‘Görülmüştür’ denilse bile, görülmemiş bir sergi deneyimi
Aznavur pasajında yer alan bağımsız sanat alanı Karşı Sanat’ta 10 Eylül’e kadar izlenen ‘İçerde/Dışarda’ sergisi, Türkiye’deki onlarca cezaevinden iletilen, hepsi ‘görülmüştür’ ibareli resimleri, çizgileri, dizeleri buluşturdu. Sergi, sosyal medyadaki Görülmüştür inisiyatifinin ‘içeriden’ ve Red fotoğraf grubunun ‘dışarıdan’ görsel desteğinde, gönüllü küratör Ezgi Bakçay tarafından, ‘imece usulü’ düzenlendi...
Kuruculuğunu Feyyaz Yaman’ın üstlendiği bağımsız sanat inisiyatifi Karşı Sanat’ta, Red fotoğraf grubu ve Görülmüştür Kolektifi işbirliğinde bir sergi düzenlendi. Aznavur Pasajı’nın altıncı katında 10 Eylül’e kadar izlenen ‘İçeride / Dışarıda’ sergisi, dünyaya bakmayı hayal ve ifade güçlerini üreterek sürdüren, Türkiye’nin dört bir yanından 34 mahpus bireyi ‘İçeriden’ ve dünyaya objektifleri ardından bakan 20’yi aşkın fotoğraf ve grafik sanatçısının da yoldaşlığı ile, ‘Dışarıdan’ bir bakışla, ama aynı çatı altında buluşturuyor.
Serginin çıkış noktasını, içerideki ve dışarıdaki, özgür ve mahpus bu yaratıcı bireylerden kadına, çocuğa, emekçilere, mültecilere, LBGTİ+’lere, doğaya yönelik şiddet ve buna direniş üzerine düşüncelerini ifade etmelerine yönelik ortak çağrı oluşturuyor. Etkinliği düzenleyenler, özellikle, bir tür ‘imece’ olarak niteledikleri ve gönüllü küratörlüğünü Ezgi Bakçay’ın üstlendiği sergiyi şekillendiren güç iletişim koşullarının, serginin en önemli unsuru olduğunu, yine kendi deyişleriyle ‘tecrit içinde tecridi’ yaşayan, zor koşullarda üreten yazar, şair ve çizerlerden aldıkları yanıtların gelişinin, çok uzun sürdüğünü vurguluyor.
Sergiyi düzenleyenler, buradan hareketle içerisi ile dışarısı arasında açılan tünelin kolektif bir yapıt olduğu fikrinde birleşiyor. Zira, tam da ilgili sürecin örgütlenmesi, onlara ‘içerisi kadar dışarısının da hapishaneye dönüştüğü ülkenin şartlarını, bir kez daha hatırlatıyor. Özgürlüğün tanımını, yeniden düşündürüyor’. Sergi, desen, fotoğraf, resim ve karikatür gibi bir çok unsuru ‘hem içeriden, hem dışarıdan’ bir tasarımla izleyici karşısına çıkıyor. İzleyici empatisinin sınırlarını da test ettiği aşikâr bu duygusal ve görsel etkinlik, ihtiva ettiği bu yarı saydamlıkla, gerek kültür - sanat alanında, gerekse gündelik yaşamda sahiden özgür ve tutsak olanın da esasen kim olduğunu, daha da fark edilir bir cüretle teşhir ediyor; sorgulanabilir kılıyor.
Sözgelimi, Adil Okay (Görülmüştür inisiyatifi) ve Özcan Yaman (Red Fotoğraf İnisiyatifi) sergi adına kaleme aldıkları ortak metinde, “Bu sergiyi izleyince, devletten ya da tekellerden nemalanmak için ruhlarını şeytana satan ‘sanatçılar’ın çok okunduğu/izlendiği/dinlendiği bir ülkede, az okunmak/izlenmek/dinlenmek evlâdır diyeceksiniz. Ama çoğalmak dileğimizdir,” ifadesini kullanıyor.
