmibülbülünü alarak Pera Palas’taki Agatha Christie’nin 'Doğu Ekspresi’nde Cinayet'i kaleme aldığı varsayılan odasına yerleşiyor. Çeşmibülbülü temizlemek için ovmaya başlayınca da içinden beklenildiği üzere bir Cin (Idris Elba) çıkıyor. Cin, özgürlüğüne kavuşabilmek için üç dilek tutmasını istiyor Alithea’dan ama o derslerle dolu bir cin masalının parçası olacağını bildiği için bunu reddediyor.
Böylece Cin’in üç bin yıl süren macerasını dinlemeye başlıyoruz geri dönüşlerle. İlk hikâyede Saba Kraliçesi ile Kral Süleyman arasındaki ilişkiye götürüyor seyirciyi Cin. Saba’yı kendisine aşık etmeyi başaran Süleyman, Cin’i şişeye hapsediyor. Cin’in anlattığı masalın bilinen haliyle farklılıklar taşıyor oysa ki. Ama birinci ağızdan anlatıyor nihayetinde! Sonra 2 bin 500 yıllık bir bekleyişin ardından, bir başka Süleyman’ın, Kanuni’nin dönemine geliyoruz. Haremdeki genç ve güzel bir kadın köle tarafından açılıyor şişenin kapağı bu kez. Gülten, Süleyman’ın büyük oğlu Mustafa’ya aşık. İzlemeyenler için spoiler vermeyelim ama Osmanlı topraklarındaki bu misafirlik 4. Murat zamanına kadar sürüyor sarayın içinde. Sonra, boğazın sularında bir şişenin içinde bekliyor Cin, ta ki 19. yüzyıla kadar. Bu kez kurmaca bir karakter... Yaşlı bir adamın üçüncü karısı olan Zefir çıkarıyor Cin’i şişesinden. Bilim düşkünü bu kadın ile yakınlaşmaları da özgür kılamıyor Cin’i ve bir kez daha hapsediliyor, Alithea’nın otel odasında yeniden vücut bulana kadar.
Gelelim filmin 'yerli ve milli' yorumuna. Öncelikle filme kaynaklık eden masallar arasında bir doku uyuşmazlığı söz konusu. Şöyle ki, film ilhamını 'Bin Bir Gece Masalları'ndan, dini efsanelerden alıyor. Ama bunlar aslında köken ve etki olarak Doğu’nun anlatıları ve bu Doğu İstanbul’a hayli uzak aslında. Mesela cin, bizim kültürümüzde peki adı anılmak istenmeyen, fazla söz edilmeyen 'kötü' yaratık olarak yer edinir. Gerçi çok iyi karşılanmıyor her defasında ama İstanbul’un suretinin içine Cin yerleştirmek, bir Bağdat gibi durmuyor örneğin. Miller İstanbul’dan masallardaki Bağdat’ı çıkarmaya çalışıyor bir bakıma.
Denilebilir ki, Miller’ın amacı zaten masalların yapısını da bozmak. Bunda pek başarılı olduğu söylenemez kanımca. Süleyman ya da Saba Kraliçesi gibi masallarla büyütülmüş karakterlerle, Osmanlı sultanları ve sarayı gibi gerçekler arasında da uyumsuzluk var. Saba ile Süleyman arasındaki ilişkinin masalsılığı işlerken, Süleyman ile oğlu Mustafa; 4 Murat ile kardeşi 1. İbrahim arasında yaşananların masalsı hale getirilmesi birbirini tamamlamıyor. Tam da burada, Osmanlı’nın bütün o Doğu paketi içinde bir masal alemi olarak kurgulanmış olması gerçeği çıkıyor karşımıza. Miller, şaşırtıcı olmayacak bir şekilde Süleyman’ı da, 4. Murat’ı da bir masal gibi ele alıyor. Buradan çıkıp "ecdat" edebiyatı yapacaklar olacaktır muhakkak. Miller’ın bu iki karakteri ve dönemini masal gibi anlatmayı tercih etmesinde bir sorun yok. Sorun, bunu yaparken yeni bir kurmaca inşa etmek yerine, yakın dönem gerçeğini masala çevirmeyi denemesinde. Takıldığım bir başka 'yerli ve milli' durum ise filmdeki Türkçe kullanımı. Türkiye dışında fark edilmeyecektir ama Idris Elba’nın filmdeki Türkçe kullanımı hayli sorunlu haliyle. Ancak Türkiyeli oyuncuların Türkçesini de ona benzetmeye çalışmışlar sanki. Herkes sonradan öğrenmiş gibi konuşuyor. Oysa otel odasında birkaç dakika içinde şakır şakır İngilizce konuşmayı çözüyor Cin'imiz. Ama bunlar gibi bizim 'yerli ve milli' izleme deneyimimiz. Dolayısıyla, Batılı bir göz bütün bu masal paketini bütünüyle kabul edebilir.
Asıl büyük sorun ise Alithea ve Cin’in İstanbul’dan ayrılıp Londra’ya gidişinden sonra, yani son bölümde yaşanıyor. Doğu atmosferinin ve tarihin içine gömülen masalsı hava, yerini bir anda gerçek dünyaya bırakıyor bu bölümde. Alithea ve Cin arasındaki üç bin yıllık geçmişe dair ortak ilgi, yerini karşılıklı ilgiye bıraktığında Miller’ın anlatısını daha da aksamaya başlıyor. İçine gerçekleri de yerleştirdiğiniz bir masaldan, masala hiç yer bırakmayan katı bir gerçeğe geçerken büyüsünü yitiriyor film. Elimizde ne çıkarabilecek bir kıssadan hisse ne de gökten düşecek üç elma kalıyor…
Bütün bunlara rağmen sevilebilir bir film "Üç Bin Yıllık Bekleyiş". Bu satırların yazarı açısından yönetmenin yeni filmi için yedi yıllık bekleyiş biraz hayal kırıklığı oldu. Ama George Miller’ın kredisi bitmez bizim nezdimizde. Şimdi saatlerimizi 2024 yılında seyirciyle buluşması planlanan “Mad Max Fury Road”ın kahramanı “Furiosa” adına çekilen filme ayarladık.