Gölgeyle gerçek arasında bir anlatı: Kehribar Geçidi
Nazan Bekiroğlu'nun son romanı 'Kehribar Geçidi' Timaş Yayınları tarafından yayımlandı. Gelenekten hem teknik hem de tema olarak beslenen, kıssadan hisse veren modern bir anlatı olarak görmeli romanı.
Nazan Bekiroğlu’nun MS 300’lü yılların Roma’sında başlayan, yedi insanın kesişen hayatlarını ve manevi yolculuklarını konu edindiği romanı “Kehribar Geçidi” Timaş Yayınları tarafından yayımlandı. “Halka” isimli yedişer bölümden oluşan kitap politeizmin hüküm sürdüğü bir coğrafyada yeni yeni yayılan Nasıralı İsa’nın dinini arka plana alarak adalet, iktidar, hırs, huzur gibi kavramlara insanı odağa koyarak temas etmekte.
Halide Edib Adıvar'ın Romanlarının Teknik Açıdan Tahlili teziyle doktorasını tamamlayan, Şair Nigâr Hanım çalışmasıyla doçent olan ve 2001 yılında profesör unvanı alan Nazan Bekiroğlu akademik çalışmalarının yanı sıra öykü ve romanlarıyla da yaklaşık yirmi beş senedir geniş bir okur kitlesine ulaştı. Çeşitli çalışmalara konu olan eserleri genellikle post-modernizm, büyülü gerçekçilik, tasavvuf, psikanaliz ve feminizm bağlamlarında irdelenen Nazan Bekiroğlu’nun Timaş Yayınları tarafından yayımlanan son romanı “Kehribar Geçidi” ise yine tasavvufi temalara genişçe yer veren fakat zaman ve coğrafya olarak diğer eserlerinden ayrılan bir kitap. Roman, ilkin darphanede çalışan bir kölenin imparatorun suretinin olduğu sikkelerden birine bir keski darbesi indirmesiyle başlıyor. İmparatoru gözünde bir damla yaş varmış gibi gösteren bu kusurlu sikkenin dolaştığı kişilerin hikâyeleri de ileride kesişiyor. Kitabın başında yedi insan ve bir köpek olarak belirtilen bu şahıs kadrosu: Azatlı Köle Vitalis, Lahit Kopyacısı Efesli Linus, Kandilci Feliks, Yazıcı Köle Simonides, Çoban Fazelis, Gezgin Al-Mina ve Barbar Yüzbaşı Geta, köpekse Kehribar. Vitalis, Senatör Zosimus’un azat ettiği ve hem musahip hem de dost bildiği eski bir köle. Efesli Linus ise heykeltıraşlar sokağının yanındaki sokakta lahit kopya etmekle uğraşan bir zanaatkar. Kandilci Feliks, Şifa Tapınağı’nın kandilcisi. Yazıcı Köle Simonides ise okuma yazma bilmese de kitaplara tutkun olduğundan koca bir kütüphaneye sahip olarak kütüphanesine gömülmek isteyen, tek hayali hitabet sanatında ustalaşarak bir defa olsun avukatlık yapmak olan Roma’nın en zengin tüccarlarından Efendi Naso’nun kölesi. Çoban Fazelis, hiçbir türlü uyuyamayan, dağlarda yaşayan, dünyadan elini eteğini çekmiş, tabiatın dilinden anlayan bir adam, bir münzevi. Kehribar da onun köpeği fakat ismi gibi kehribar renginde olan, damağının altında siyah bir damga taşıyan, boynunda tasma misali beyaz tüyden bir şeridi olan bu köpek mistik özelliklere sahip. Gezgin Al-Mina romanın ileriki sayfalarında öğreneceğimiz üzere ailesini terk ederek yola çıkan, çölde Raşida’ya âşık olup onunla evlendikten sonra kabile hayatı süren ve bir trajediyle tekrar yollara düşen yaşlı bir adam. Yüzbaşı Geta ise şerefli bir asker. Tüm bu insanlar Roma’da, İmparator Diocletianus döneminde yaşamakta fakat bu dönem gerek ekonomik gerek idari gerekse ahlaki açıdan Roma’nın en kötü dönemlerinden