Bu arada hatırlatalım, sergide İtalyan aktivist ve karikatürist Gianluca Constantini’nin geçtiğimiz günlerde İstanbul’da sokağa işlediği ‘Naaşı babasına bir torba içinde teslim edilen Hakan Arslan’ı betimleyen çalışmasının da bir versiyonu daha yer buluyor. Yine, Selahattin Demirtaş’tan aforizmaların da yer aldığı sergide, Görülmüştür Kolektifi’nin Red Fotoğraf Grubu ile Ekim 2020’de hazırladığı Özgürlüğün Sesi projesine ilişkin kataloglar ve Ayhan Kavak ile Adil Okay’ın içerideki yazarlarla söyleşilerde bulundukları ‘Firari Yazılar’ isimli kitaplar edinilebiliyor. Buna, kolektifin mahpuslar ile sergiye gelenlerin olası mektup arkadaşlığını sağlayan özel bir iletişim köprüsü katkı sağlıyor.
Biz de bu vesileyle, Karşı Sanat’tan Feyyaz Yaman, Red Fotoğraf İnisiyatifi’nden Özcan Yaman, küratör Ezgi Bakçay ve Karşı Sanat’la dirsek temasını kesmeyen, bu yılın başında da ‘Tarihin Küçük Odası’ sergisini açmış olan bağımsız sanatçı Burak Delier ile buluşuyor; içeriden dışarıya, dışarıdan, yine içeriye bakıyoruz… Karşı Sanat kurucusu Feyyaz Yaman, aslen Elhamra Binası’nda başlayan bir sürecin içinden bu noktaya geldiklerini ve ‘Başkasının Acısına Bakmak,’ sergisini anımsatarak sözlerine başlıyor…
Karşı Sanat’ı ve bu projeye katkıda bulunanları bir araya nasıl getirdiniz?
Sürekli bir hakikat, ya da sanat-siyaset ilişkisi üzerinden, ya da mağdurun özne olarak kimliği ve siyasi mağduriyetin bütünlüğü açısından, bu, bizlerin hep problemleştirdiği bir çalışma alanı oldu. Benim kuruma, ‘takıntılı’ halde getirdiğim bir çıkış noktasıydı.
Şimdi Burak da (Delier) burada, onun sergisinde de, Hafıza Merkezi ile de yaptığımız çalışmalar bütünü içinden düşünürsen, sürekli bir ‘fasit daire’ içerisinde dönmeyip, bunu genişletmek, büyümek, yeni düşünce, yeni algılama, yeni duyumsama biçimlerinin de içine katıldığı hafıza merkezleri olarak, çok daha genişleyen bir anlam içerisinde bunu yeniden, yeniden sürekli nasıl ele alırız, nasıl büyütürüz, nasıl geliştiriniz, hep bunun çıkışı ile konuyu ele aldık.
İkincisi de, Türkiye siyasi ortamının giderek krizin derinleştiği ve belki de, tarihsel bir çözüm veya kırılma noktasına geldiği bir sürecin ortasındayız. Çok sıcak bir atmosferdeyiz. Sanat ve sanatçı öznenin mağduriyetleri de, bu çerçevede çok başka boyutlar alıyor. Bütün bunları, risk ortamında ama aynı zamanda sorumluluğunda yeniden nasıl konuşabiliriz meselesini, bana göre bu senenin en temel problemi haline getirdik.
İşte bu sergi de o anlamıyla daha başlangıç olarak benim için çok önemli. Çünkü barış haftası geliyor. 12 Eylül’ün yıldönümü geliyor, bütün bunların hepsi sürece eklemlenecek şeyler. Bu çerçevede yola çıktık diyebilirim.
