Görünmeyen mekanlar, görünen duygular
“The Bear” dizisinin birinci bölümünde, şef Carmen’in kardeşinin intiharı sonrası yönetimini üstlendiği sandviç ağırlıklı restoranda (The original Beef of Chicagoland) çalışmak için başvuran Sydney’e “neden burası?” diye sorduğunda Sydney, “Çocukken babamın en sevdiği yerdi! Her pazar buraya gelirdik. Özel bir yer…” yanıtını verir.
Filmdeki kadın (Frankie) ve erkeğin (Johnny) bildiğimiz Hollywood formüllü ‘mutlu sonla biten’ ilişkisinden söz etmenin bir anlamı yok.
İkisinin de karşılaşacağı ve “son bir aşk şiiri gibi yazılmış” (Italo Calvino), o duvar manzara resmi bezeli küçük yeme içme mekanı, yani “özel yer” nedense gözlerimin önüne geldi. Akla düşen bir menüyü hatırlatmasa da artık bu tür yerlerin yerinde yeller esiyor, ama marka marka kahve dükkanı, fast food mekanı bilindiğince hayatımıza girdi.…
Kaldı ki Garry Marshall’ın yönettiği “Frankie ve Johnny” oyun uyarlamasıdır. Oyunun mekanıysa Franky’nin yatak odası...
Filmde New York’un tipik her semtte rastlanan türde cafe/yemek mekanına taşınıyor. Oyunun Yazarı Terrence McNally, oyunun adı Claude Debussy'nin 'Clair de lune' bestesinden esin “Ay Işığında Frankie ve Johnny” (1987).
Oyunda Kathy Bates baş roldeydi ve ilk gösterimi için Broadway dışındaki tiyatro kompleksi “New World Stages” kapısını açmıştı… Başrolünü Michelle Marie Pfeiffer’a kaptırdığı “Frankie ve Johny” çekildiği günlerde Kathy Bates yazar Stephen King'in romanından uyarlanan korku gerilim filmi “Ölüm Kitabı/Misery” filmiyle Akademi ve Altın Kürü ödülü almıştı.
Yunanlı Nick’in sahibi olduğu “Frankie ve Johnny” filminin Apollo cafesinin sessizliğini, müdavimleri, aşçı ve garsonların sesi bozuyordu…Tabii ki şimdi gidip arasanız bulamayacağınız bu mekan için ilk akla gelen zaman ve kentsel dönüşüm olabilir. Oysa bir stüdyoda, film yapımcılarına kiralanan Raleigh Stüdyolarında dekoru yapılıp çekime hazır hale getirildi. Bu tür mekanların müdavimlerini düş kırıklığına uğratmayacak ve izleyiciyi de var olduğuna -izlendiğinde- inandıracak Yunan esini café/restoran olarak düzenlenmişti…
Apollo cafe, aşçılar, kasiyer, koşturan garsonları bir yana, fiyatları çok uygun -hatta ücretsiz kahvesi de olan- bir yer ve aynı masada bir ömür tüketen müşterileri ile semtin bütünleyici bir parçası, “özel bir yer”.
“The Bear” dizisinin birinci bölümünde, şef Carmen’in kardeşinin intiharı sonrası yönetimini üstlendiği sandviç ağırlıklı restoranda (The original Beef of Chicagoland) çalışmak için başvuran Sydney’e “neden burası?” diye sorduğunda Sydney, “Çocukken babamın en sevdiği yerdi! Her pazar buraya gelirdik. Özel bir yer…” yanıtını verir.
Frankie (Michelle Pfeiffer) garson olarak işte böylesi cafede çalışıyor. Altona’da ziyaret ettiği annesinin “New York’ta olman beni endişelendiriyor…” demesine karşın küçük kasabasından çıkabilmek ve içinde kaybolmak için New York’u seçmiştir… Belki New York onun için Calvino’nun deyişiyle, “ona yakalanan ve bir daha asla çıkılamayan” kentlerden biri olmuştur…
Menüde ne olabilir? 3. 95 dolar fiyatlı krem peynirli omlet. 2.95 dolar batı omlet ya da bilinen adıyla jambon, soğan, renkli dolmalık biber katılabilen Denver omleti.
