Gölgede ve Güneşte Futbol: Mutluluklar, kalp kırıkları ve daha neler neler
Eduardo Galeano’nun kült eserlerinden biri olan 'Gölgede ve Güneşte Futbol'a yeniden dalmanın tam zamanı.
Onur Özgen
Yaklaşık on gündür tüm dikkatimiz 2022 Dünya Kupası’nda ve birkaç hafta daha böyle gidecek. Her ne kadar tarihin en şaibeli turnuvası da olsa Dünya Kupası’nın kendine has büyüsüne yine kapıldık sürükleniyoruz.
Başka bir deyişle, pirimiz Eduardo Galeano’nun kült eserlerinden biri olan 'Gölgede ve Güneşte Futbol'a yeniden dalmak için tam zamanı.
Eski Çin’deki en erken hâlinden modern oyunun kurallarının konduğu Viktorya dönemi İngiltere’sine ve oradan da Latin Amerika’ya uzanan parlak bir futbol tarihidir 'Gölgede ve Güneşte Futbol'. İlk olarak 1995’te İspanyolca olarak yayımlanan kitap, 1997’deyse Can Yayınları tarafından Türkçeye kazandırıldı ve defalarca baskı gördü.
Futbol tarihinin gördüğü en büyük oyuncular; Pelé, Johan Cruyff, Eusébio, Ferenc Puskás, Diego Armando Maradona, Ruud Gullit, Franz Beckenbauer ve daha nicesinin kitapta bir yeri var. Örneğin Pelé’yi, savaşın ortasında barış getirebilecek bir oyuncu olarak tanımlar. Nijerya ve Biafra’nın onu bir maçta oynarken görmek için aralarında mütareke imzaladıklarını anlatır. Betimlemeleri öyle güçlüdür ki, Pelé’yi hiç izlememiş ama Galeano’dan okumuş biri, Pelé’yi ondan okumadan izleyenlerden daha iyi bilir sanki.
“Onu maçta oynarken görmek her şeye değerdi doğrusu” der. “Pelé koşmaya bir başladı mı, rakiplerinin arasından bir bıçak gibi sıyrılırdı. Durduğunda ise rakipleri kendisinin koşarken çizdiği zikzaklı labirentlerde kaybolup giderlerdi. Sıçradığında sanki görünmeyen bir merdivenle tırmanıyormuş gibi havaya yükselirdi. Serbest vuruş yaptığında da baraj kuran rakip oyuncular girecek golü kaçırmamak için yüzlerini kaleye doğru çevirirlerdi.”
Cruyff’u ise enstrüman çalan bir orkestra şefi olarak görür Galeano: “Hollanda ekibi bir orkestra gibiydi, bu orkestranın ahenkli bir müzik icra etmesini sağlayan da, herkesten daha fazla ter döken, onların şefi Cruyff’tu.”
Galeano, 1986 Dünya Kupası’nın ise Maradona’ya ait olduğunu söyler: “İngiltere karşısında Falkland Adaları’nda boyun eğen Arjantin’in öcünü Maradona attığı iki golle aldı: Golün birini, kendisinin ‘Tanrının eli’ olarak gördüğü sol eliyle attı, öbürünü de İngiliz defans oyuncularını yere serdikten sonra sol ayağıyla kaydetti.”
Galeano’yu mekanik bir futbol tarihçiliğinden ayıran başlıca özelliği ise kayıplar ve kalp kırıklıkları üzerinde durması, çünkü futbol ona göre “acı veren bir zevk”. Bize delilik ve deha hakkında hikâyeler anlatır, futbol hayatı skandallardan yara almış Maradona’nın asıl suçunun “her zaman en iyi olmanın günahı” olduğunu söyler.
Galeano, Uruguaylıdır. Ülkesi 1930’da ilk Dünya Kupası’na ev sahipliği yapar ve finalde Arjantin’i 4-2 yenerek kupayı kazanır; ardından 1950’de bir daha… Yaşasaydı, muhtemelen şu an çok mutlu olmayacaktı Galeano. Hem Dünya Kupası’nın boğazına kadar pisliğe batması hem de Uruguay’ın turnuvanın en zayıf gösterilerinden birini sunması dolayısıyla (Bu yazının yazıldığı zaman gruplarındaki ilk iki maçında henüz gol atamadan sadece bir puan toplayabildiler ve tek şansları Gana’yı yenip, Portekiz’in de Güney Kore’yi mağlup etmesi).
Tüm Uruguaylı çocuklar gibi, Galeano da futbolcu olmak ister elbette. Kitabın başındaki itirafında, “Doğrusu çok da güzel oynuyordum, hatta harikaydım bile denebilir; ama yalnızca geceleri rüyamda” der. Yıllar geçtikçe, profesyonel olarak oynayamayacağını kabul eder. Bunun yerine, kendi deyimiyle, elinde şapkası, dünyanın dört bir yanını gezer ve stadyumlarda yalvarır: “Tanrı rızası için, güzel bir maç lütfen.”
Evet, onun takımı en başta güzel oynayan takımdır. Bu yüzden muhtemelen bu turnuvada favorilerden İspanya’yı ve Brezilya’yı ayrı bir köşeye koyar, favori olmayan takımlar arasındaysa ABD, Suudi Arabistan, Japonya ve her ne kadar puan alamasa da Kanada’nın cesur futbollarından övgüyle bahsederdi.
'Gölgede ve Güneşte Futbol’da oyunun her parçasının profilini çıkarır Galeano: Top, oyuncu, kaleci, idol, taraftar, fanatik, gol, hakem, teknik direktör, tiyatro, futbol uzmanları, stadyum ve daha bir sürü şey.
Top hakkında şöyle yazar: “Brezilya’da hiç kimse onun bir dişi olduğundan kuşku duymuyor. (...) O sadık bir dosttur. 1930’daki Dünya Kupası’nda iki takım da kendi toplarıyla oynamak istediler. Hz. Süleyman kadar bilge olan hakem de, birinci yarının Arjantin’in topuyla, ikinci yarının ise Uruguay’ın topuyla oynanmasına karar verdi. İlk yarıyı Arjantin, ikinci yarıyı ise Uruguay kazandı. Ama topun da kendine göre kararsızlıkları vardır; bazen havada fikir ve yön değiştirip kaleye girmez. Top çok alıngandır. Ona ne kötü davranmalarına ne de hınçla vurmalarına tahammülü vardır. Onu okşamalarını, öpmelerini, göğüslerinde ya da ayaklarında uyutmalarını ister. Çok gururlu, belki de kibirlidir, ama haksız da değildir doğrusu: Çok iyi bilir ki şevkle yükseldiği zaman birçok gönüle mutluluk verir. Yanlış bir şekilde düştüğünde ise birçok kişinin kalbi kırılır.”
Futbol ne yazık ki her geçen gün güzellikten ve büyüden daha yoksun bir oyuna dönüşüyor. Bu Dünya Kupası da bunun en somut kanıtlarından biri olarak görülebilir. Ama işte top da her şeye rağmen dönmeye, mutluluk vermeye ve kalp kırmaya devam ediyor.