Özcan Yaman: Görülmüştür kolektifi yıllardır, hapishanelerdeki tutsaklarla birlikte. İçerideki sorunları dışarıda görünür hale getirmeye çalışarak, daha çok internetteki Web sitesi üzerinden bunu yapıyor. Red Fotoğraf da, toplumsal muhalefet ile, toplumsal duyarlığı görünür kılmaya çalışan bir fotoğraf kolektifi. Yine, yıllar önce, Adil Okay beni aradı ve hapishanedeki tutuklular ile ‘Bir Mektup Arkadaşınız hâlâ yok mu?’ diye bir kampanya yapıyoruz. Bununla ilgili yardım istiyoruz,’ deyince, ilişkimiz böyle başladı. Ondan sonra, ilk etkinliğimizi sanıyorum 2017’de yaptık ve büyük bir sergi haline geldi. Adil Okay özellikle edebiyat alanında içeriden gelenlerle iletişimi sağlayıp, bunları ‘edit’leyen ve arşivleyen bir konumda. Biz de, dışarıdaki fotoğrafçılarla uğraşan bir noktadayız. Ve, ilk sergiden sonra, özellikle hapishanedekilerden sonra çok büyük bir talep geldi: ‘Bizim sesimizi görünür kılıyorsunuz, bu çok büyük bir şey, ne olur buna devam edin.’
Biz bu sefer yine düşündük. 2020’de, Ben Karşı Sanat’a daha evvel bu sergiyi derneklerde, toplantı salonlarında açtığımızı, bu sefer ise Karşı Sanat’ta açalım mı diye sordum. Karşı Sanat bunu değerlendirdi, içerik olarak çok güzel buldu, biçim olarak da fena değil dedi; ama bunu görünür hale getirmenin yollarını aramak lâzımdı. Bu noktada da estetik dokunuşlar eklendi ve bizim de beklediğimizin çok ötesinde, ‘Özgürlüğün Sesi’ sergisi, burada Pandemi esnasında yapıldı ve sergi bittiği halde uzun süre buraya gelip o sergiyi soranlar oldu.
Bunun peşine, malûm, Türkiye tarihinde hasta tutukluların durumu ortada… İçeride ölen ya da öldürülen insanların durumu ortada… Yaşanan sıkıntılar ortada. Ve yarın herkesin birer hapishaneye girme adayı olduğu bir ortamdayız. Bizim bu büyük sıkıntıların yaşandığı ortamı nasıl anlatacağımız meselesi geldi. Biz de, türlü baskılar, ekoloji, adalet olgusu ve bireyin haklarına kadar her türlü konu serbest olmak üzere, tutsakların kendi çabalarıyla, karikatürden şiire yaptıkları çalışmaları dışarıya yollamalarını isteyelim dedik. Dışarıdan da fotoğrafçılardan katkı alalım. Dışarıdaki baskı ve şiddete ilişkin bu çalışmalarla kolektif bir sergi yapalım dedik. Bu, bir-bir buçuk yıldır sağlanmaya çalışılan bir iletişimle oldu. Karşı Sanat bize hem mekân sağladı. Hem ‘imece’ usulü ile, sergi için gereken materyal sağlandı. Bu anlamda ben, Red Fotoğraf olarak, Karşı Sanat’a teşekkür ediyorum.
Ezgi, bu manzara sen nasıl bakıyorsun ?
Bana göre tutsaklarla çalışma tecrübesi, her şeyden önemlisi görünmek görünmemek, duyulmak duyulmamak nedir gibi, temel bir sanatsal soruya bizi yaklaştırıyor. Biz burada sanatı bir araç olarak kullanalım da, içeridekilerin seslerini duyalım gibi bir yaklaşımla hareket etmiyoruz. Sanatın temel soruları zaten, ‘Kimlerin sesi söz olarak duyulabilir? Kimlerin imge hakkı vardır? Kimlerin kendi imgeleri üzerinde hakkı vardır? Kimlerin görülmeye, duyulmaya, ne tür temsillere hakkı vardır? gibi sorular…
Dolayısıyla mahkûmlarla çalışmak, onların ifade arzları ve biçimleriyle karşılaşmak, bana kendi meslek alanımdaki temel estetik, politik ve sanatsal soruları yeniden sordurduğu için bu işle uğraşıyorum. Bana göre, bunun yerine başka bir şey daha olsa yine böyle bir sergi olurdu gibi bir şey söz konusu değil.