Öyle görülüyor ki, yumurta ve jambon, sosis, gözleme, kulüp sandviçi, patates kızartması, yumurtalı ekmek, bol kremalı pastalar dışında atıştırılacak -çabuk pişen ve ucuz- parlak bir şey yok. Ya da yine “The Bear” ya da Jon Favreau'nun yazıp yönettiği-yazdığı “Şef (Chef)” filmindeki gibi al-götür sıcak soslu etli sandviçleriyle de ünlü değil…
Frankie ile yolu Apollo cafede kesişecek aşçı Johnny’de (Al Pacino) kalpazanlık suçlamasıyla bir yılı aşkın kaldığı Rockview hapishanesinden ‘edebiyat tutkunu’ olarak tahliye olmuş, kendisini uğurlayan idari personele göre özlenecek omletleriyle ünlenmiştir.
New York’ta iş bulmak için sadece gazetedeki ‘aşçı aranıyor’ ilanlarına bakması yeterli olmuştur. Yaşlı aşçı Tino’nun siparişlere yetişmemesi bir yana Nick’e göre her dakika aşçıya gereksinim olduğu için, hemen işe başlamıştır.
Frankie and Johnny filminin özünün “Kalbe giden yol mideden geçer” ile bir ilgisi yok kuşkusuz. Belki, "Kim aşık olmuşsa, kendisinin eksik parçalarını arıyordur.” (Haruki Murakami) sözü çok daha uygun, çünkü Frankie ve Johnny, ikisinin de yaşantılarının gerisinde kırık ilişkiler ve kalp yaraları vardır.
Apollo’da pişirilenler sıcak bir pizza gibi keyf de vermediği, yorgun Frankie ayrıca çok da sağlıklı bulmadığı için kaçınılmaz olarak elinde pizza kutusu ile sevimli gay arkadaşı Tim ile paylaştığı evine dönecektir. Ve bu ara bir de video oynatıcı sahibi olmayı planlamıştır, ona göre pizza söyleyip açlığını gidermek ve video kaset kiralayıp ayaklarını uzatıp film izlemek mutlu olmayı yarına bırakmamak için yeterlidir…
Yemek zevkini öteleyen bu hikaye café/bistroda geçiyor ve nedense bana “No Reservations” filmini hatırlatıyor. Daha doğrusu “bistro” anahtar sözcüğüm oldu. Belki de hem kahramanın garson kız olması, “No Reservations” filmi yanı sıra hem küçük bir semt cafesinin mekan olduğu “Amélie” ya da Wong Kar-wai’nin “Chungking Express”i eklenebilir.
“No Reservations” filminde Manhattan’deki 22 Bleecker Restoranı yöneten işinde aşırı titiz ve mükemmeliyetçi şef Kate ustalık ve yaratıcılık isteyen yemekler servis etmektedir. Müşterisinden “az pişmiş-çok pişmiş” sözlerini duymak istemediği, pişirdiklerine asla söz söyletmeyecek denli özgüvenli Kate’in hayatı iki insanla değişir: İlki annesini bir kazada yitirdiği için artık birlikte yaşayacağı küçük yeğeni Zoe, ikincisi mutfağına sürpriz bir şekilde giren aşçı Nick.
Sonuçta “No Reservations” filmi aşçısı oldukları lüks restoranı bırakıp birlikte bir bistro açarak hayata yeniden başlamayı ve paylaşmayı seçen Nick ile Kate’in çatışmalı barışmalı hikayesi olacaktır. Oysa başlangıçta Kate, çok ciddiye almadığı İtalyan mutfağını menüsüne sokan, çalışırken aryalar söyleyen yeni aşçı Nicholas’tan hiç de hoşlanmamıştır.
Mutfağına giren ve ona göre bu “yeni deli aşçı” için restoranın işletmecisi Paula’ya en azından bana sorabilirdin öfkeli çıkışını yapar.
- O deli değil, hayat dolu birisi. Tanrı biliyor ki, bu bize iyi gelebilir.
- Hayat dolu mu? Dalga mı geçiyorsun. Adam kendini Pavarotti sanıyor…
- Adam Il Treviso’da aşçı başı yardımcısıydı.
