Gösteri toplumunda sorgulayan şair: Deniz Durukan

Deniz Durukan’ın toplu şiirleri “Yakın Temas”, Kırmızı Kedi Yayınevi etiketiyle yayımlandı. Şairin, külliyatı yeniden-üretime dayalı sistem içerisinde insanın sorgulayıcı tavrını direnişe taşıyor.

Google Haberlere Abone ol

Deniz Durukan 1966 yılında İstanbul’da doğdu. Müzik sahasında yazılar kaleme alan Durukan kontrolkulesi.com’un yöneticiliğini yaptı. 2001 yılında “Türk Rock 2000”, 2002 yılında ise “Türk Rock 2001” kitaplarını yayımlayan yazar, 2005 yılında “2000’li Yıllarda Rock” alt başlığını taşıyan “İyiler Siyah Giyer” çalışmasını yayımladı. 2012 yılında ise yirmi bir şairin yazılarıyla katkı sunduğu “Fahriye Abla’dan Çanakkaleli Melahat’a: Modern Türk Şiirinde Kadın İmgesi” kitabını yayıma hazırladı. 2015-2016 yılları arasında Pulbiber dergisinin yayın yönetmenliği görevinde bulunan yazarın 2019 yılında yayımlanan “Müzisyen/Usulca Vedat Sakman” isimli bir monografisi de mevcut. Durukan’ın toplu şiirlerinden oluşan “Yakın Temas” adlı külliyatı ise geçtiğimiz günlerde Kırmızı Kedi Yayınevi etiketiyle raflarda yerini aldı. Kitapta, şairin 2005 yılında yayımlanan ilk şiir kitabı “Şakağına Daya Beni”, 2009 yılında yayımlanan ikinci şiir kitabı “Rugan” ve 2016 yılında okurla buluşan üçüncü şiir kitabı “Dokuz Katlı Sıdıka” yer almakta.

Yakın Temas, Deniz Durukan, 192 syf., Kırmızı Kedi Yayınları, 2021.

Muhtemelen pek çok kişi klasik şiir dışındaki şiirlerin incelenmesini müphem bir saha yahut imkânsız bir icra olarak görür. Öte yandan bir şairin külliyatına dair kalem oynatmak nereden tutsanız eksik ve kusurlu kalacaktır, tıpkı bu yazı gibi. Şiir hakkında yazmanın bir diğer zorluğu ise eleştirinin sunduğu imkânlardır çünkü böyle bir imkân yoktur. Öyle ki eskimeye başlayan teorik tanrımız Eagleton dahi “Şiir Nasıl Okunur” kitabında bize yeterli bir izlek sunmamıştır. Ezcümle, bu yazı incelemeden ziyade bir okurun izlenimlerini, düşünümlerini, dikkatlerini içeren bir metin olarak okunmalı…