Çünkü, tutsaklık ve özgürlük arasındaki çatışma, aslında estetiğin temel meselesi. İnsanın özgürleşme mücadelesinin bir aracı olarak, estetik. Biz buradan da derinleştirecek konuşmayı sürdürecek olursak, biz aslında kimseye göstermiyoruz. Biz aslında kimsenin hikâyesini tam olarak anlatmıyoruz. Bunu yapacak kudretimiz de yok. Burada kurulmuş olan hegemonya ilişkileri bunları da mümkün kılmıyor. Biz aslında, engelleri gösteriyoruz. Koyulmuş olan büyük duvarları gösteriyoruz. Buraya ulaşmış olan sözlerin, seslerin arkasında, buraya ulaşması engellenmiş olan ve daha göremeyeceğimiz koskocaman bir dünya olduğunu sezdiriyoruz.
O yüzden sergileme biçiminde, imge egemenliğinde olmayan, dışarı çıkarabildiğimiz görselleri büyük çerçeveler içine almak, onları dev boyutlarda basmak, onları olağanüstü kaliteyle sergilemek değil de, onların ne tür imkânsızlıklarla baş edebildiklerini gösterebilecek mesafeleri de gösterebilecek bir sergileme biçimini araştırarak düşündük.
Perdeleme sistemleriyle, yarı saydam yüzeyler oluşturarak, görebildiğimiz kadarından daha fazlasını görünemez halde bırakıp, bizim ve tutsakların koşullarıyla ilgili olabilecek fikrimizin ne kadar sınırlı olabileceğini, onların dışarıya ulaştırabildikleri seslerin, aslında ne kadar kısıtlanmış olduğunu, Görülmüştür.org’un isminde de olduğu gibi her şeyin buraya gelene kadar aslında ne kadar büyük bir devlet şiddetinin sonucu olduğunu gösterebilmek… Daha doğrusu gösteremediğimizi temsil edebilmeyi araştırdık.
Eğer tersi olsaydı, sanki tüm bu engeller bir sergiyle aşılabilirmiş gibi yorum da oluşabilirdi. Ya da uğraştığımız, bunca emek verilen çabaların, içeride yaşanan acıların hakkı temsil edilebilirmiş gibi bir durum da oluşabilirdi. Ama, böyle bir şey söz konusu değil. Gerçekten de burada, içeride sürdürülmekte olan büyük hayat mücadelesinin sadece buraya ulaşabilen kısmının ne kadar görünmeyen büyük bir kısmının da olduğunu hissettirebilmek için sergiliyoruz. Kaldı ki bu da sanatın neyi anlatabileceği, neyi anlatamayacağı, neyin temsil edilebileceği ve neyin temsil edilebildiği veya temsil edilemeyeceği ile ilgili temel bir soruya denk geliyor.
Bize göre sergi de bütünüyle bir eylemdir. Finansmanıyla, asılmasıyla, izlenmesiyle, paylaşılmasıyla bütünüyle bir örgütlenmenin sonucudur. Ve bir sergi tek başına, kendi belleğini oluşturur. Kendi deneyim alanlarını gerçekleştirir ve sürer. Elbette her seferinde, her sergi bu tür bir örgütlenmeye dönüşmüyor. Ama, burada gördüğümüz türden ‘atölye’ vari imkânsız karşılaşmalara niyetleniyorsa, bu dostluklara neden oluyor, tanışıklıklar yaratıyor ve kendi hikâyesini kendi yazmaya devam ediyor. Sergi, bana bir tür organizma gibi geliyor ve sürüyor. Bu kurumsallaşmış bir mekânda, her seferinde başka bir konuyu, başka bir sanatçıyı aynı yapı söylem alanında ona entegre etmesinden farklı bir şey. Mevcut sergi yapma ve izleme biçimlerini de sorunsallaştıran bir sergi bu. Dolayısıyla, bu bir sergiden çok, bir deneyim ve örgütlenme biçimi oldu bizim için.
İçerisi ve dışarısı arasındaki bu sınır, aslında bizlere dışarıda olanların tutsaklığını daha çok gösteriyor. Çünkü bir de, bize yollanmış teşekkür mektuplarımız da var. Davetimizden duyulan heyecan dolu dair mektuplardan şunu öğreniyoruz ki, bir kelime söylemek, o kelimeyi söyleyenler için ne kadar büyük bedeller ödenebileceğini fark etmiş bir insan topluluğuna da karşılık geliyor. Burada, dışarıda ise, pek çok imkâna rağmen pek çok sanatçının aslında kendi hapishanesini kendi inşa etmiş oluşundan ve kendi bulunduğu konfor koşullarından ötürü, içerisinin de dışarısının da neresi olduğundan açıkçası ben çok da emin değilim. O yüzden de bu sergiyi böyle, biraz da karşıt anlamlı olarak bu perdelerin arkası ve önünde, bu mesafeyi hissettirecek bir şekilde yerleştirdik.