biri. Üstelik cumhuriyet, senato ve yasa ile meşhur olan imparatorluk artık tanrı-kral olan Diocletianus’la birlikte istibdat döneminde. Kurumlara baktığımızda yönetici sınıf olan senatörler imparatorun gözüne girme telaşında olduğu ve kasada para kalmadığı için hamam inşaatını Efendi Naso’nun yardımıyla bitirme derdinde. İmparatorun tek adam yönetimiyle işlevini zaten yitirmiş senato. Ekonomiye baktığımızda ise Fiyatlar Fermanı günden güne değişmekte, halk giderek fakirleşmekte, borcunu ödemeyenler ise köle olarak satılmakta. Bir yandan da insanların hayvanlarla, hayvanların insanlarla, kardeşlerin kardeşlerle savaştırıldığı Colosseum, kandan, işkenceden zevk alan bir halk kitlesi. Son olarak din kurumuna bakarsak, ruhban sınıfı halkı kandırarak onun sırtından geçinmekte. Bunun en güzel örneği Kandilci Feliks’in kurban edilmekten kurtulan sinirli bir keçi ona toslayınca kendini bulduğu Tanrı Odası’nda başrahibin odasına uzanan bir boru düzeneği görmesi yahut uyku sorunu olan her hastanın istisnasız biçimde uyuşturucu etkisi olan ilaçların dumanıyla uyutulunca kendilerinden tapınak için talepte bulunan “şifa tanrısını” görüyor olmaları. Kısaca, akla gelebilecek her şey için farklı bir tanrıdan mürekkep bir sistem. Ancak, istibdada giden kırılma da ilk olarak bu sistemde yaşanıyor çünkü insanlar Nasıralı İsa’nın tek tanrılı dinine girmeye başlıyor ve Hristiyanlık yayıldıkça imparator onların çarmıha gerilip yakılarak katledilmesini buyuruyor. Bu yüzden dedeler torunları, torunlar dedeleri ihbar eder halde. Öte yandan bu dini kabul edenler yanarak ölmekten korkmadıkları ve inançlarını terk etmedikleri için Hristiyanlık daha da yayılıyor. İşte bu noktada bireysel tecrübeleriyle üzerlerinden “gölgesiz bir kuş” geçen kahramanlarımız bir aydınlanma yaşayarak Hristiyan oluyor. Burada şunun altını çizmeli ki metin boyunca Hristiyanlık daha çok vahdet-i vücut düşüncesini çağrıştıran tasavvufi bir izlek şeklinde betimlenmekte. Kabaca özetlemek gerekirse kahramanlar onlara ceza veren, onlardan kurban isteyen sayısız tanrıyı terk ederek onları seven tek bir tanrıya iman ediyor. Bu aydınlanma süreci her kahraman için farklı. Tüm kahramanların süreçlerinden bahsetmek bu yazının boyutunu aşsa da farklı sorunsallara da temas ettiği için Yazıcı Köle Simonides’inkine değinmeli: Simonides, Efendi Naso için bir el yazması ararken bulduğu yazmanın arkasında bir esere rastlıyor, bu eser asıl adı Aristokles olan Platon’un “Devlet” isimli eserinin yedinci kitabının mağara metaforunun anlatıldığı bölümü. Ancak bir bilgin olarak görebileceğimiz Simonides rastladığının eserin müsveddesi yani asıl eserin ta kendisi olduğunu anlıyor:
“Bundan sonra bir ömür boyu Devlet’in üzerinde sadece düzeltme yapılabilirdi. Çünkü onun müsveddesi aslıdır. Tashih edilmemiş, hale yola sokulmamış, gramer baskısından yorulmamış. İlk halinde, yazıldığı günkü gibi. Kopya değil sahici, gölge değil kendisi.” (s.202)
Burası önemli bir nokta çünkü Platon’un mağara metaforundan hareketle yaşıyor aydınlanmasını. Yani aslında gölgelere baktığını anlayarak yüzünü gerçekten yana dönüyor.