Romantizm akımı mülkiyet fikrini savunan Voltaireci düşüncenin karşısına Rousseaucu tavrı koyan, sanayileşme ve modernleşme karşısında insanı ve tabiatı ön plana çıkaran, başta felsefe olmak üzere müzik, resim ve edebiyat gibi güzel sanatlarda da kendine genişçe yer bulan tepkisel bir akımdır. Romantizmle aslında dirsek temasıyla gelişen fakat ilkin 1930 yılında Mario Praz tarafından adlandırılan kara romantizm de isminden anlaşıldığı gibi tabiatın karanlık manzaralarına, insanın tedirgin, tekinsiz, huzursuz ruh hallerine yer veren, insanı dehşete düşüren bir akımdır. Durukan’ın bilhassa ilk iki şiir kitabına baktığımızda bu iki akımı harmanlayan bir üslup sezinlenir. İlk kitaba ismini veren “şakağına daya beni” adlı şiir “işte uç vermiş bahar/tomurcuklar patlamış, güle anlam düşmüş” diye bir bahar havasında başlarken “demek bir rüzgârın sinek tüylü yıllara/döndüğü noktadayım” diye devam eder. İlk iki dizedeki romantik deyiş sinek tüyleriyle bir anda ürpertici bir kisveye bürünür. Öte yandan yine ilk iki dizedeki sadelik kendini daha kapalı bir anlama, sembolizme bırakır. Bu ikilik -ikilem değil- ilk iki kitabın sesine sinmiştir. Taş, deniz, kedi, köpek, rüzgâr, martı, ağaç gibi tabiat unsurlarıyla beraber insanın ilkel boyutunun yer alması romantik havayı pekiştiriyor gibi gözükse de aslında bu hava karaya çalar çünkü tüm bu tabii unsurlara rağmen insan tabiatından uzakta, modern dünyanın, sistemin içerisindedir: Sistemin içerisinde olmaklık sinek, et, örümcek gibi kelimelerle, it gibi sırıtan zamanla, cinayetle, idamla tedirgin edici bir hal alarak kara romantizme yaklaşır. Ancak ne romantizm kadar romantik ne de kara romantizm kadar karanlık bir iklim vardır. Bu harman ikliminin içerisinde aşk, kadın-erkek ilişkileri, bireysellik vb. konular toplumsalın içinde eriyerek öne çıkar fakat mutlu bir manzara içerisinde değil: Artık tarih, siyaset ve modernlik iç içe geçerek insanla, insancıl olanla çatışmaktadır:

   “kin ve irin akıyor

   yalnızlık akıyor

   keyifsizce kıyıya vuran tarihimizden

   hiç umut yok iyi çocuk

   temize çıkar beni!”

Aşk gibi insani duygular artık yanılgıdır, uzun ölümdür, beklenen mutluluk haline ulaşılamaz, bir yitim söz konusudur. Bu yitim insanın duygularından emin olamaması, yalana meyletmesi, hatta yalanı arzulaması, geleceğe dair umutlarını kaybetmesi gibi şekillerde belirir:

   “şimdi kuşlar havalanıyor hayallerimizden

   her yerimizden

    güzel günler istemiştik

   uzun soluklu mevsimler

   olmadı!”

Yine de dikkat edilirse okur, bu olumsuzluklara rağmen hayallerden kuşların havalanması ile, gün ve mevsimler ile sade ve romantik bir ses sezer. Ancak bu sesin yanında giderek gürleşen, ünlem işaretine çalan bir ton da sezilir, şiirlerin ritmini de bu iki farklı tonunun ikiliğinden doğan bileşim oluşturmaktadır. Bu doğrultuda giderek ikinci ses ağır basacak ve üçüncü kitapta bu ağırlık daha da belirginleşecektir çünkü gerek ilk iki şiir kitabındaki şiirler gerekse üçüncü kitaptakiler her daim sorgulayan, yer yer kendisiyle, kendi bedeniyle dalga geçen, insanı ilkel haliyle kabullenen, yapmacıklığa, gösteri toplumuna, atanmış cinsiyet rollerine direnen ve bazen ironiye yaslanan metinlerden oluşur. Durukan şiirine içkin olan gür ses; siyaseti, faşizmin çeşitli veçhelerini, toplumsal cinsiyet eşitliğini, azınlık haklarını irdeleyerek estetik hassasiyeti elden bırakmadan sistemi eleştirir. En yukarıda olan “kasları ve iradesi alınmış/ama öfkesi bileylenmiş bir kadın”dır mesela. Seksen darbesine, idamlara, halklara yapılan zulümlere, derin devlete, ılımlı İslam’a, Felluce’ye göndermeler vardır, halk ayaklanışı yeri gelir bangır bangır zikredilir. Tüm bunların içerisinde insan, kitlesel iletişim araçlarıyla, reklamlarla ona pompalanan sahte-değerlerle çatışma halinde, gösterinin, “reklamsallığın” içerisinde benliğini sorgulamaktadır. Çünkü artık kapitalist strateji üretim araçlarının yeniden-üretimi üzerinden ilerler. Sistem; zamanı, mekânı kendi gösterenleriyle ve gösterilenleriyle doldurarak yapay bir demir kafes inşa etmiş, zamana ve mekâna dair yanlış bir bilinç oluşturmuştur. Yine bu doğrultuda insanın yeniden-üretimine odaklanmış, yanlış bilince sahip tek tip bir insanı sahte-değerler üzerinden kurgulamaya koyulmuştur.