Burak, istersen geçmişe dönük projelerinden de hareketle, buradaki manzarayı nasıl yorumladığını bir de senden duyalım.
Aslında bunların arkasındaki ve önündeki örgütlenmedeki parallelliği ve yan yanalığı, örtüşmeyi görmek, güzel geliyor. Bir sergi nasıl yapılır ve serginin arkasındaki ile önündeki arasındaki paslaşmayı görmek önemli geliyor. Bu, bir sosyal politik gerçeklik olmasından ileri geliyor bana kalırsa.
Sergideki görünür ama gizli durumu, iletilen çalışmalardaki izah ve mizah seviyesi üzerinden nasıl okuyorsunuz?
Özcan Yaman: İnsanlar içeride 20, belki de 30 yıl yatıp, bu ironiyi hala sürdürebilme becerisine hakimler. Bence onlar, dışarıdaki bizlere göre daha özgürler. Dışarıdaki bizler ise otosansür uyguluyoruz. Bunu hep yarına erteleyerek yapıyoruz. Aslında, içeridekiler bizlere de öğretiyorlar ve bu, tam da bunu kırmanın gerekliliği. Benim bu işin içine bir özne olarak dahil olarak, böyle bir serginin gerçekleşmesine çabalamam da, bu, dışarıdaki otosansür duygusunu kırmaya çalışmak. 1970’lerden bugüne gelişen sanatla da bunun bağlantısını görebiliyoruz. Bir noktada kırılıyor, sonra bakıyoruz ki, dibe inmiş. Adil, demokratik uygulamaların yükseldiği dönemlerde gözde sanatçıların ortadan kaybolduğunu, bunu bir nostaljiye dönüştürdüklerini ve bunun tehlikeli bir şey olduğunu düşünüyorum. Dışarıdaki bu adaletsizliğe karşı, içeridekiler kadar cesaretli olmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda dışarıda azımsanmayacak kadar da arkadaşın var olduğuna inanyorum. Onlara imkân da sunulması, önem taşıyor.
Örneğin, bu bizim dördüncü sergimiz olacak ve Karşı Sanat’ta iki sergiyi beraber açtık, bizim için bu bir eğitim oldu. Bu çaba, sanatla sorunları birleştirerek sunma noktasında genç sanatçı adaylarının, ya da bu alanda iş üreten bir çok insanın yetişmesine yol açtı. Karşı Sanat gibi kurumların var olması, bu olanakları sağlaması çok önemli ve değerli.
Sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin toplantı salonlarında A4 fotokopiler çıkarıp, duvarlara tık tık asarak, önüne direk sorunları anlatan konuşmalar yaparak bunu gerçekleştirirdik. Bunun ne kadarının sanat olup olmadığı tartışılır. Zaten Burak’ın da söylediği gibi.
Dediğiniz gibi Burak bu noktada hep arayüzler üretmek peşindeydi. O arayüzler, zaten yakın geçmişe baktığımızda zaten hep mevcuttu. Basın müzelerinde toplantılar, sendika odalarında sergiler, dayanışma kitapları, çeşitli kültür merkezlerinde toplanmalar…tiyatrolarda özel faaliyetler, hatta o tiyatroların yakılması…sanatçısı da, gazetecisi de, tasarımcısı da bu sızıntının olabilirliğini hep denemiş, en büyük denemeyi de bu sergide de gördüğümüz gibi, kim yapmış; çizerler yapmış denebilir. Karikatüristler müthiş sanatçılar…
Özcan Yaman: Artık işin görünürlüğünü biraz daha artıracak , estetik boyutu yüksek bir yere götürme arayışı içindeyiz ve aslında bu bir öğrenme oldu. Bunun, yarın için daha da iyi olacağını düşünüyorum. Karşı Sanat gibi olaya yaklaşan mekânlara ihtiyacımız var. STK’ların bunu önlerine ciddi bir sorun olarak alıp, bu tür kurumlara en azından destek vererek bu görünürlüğü koruyabiliriz. ‘Özgürlüğün Sesi’ sergisi pandemide çok ses getirdi. Artık, hakikat olayına karşı, sanat dünyasında bu şekilde doğrudan anlatım azalmıştı. Bu ortaya çıktı.