- İtalyan lokantası mı? Bir İtalyan lokantasından aşçı başı getirtiyorsun…ve terapi gören ben oluyorum öyle mi?
- Peninsula ona aşçı başaşçılık teklif etmiş.
- Neden kabul etmemiş peki?
- Çünkü seninle çalışmak istediğini söyledi.
Bir dergideki köşe yazısındaki övgü sözler bile Kate’in öfkesini geriletemez. Nick yazıyı Kate’e okuyacaktır:
- Bayan Armstrong bize mantarlı Frenk salatasının yanında hafif buharda pişirilmiş mükemmel ipeksi yumuşaklıkta balık fileto sunuyor. Bu fileto safran sosunun mükemmel aryasıyla ışıklandırılmıştı. Artık imzası olan yer mantarlı bıldırcın yemeğindeki lezzet de diğerlerinden ayrılan tarzını taçlandırmak için harika bir şef yardımcısını işe aldığını açıkça belli ediyor.
- Öyle mi diyor.
- Yalnızca dikkatini verdiğinden emin olmak istedim.
- Bu herif senin bir aşçı mı yoksa besteci mi olduğuna karar veremiyor.
Çekilmez bir şef ve rakibi olduğuna karar verdiği Nick’i istifa ettirip restoranından ayrılmaya zorlayan Kate, sonrasında bir başka müşteri ile yeni bir az pişmişlik tartışmasını kaldıramayacak, önlüğünü çıkarıp atarak ve bir daha 22 Bleecker’e dönmemek üzere terk edecektir
Kate terapistine dert yanmaktadır:
- Hayat için de bir yemek kitabı olsaydı keşke! İçinde bize tam olarak ne yapmamızı anlatan tarifler olsaydı… Biliyorum. Biliyorum. Şöyle diyeceksin.., “Başka türlü nasıl öğrenirdik Kate?”
Terapist:
- Hayır. Aslında öyle demeyecektim. Bir tahmin daha yapmak ister misin?
- Yo, hayır, sen devam et…
- Söyleyeceğim şeyi herkesten daha iyi biliyorsun. En iyisi insanın kendi yarattığı tariflerdir.
Sanırım “No Reservations” filminin dağıtımcıları Türkiye’de terapistin yukarıdaki sözünü dikkate alarak (!) adını “Aşk Tarifi” koymuş...
Kate elinde kendi yaptığı safran sosu kavanozu, dostluğunu ve ona sevgisini yeni keşfettiği ve bir başka kentte bulduğu aşçılık işi için yola çıkmaya hazırlanan Nick’in kapısına gelecek, bir sokak köşesinde kendilerine ait, “rezervasyon gerektirmeyen” bir bistro açmayı önerecektir.
Benzerlerini de, filmlerin dışında olan mekanları (belleğin saklama kabı) kendi dünyamda hatırlıyorum… Neredeyse tamamı, yaşanmaz hale getirdiğimiz kentlerin kalbinden çoktan silinmiş olsa da izleri var, hepsi “birer kartpostal görüntüsü” gibi… Unutmak imkansız ve hiçbir şey de yitirdiklerimiz denli yıpratıcı değil…
Ağaçlar ve kuşlar, ormanlar, plajlar, okullar, köyler, kentler, göl, hatta denizler siliniyor hayatımızdan ve tabii ki silenler de insanlık defterinden siliniyor…
Soğanlı Yumurta Kapama
Kahvaltı ve öğünler için uygun, hafif, ekonomik bir yemek.
4 adet yumurta (haşlanmış, ikiye bölünmüş)
2 orta boy kuru soğan (dilimlenmiş)
1 yemek kaşığı tereyağı
3-4 yemek kaşığı zeytinyağı
Karabiber, pulbiber, tuz, kekik
1/2 su bardağı rendelenmiş kaşar peyniri
Yumurtaları hazır edin. Soğanları tavadaki yağda karamelize pişirin. Üzerine tuz ve baharatları ekleyip karıştırın. Yumurtaları üzerine dizin ve biraz tuz ve kaşar peyniri serpin. Tavanın kapağını kapatıp, peynirler eriyene dek pişirin, servis yapın. Not: Soğanlar karamelize yapılırken kuru domates ya da salça-domates sosu da eklenebilir.