Bütün bunların yanında dini unsurlar ve metinler-arasılık da yer almaktadır. Selim İleri’nin “Yarın Yapayalnız” romanındaki Handan Sarp, Emily Dickinson, Nietzsche, James Joyce ve bazı şarkılar üzerinden bu tekniğin olanakları kullanılmıştır. Turgut Uyar, Ece Ayhan, Sevim Burak gibi bazı yazın insanlarına göndermeler de vardır. El vermek, secdeye varmak, fitre, bıyıksız sakal, secde, Âdem, Harun gibi dini göndermeler (çoğu zaman siyasal İslam eleştirisi) de göze çarpar. Şair, epigraf niteliğindeki ifadelere, anjanbmanlara, italik ve bold yazımlara, basamak basamak ilerleyen dizelere, paranteze içrek ifadelere yer vermiştir. İlaveten, kara romantizmle yakından ilişkili olan popüler kültür de anlam genişlemesine uğrayarak yer alır. Bunun en vurucu örneği “Dokuz Katlı Sıdıka” kitabındaki “Bay Pitt” muhatabıdır. Bay Pitt’in hem soyadı hem de “berrak gözleri” malum aktörü çağrıştırır. Ancak şüphesiz bu nokta bu kadar yüzeysel geçilmemelidir çünkü Batı medeniyetini imgeliyor gibi gözüken bu kişi hem var olur hem de yok olur. Varlığının müphem olmasına, ondan hiç cevap gelmemesine rağmen Sıdıka yine de onu muhatap almıştır. Bununla birlikte Sıdıka aynı zamanda kendisini de muhatap almış olur çünkü toplumsal düzeni, kısaca içinde bulunduğumuz sistemi Bay Pitt üzerinden sorgulayan bir karakterdir. Üçüncü kitabın biçimsel özelliklerine de kısaca değinmek gerekirse bu kitap ilk iki kitaptan biçim olarak farklıdır çünkü tahkiye-şiir diyebileceğimiz bir metindir. Öte yandan, “önsöz, son replik” gibi farklı türleri çağrıştıran bölümleri “kırk yıl sonra” gibi zaman geçişleri ve küçük bir de günlüğü barındırır.

Akıbeti itibariyle Sıdıka ölen yahut öldürülen bir kadındır fakat Sıdıka’nın yarası artık kanamıyordur. Bu noktada okur, Sıdıka’nın kaybederek ölmediğini, yeniden-üretime dayalı sistemin kaybettiğini sezinler. Ancak Sıdıka temsilindeki özne müphemdir, Sıdıka televizyona ve onun gibi bütün kitlesel medya araçlarıyla yaratılan gösteri toplumuna kapılmaya teşne sıradan bir kadın mıdır, kadınlık mıdır, bir direniş sembolü müdür, yoksa halkın ta kendisi midir?..

   “boyun eğmenin ‘uslu halk’ yaratmadaki

    tecrübesini, yani

    ‘dagda’ya gidiyorum

    iyi tanrıya

   yaşamın ve ölümün efendisi”

Şüphesiz bu sorunun cevabını veremeyiz, şiirlerden birinde “kimse kimsenin gerçeği değilmiş” diye bir ifade de yer almakta fakat ben kendimi Sıdıka olarak görmekten alıkoyamadım. Nitekim, Sıdıka herkese şahsi gerçekliğini gösteren bir ayna olarak da görülebilir. Böylece belki de Bay Pittleri yıkmanın yolu ilkin kişinin kendinden geçmektedir…

   “(…) belediye başganlarından bağımsız

    vali(de)den izinli

    kendi odamda ayaklanıyorum

    tek imzalı bildiriyle

    şu ıslak parmağımla (…)”