Burak Delier: Aslında ‘iyi sanat’ anlatısı, hep vardı zaten. İyi sanat aslında ihtiyaçtan ortaya çıkan bir şey. Sen, anlatacağın bir dert vardır, ama onu ‘sanatsallaştırarak’ anlatmazsın. İhtiyaçtan dolayı, bir zorunlulukla yapıldığı için aslında o ‘iyi sanat’tır. Belki, özellikle içeriden konuşanların, bir kelimenin değerini bilenlerin durumu; aslında bu tam da bir sanatçı özeti. Sanatçı tartar o sözü, o zanaatı ona o gösterir. O değeri verir. Biraz da, biz dışarıda olan sanatçılara da, ‘Biz ne yapıyorduk?’ dedirten hayati bir durum var ortada. Bizim için de böyle bir eğitim almak adına geçerli bir ortam bu.
Ezgi Bakçay: Bugün artık, proleterleşmenin beyaz yakalılar için de geçerli olduğu bir ortamdayız. Bu ne demektir? Artık biz, emek değil, iş yapıyoruz. Emek vermek, üretirken kendini de dönüştürecek hayati bir faaliyettir. Ama iş, evet bir sanatçının bir ya da iki senede bir sergi açması, galeriye karşı sorumluluğu, piyasayla ilişkilerini sürdürmesi gibi bir şey. Ama burada gerçekten, yaratıcı faaliyet bir emek olarak karşımızda. Proleterleşmemiş bir yaratıcı emek diyebilirim buna…
Bu beni doğrudan Yüksel Arslan’ın son yarım asra iz bırakmış ‘Arture’lerine götürdü. Yüksel Arslan’ın bu tavrı, inadı, o ‘hücre’de kalışı, Paris’teki pozisyonu bana göre tamamen buradaki serginin de mikro - yankısı sanki. Onun desenlerinin organikliği, derler ya, elinde avcunda ne varsa buna dair üretimden yana olan haklı öfkesi ile bu sergi birbirine çok akraba değil mi? Bu açıdan bir akrabalık daha, Ai Weiwei küratörlüğünü üstlendiği Özgürlük isimli bir sergi için İngiliz mahkûmlarla henüz çalışmış bulunuyor.
Burak Delier: Biz içeriyi ve dışarıyı ayrı yerler gibi düşünürken, buradaki özgürlük içeriyi ve dışarıyı beraber düşünmekte. Mesela Ai Weiwei’nin projesinde daha çok içeriden dışarıya doğru bir özgürleşme hareketi var.
Bu sergi kimbilir nelerin gelemediğini, ya da neleri asamadığınızı da düşündürüyor tabii…
Özcan Yaman: Geçen yılki serginin ilişkileri iki yıl sürdü ve yazışmaların çoğu kayboldu. Hapishane idaresince ya yok edildi, ya da başka bir şey… Çok zor ulaşılıyor. Burada da aileler ve avukatlar aracılığı ile bir çok eser toparlanabildi. Adil Okay’a doğrudan gelen çok az. Annesine, kardeşine gidiyor vb. bir ulaşım sıkıntısı da var. İkiye katlanan bir zarfta geliyor… Bunları büyütüp, Ezgi’nin de dediği gibi, çerçeveler içine alınacakmış sananlar olabilir ama, buraya gelenlerin, bu zorluğu hissedip, yaşamaları öncelikli. Gerçekten gelemeyen veya gelirken yolda kazaya uğrayan iş olduğunu, Adil ile konuşmalarımızdan biliyorum. Yazısı geliyor, görseli gelemiyor örneğin. ‘Sakıncalı’ görsel. Metni geliyor. Gerçekten çok kolektif bir iş ortaya çıkıyor.
