YAZARLAR

Gördüklerime mi inanayım?

"Sightless", biraz sabırlı olmak şartıyla izlenebilecek ve belli ölçülerde ilgi çekebilecek bir ‘psikolojik gerilim’ filmi. Bu kadar kısır geçen bir sinema döneminde ortalamanın üstüne çıkmayı başarıyor. Kendi türünde çok parlak bir örnek beklememek şartıyla görülebilir!

Ağır bir suçu özellikle bir cinayeti ve sonrasında yaşananları konu alan filmler, eğer sırtını bir ‘katil kim’ gerilimine dayamayacaksa, senaryosunu olayın kendisinden ziyade ‘olayın çözümlenme’ veya ‘açığa çıkma’ sürecine bağlar.

Bu yolu izlemek bir ‘suç filmini’ birçok başarılı örneğini gördüğümüz ‘mahkeme filmi’ türüne dönüştürür. Bu türde ‘mahkeme filmleri’ bazen biraz ‘tiyatrovari’ hava taşısa da, eğer diyaloglar açısından yoğun, ince ve kıvrak ise bazen olayın ‘aksiyon’ yönünden eksikliğini tamamen unutturur ve bu ‘sözsel düello’ konunun merkezini sağlam temeller üzerine oturtur. Hatta bu ‘dönüşüm’ bazen oyunculara etkileyici performanslar sunmaları için çok elverişli ve rahat bir alan sunar.

Netflix kanalında yayınlanmaya başlayan "Sightless" filmi ise olayının çıkış noktasını, bir ‘sessiz tanık’ durumu üzerine kuruyor. Bir cinayete tesadüfen tanık olan bir kişinin görme veya konuşma açısından engelli olması kuşkusuz bir ‘suç filmi’ için çok yeni kapılar açar. Hikâye, cinayet olayı, katil veya kurbandan ziyade bu korkunç olaya bütünüyle tanık olan ancak ‘engelinden’ dolayı bunu tam olarak göremeyen, duyamayan veya tamamen kavrasa da istediği gibi açıklayamayan bir ‘tanık’ üzerine ilerler. Özellikle bu ‘tanık’, görme yetisinin büyük kısmını veya tamamını kaybetmiş bir kişi ise, ne etrafındakilere gördüğü şeylerin ‘gerçekliğini’ kanıtlayabilir ne de kendini hayal görmediğine dair tamamen inandırabilir. Bu tarzda dikkat çeken ilk örnekler olarak "Julia’s Eyes/Julia’nın Gözleri" (2010) veya daha eskilere gidersek "Blink" (1993) filmlerini sayabiliriz.

"Sightless" filmi, asıl olarak benzerlerinden iki noktada ayrışıyor: İlk olarak merkez olayının ‘tanığını’ ve ‘kurbanını’ aynı kişi haline sokuyor. Ayrıca mekanındaki olaylara, nesnelere ve kişilere bakış atarken seyirciyi, zaman zaman başkarakterin (belirsizlik) düzeyine indirip ‘olduğu sanılan’ ve ‘olan’ arasındaki ayrımın üzerine yoğunlaştırıyor.

Sözünü ettiğimiz bütün bu açılımlar filmi değişik bir şekle soksa ve ‘havada kalan’ birçok şey finalde cevabını bulsa da, filmin genel akışında (göreceli olarak kısa süresine rağmen) ve olay örgüsünde ciddi bir dinamizm eksikliğinden söz etmemiz de gerekli…

30’lu yaşlarda olan Ellen, arabasının yakınında hatırlamadığı bir kişi tarafından saldırıya uğramış ve saldırganın, gözlerine sıktığı bir kimyasal sıvıdan dolayı görme yetisini kaybetmiştir. Ellen, ‘göremediği’ bu ‘yeni’ hayatında, güvenlikli ve rahat bir dairede yaşamasına ve kendisiyle yakından ilgilenen bir bakıcısı olmasına rağmen, halen kendini güvende hissetmemekte ve saldırganının hala peşinde olduğunu düşünmektedir.

KARANLIKTA KALAN BİR GENÇ KADIN

"Sightless" filmini, tam olarak bir türe katmamız gerekirse kuşkusuz en yakın tanımlama ‘psikolojik gerilim’ olur ancak filmin ciddi ve bu tür filmlerde bu kadar derinden hissetmediğimiz bir ‘dramatik’ yönü de var. Çünkü başkahraman Ellen, doğuştan ve küçüklükten beri ‘görememe’ engeliyle karşılaşmış biri değil. Kuşkusuz bir karakter bu sorunla ömrü boyunca mücadele etmek zorunda kalsa, durumunu ister istemez kabul edebilir, hayatını bazı kurallar ve önlemler çerçevesinde devam ettirebilirdi. Ellen’ın ise kendisini, özellikle ‘kötücül’ bir saldırıdan dolayı bu durumda bulması doğal olarak bütün dengesini bozuyor. Zaten insanlarla ilişkisinin kısıtlı olduğunu anladığımız başkarakter, kabullenememe, umutsuzluğa kapılma, sürekli korkma hatta intiharı düşünme gibi birçok hassas psikolojik ruh hallerinden geçiyor.