Öte yandan bu ikilik romanın tamamında karşımızda: Misal, Lahit Kopyacısı Efesli Linus heykeltıraşların/yontucuların sokağının hemen bitişiğinde olsa da biricik bir eser yaratamıyor çünkü kopya için el, sanat eseri için yürek gerektiğini düşünüyor ve bireysel aydınlanmasından sonra farkında olmasa da yontucu oluyor. Müsvedde-eser, yontucu-kopyacı ikiliğine bir de hayat-ölüm ikiliği eklenebilir zira Roma tam anlamıyla dünyevi, ölümden sonra yaşamı reddeden bir imparatorluk olarak karşımızda.
“Diride cüzzamlı neyse ölüde Hristiyanlar yerin altına öyle sürülmüş öyle lânetlenmişti. Yine de nasılsa yol kenarındaki bir mezar taşına gözü takıldı kandilcinin. Ölüm tarihi kayıtlıydı ama doğum tarihi yoktu, onlara göre gerçek yaşam öldükten sonra başlıyordu çünkü. Oysa Roma, yaşamı doğum ve ölüm tarihleri arasına kaydetmeye alışıktı.” (s.105)
Kısaca metinde bir çatışma bulmak istenirse asıl-sahte çatışmasının sanattan inanca dek çeşitli veçheleri, denilebilir. İşte böylelikle yazının başında zikredilen şahıs kadrosu kendi yaşantılarından hareketle teker teker Hristiyan oluyor ve Çoban hariç her biri çeşitli eylemlerden sonra kendi ölüm fermanını imzalamış oluyor. Azatlı Köle Vitalis, Hristiyan olduğunu itiraf ederek ölüm cezası almasına kesin gözüyle bakılan Rahip Baraday’ı savunuyor mesela. Kandilci “işkence tezgâhı altında ateş yakmayı” reddediyor ve hatta tapınağı bir anlık öfkeyle yakmaya çalışıyor. Böyle eylemlerin sonunda ölüm cezasına çarptırılacak bu altı adam -Çoban’la birlikte yedi- Kehribar’ın kılavuzluğunda birbirini buluyor ve bir mağaraya varıyor. Geceleyin uyanıp uyandıklarında ise üç asırdan fazla zaman geçmiş oluyor ve yiyecek almaya giden Al-Mina karşılarındaki Roma’nın artık Hristiyan bir devlet olduğunu fark ediyor. Kısaca, iki Roma arasındaki farkı ya da farksızlığı yorumlamak okura bırakılmış.
Bu noktadan sonra gerçekçilik sınırını aşan romanın teknik özelliklerine değinmek gerekirse metinde halk hikâyesine meyleden bir havanın hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Bu hava daha kitabın başına göze çarpıyor:
“Ta ki kusurlu sikke heybeden heybeye, keseden keseye, kasadan çekmeceye girip çıkarak bütün Roma’yı dolaşsın; hikâyeyi hikâyeye, uykusuzluğu uykuya, yolcuyu yola, rüyayı rüyete ve erdemli bir köpeği yedi kişiye eklesin diye.” (s.11)
Böylece okur daha ilk andan itibaren 600 sayfayı aşkın bu hacimli metni bir hikâye anlatıcısının ağzından dinliyormuş gibi hissetmekte. Öte yandan bu anlatıcı da kendini hissettirmekten çekinmiyor. Bununla birlikte 309 senenin bir uykuda geçmesi somut gerçekliği kırmakta. Ancak bu özellikleriyle “Kehribar Geçidi”ni post-modern veya büyülü gerçekçi bir eser olarak görmek kanaatimce metni tarihi roman olarak görmek kadar yanlış olacaktır. Zira karşımızda tarihi fon olarak kullanan, gerçeği temel anlamda sadece tek bir noktada kıran, iktibaslara ve metinler-arasılığa bazı bazı yer verse de karnavalesk bir eser olmaktan uzakta bir metin var. Kanaatimce eski gelenekten hem teknik hem de tema olarak beslenen, kıssadan hisse veren modern bir anlatı olarak görmeli “Kehribar Geçidi”ni.