Önceki sergimizde fotoğrafçıların çektiği fotoğraflara, mahpusların yazdığı metinler eşlik ediyordu. Daha sonra metinlere fotoğraflar eşlik etti. Şimdi de çok karma bir sergi ortaya çıktı. Ayrıca bir küratör olarak elimizdekileri Ezgi’ye getirdiğimizde son ana kadar baskı yaptık ve önüne koyduk.
Ezgi Bakçay: Bu durumda serginin küratörü devlet oluyor.
***
Adına Kayıtlı
Beni senin adınla vurdular
Beni senin adına geçirdiler
Annemi
Kız kardeşlerimi
Adının arkasından tanıtıyorlar
Yaptığım her şey adına kayıtlı
Sokak ortasında senin adına dövülüyorum
Yüksek çok yüksek binalardan atıldığımı
Karşı komşunun kızı gördü
Sustu!
Ah
Adına kayıtlı izdüşümüm
Sokak ortasında cesedimi taşıyor geleceğime
Beni gözlerine bağladılar ipek kozasından
Gecemi gündüzümü yarıp geçiyor
Değişmeyen bir döngü
Beni senin adına
Törenizin adına öldürüyorlar
(Kandıra Kadın Hapishanesi, Sona Mengütay)
***
Anne Dolu Dünya
Dolabı açıyorum tencere dolusu sarma
Oğlum çıkarsa yesin demiş
Hıçkıra ağlaya bakıyorum pencereye oturmuş dağa
Yüklükte lavanta kokan pike
Bunu örter sıcak gecelerde
Sonra adımı sayıklaya sayıklaya yoğun bakım
Gözlerini açmış en son
Beni sen sandı dedi Erhan
Çok şükür bitti hapisliğin
Annemden kalan son kelimeler kalbimi dağlayan
Artık kimsesizim
Dünyayla aramdaki son bağdı
Annem daha sağdı
Geldi sarıldı dünyamsın diye fısıldadı
Bir o bırakmaz sanırdım
O da kandırdı…
(Tekirdağ F Tipi Hapishane’, Sami Özbil)
***
Küçük bir vesikalık resim gibi gözüküyor gökyüzü
Biraz geç yazıyorum, bağışla. Bizdeki telaş da hiç bitmez oldu. Oysa bir avuçluk mekândayız.
T tiplerinin kendilerine has kutu halleri var. Bir de havalandırması var ki, ölsek mezar olarak ölçeklendirme yetmez, dar kalır. Gerçekten facia bir şey. İki volta atamıyorsun, top zaten hiç oynayamazsın. Sadece çık, dur bekle sonr geri içeri gir. İnsanın içinden başını kaldırıp, gökyüzüne bakası bile gelmiyor. Küçük bir vesikalık resim gibi gözüküyor gökyüzü.
Bu da yetmemiş beş kez telden çevreye alınmış. Bu havalandırma bile insanda travma yaratıyor.
İçini kararttım değil mi ?
Kusura bakma ama sahiden hemen her gün dünya bu kadar büyükken, niye havalandırmaları gittikçe küçültme ihtiyacı duymuşlar diye düşünüyorum. Bir sonuca varamadım. Dalga geçer gibi bir de 5 koca cam yerleştirmişler yatakhanesine. Önüne geçtiğin an o facia havalandırma ve beş kez çekilen tel örgü dışında bir şey görmüyorsun.
Neyse. Tabii biz yine de biziz. Yani mekân, zaman tanımayan hayatı, özgürlüğü, güzellikleri düşüncelerimize ve düşlerimize yerleştiren bizler…
(Kadın Kapalı Cezaevi B-20, Bünyan-Kayseri, Gülazer Akın)
Ne içindeymişiz, serginin… 09 Ekim 2022
Yüzünde yüzyılı taşıyan ressam: Lucian Freud 02 Ekim 2022
Komet’i kuyruğundan tutabilmenin cüreti 24 Eylül 2022
Varlık ve hiçlik arasından, Godard’a projeksiyon vakti 18 Eylül 2022 YAZARIN TÜM YAZILARI