Ancak bu noktada, değindiğimiz tanıkla kurbanın aynı kefeye konma durumu devreye giriyor çünkü hikâye Ellen’ın sadece ‘görememe’ değil aynı zamanda ‘güvende hissetmeme’ travmasına eğiliyor. Saldırıyı araştıran polislerin somut bir kanıt bulamaması, bakımını üstlenen kardeşinin uzaklarda olması ve (en azından başlarda) kendisiyle daha çok ‘profesyonel’ bir ilişki kurmuş bakıcısının her zaman yanında bulunamaması Ellen’ı giderek daha da ‘karanlığa’ gömüyor.

Kendisini ‘karanlıkta olan’ değil ‘karanlıkta bulan’ Ellen, her türlü tıkırtıyla, yer değiştirmiş nesnelerle ve tanımlayamadığı seslerle giderek daha da paranoyak hale geliyor. Tam bu esnada, daha da ağırlıklı hale geleceğini düşündüğümüz ama senarist tarafından biraz ‘yarı yolda bırakılan’ saldırganın ‘kim’ olduğu ve bunu ‘neden’ yaptığı soruları kendini gösteriyor. Eski eşinin (muhtemelen) kara para aklama ve insanları dolandırma olayı, bu saldırıya ‘kişisel bir intikam’ açıklamasını akla getirse de, hikâye ilerledikçe kesin bir cevap gelmiyor. Daha doğrusu başkarakter bu açıklamayı yeterli bulmuyor. Dolayısıyla Ellen sadece ‘kurban’ değil aynı zamanda en önemli ‘tanık’ haline dönüşüyor.

SANILAN DEĞİL OLAN

Birçok yönetmen filmdeki kahramanının bulanık görme veya hiç görememe durumunu seyirciye hissettirmek için (tabii ki bilinçli olarak!) kısıtlı veya çok berrak olmayan kadrajlar kullanır. Bu filmde ise yönetmen bu yola başvurmuyor ancak birkaç kilit noktada, ‘görmeyen’ Ellen’ın düşündüğüyle gerçekte olan şeyleri yer değiştirerek hikâyeye yer yer onun izinden gitmemizi sağlıyor. Örneğin eve getirilen bir muhabbet kuşunun veya esrarengiz komşunun Ellen’ın ‘hissetmesiyle’ tamamen şekil değiştirmesi ve asıl ‘gerçeğin’ bu olması, bunun en açık örnekleri gibi gözüküyor. Bu ‘değişimler’ başta biraz şaşırtsa da karakterin sürekli hissettiği ‘endişe’ duygusunu seyirciye başarıyla naklediyor, havada kalmıyor.

Oldukça rahat ve ferah durmasına rağmen, Ellen’ın adeta ‘kapatılmış’ olduğu bu dairenin ‘çıkış’ noktaları sadece giderek kendisine daha da arkadaşça davranan bakıcısı ve hikâyenin başından beri tam olarak konumlandıramadığımız esrarengiz komşusu ve hoyrat kocasının eylemlerinde bulunuyor. Başkarakterin iletişimde olduğu bu nadir kişiler, ne yazık ki hikâyeye ciddi bir enerji katmıyorlar, arada şöyle bir görünüp sadece Ellen’ın yeni hayatına ekstra sorular katıyorlar.

Yan karakterlerin bu ‘sınırlı’ katılımı, filmin kısa sayılabilecek (1 saat 29 dakika) süresine rağmen hikâyenin temposuna ve akışına ciddi bir ağırlık katıyor. Her ne kadar finale doğru bakıcı Clayton daha ön plana çıksa da, konuyu ve kahramanı daha derin bir karakter haline sokma çabası bir anlamda filmin aleyhine işliyor. Olay örgüsü giderek yavaşlıyor, karakterler daha az konuşmaya, senaryo sarkmaya başlıyor. Bu sıkıntılı süreç ‘sürpriz’ finalle biraz toparlansa da oraya ulaşana kadar zaman zaman biraz sıkıntı hissediyoruz.

Başta oldukça zor olabilecek bir rolün altından başarıyla kalkan Madelaine Petsch ve bakıcısı rolünde Alexander Koch olmak üzere bütün oyuncular ikna edici performanslar sergiliyorlar. Hiçbiri bizi ‘büyüleyen’ bir oyunculuk sergilemese de hikâyedeki yavaşlığa katlanmamızı sağlıyorlar.

"Sightless", biraz sabırlı olmak şartıyla izlenebilecek ve belli ölçülerde ilgi çekebilecek bir ‘psikolojik gerilim’ filmi. Bu kadar kısır geçen bir sinema döneminde ortalamanın üstüne çıkmayı başarıyor. Kendi türünde çok parlak bir örnek beklememek şartıyla görülebilir!


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .