Güle güle Marianne…
Marianne dışarı çıkıyor ve ışıltılı bir partiye katılıyor. Burada, o zamanlar küçük bir R&B grubu olan The Rolling Stones’un menajeri Andrew Loog Oldham tarafından keşfediliyor. Henüz onaltı yaşında.
Güneş sarısı saçlar, güneş gibi sıcacık bir gülümseme, sevecen gözler, çan çiçekleri gibi hüzünlü bir ses… Bu sabah çok sevdiğim Marianne Faithfull için mavi bir mum yakıyorum. Gittiği için çok üzgünüm.
‘As Tears Go By’ dinlerken gözlerim doluyor. Hayatımda çok önemli bir yeri vardı Marianne’in. En azından bir zamanlar İstanbul’da, yıldızların gökyüzünde gümüşten güller gibi asılı durduğu o büyülü gecede, onu dinleyebildiğim için mutluyum.

Gümüş bir yıldız bırakmak isterdim ben de mezarına. Ama bunu yapamıyorum. Onun yerine yazı masamın başına oturuyorum ve kırık dökük bir ruh haliyle, onun görkemli hayatı hakkında birkaç cümle karalamaya çalışıyorum:
1960’lı yılların ilk yarısına, Londra’ya ışınlanıyorum. Genç Marianne’i gözlerimin önüne getirmeye çalışıyorum. Gece dışarı çıkmadan önce odasında gözlerine kalem çekerken hayal ediyorum onu. Müzik dinlerken kalp atışlarının hızlandığını hissedebiliyorum.
Marianne dışarı çıkıyor ve ışıltılı bir partiye katılıyor. Burada, o zamanlar kendi çapında küçük bir R&B grubu olan The Rolling Stones’un menajeri Andrew Loog Oldham tarafından keşfediliyor. Henüz on altı yaşında ve gözlerinde yıldızlar dans ediyor.
Son derece zeki, öngörülü ama bir yandan da oldukça zor biri olan Oldham, ilk bakışta sıradan İngiliz kızlarından hiçbir farkı olmayan Marianne’i görür görmez aslında onun ne kadar özel biri olduğunu anlıyor.
Yıl 1964. Marianne’den büyülenen Oldham hemen The Rolling Stones üyeleri Mick Jagger ile Keith Richards’ı bir mutfağa kapatıyor ve onlara bir şarkı bestelemeden o mutfaktan çıkamayacaklarını söylüyor.
Bu bir oyun mu, yoksa Oldham ciddi mi? Bunu kestiremeyen Jagger ile Richards çaresizce orada, o minik mutfak masasında oturup ‘As Tears Go By’ şarkısını yazıyorlar. Bu, onların birlikte yazdıkları ilk şarkı ve Marianne’e hediye ediliyor.
“Akşam oldu. Oturmuş, oyun oynayan çocukları izliyorum. Gülümseyen yüzler görüyorum ama benim için değil bu gülümsemeler. Oturup izliyorum dışarıyı, gözyaşlarım akarken…”
Marianne şarkıyı kırılgan bir cici kız zarafetiyle söylüyor ve İngiltere listelerine fişek gibi bir giriş yapıyor. O günden sonra da yarım asırı aşan bir süre boyunca rock dünyasının aykırı prensesi olmayı sürdürüyor.

Genç ve güzel Marianne o yıllarda Londra sokaklarında Mick Jagger ile birlikte fırtına gibi esiyor, bir yandan da filmlerde ve tiyatro oyunlarında (Hamlet’te, Üç Kız Kardeş’te) oynuyor.
Ancak bir yaprak gibi savrulup durduğu bu yaşam tarzı onu yoruyor ve uzun yıllar kayda değer bir şey üretemiyor, en azından eleştirmenlerin gözlerinde. 1979’da kaydettiği ‘Broken English’ albümü ise tüm dünyaya onun yeniden doğuşunu müjdeliyor.
‘Broken English’ bir dönüm noktası oluyor. Cici kız gitmiş; yerine çılgın, romantik, isyankâr, melankolik ve özgür ruhlu bir kadın gelmiş şimdi. Bu kimsenin tanımadığı, bambaşka biri. İnsanlar ona bayılıyor.
Daha o yıllarda kendi masalını yazmaya karar vermişti Marianne Faithfull. Kendi efsanesini yaratmaya… Sahnede, yırtık danteller içinde Shakespeare’in aşk sonelerini okuduğu performanslar sergilerken gotik bir peri gibi görünüyordu. Masalından kovulmuş bir kraliçe gibi.
Sesi giderek değişti ve olağanüstü bir güzellik, benzersiz bir çekicilik kazandı zamanla. Kendisi gibi melankolik ve hasarlı sanatçılarla dostluk kurdu. Nick Cave ve Tom Waits ile iş birliği yaptı. Her şeyini vererek, unutulmaz şarkılar yazdı.
2018 yılına geldiğimizde ise artık yaşlanmış ama rock’n roll ruhunu hiç kaybetmemiş bir Marianne vardı karşımızda. Bu önemli bir yıldı, çünkü Marianne bu yıl benim için o güne kadarki en değerli, en güzel, en içten albümünü yayımladı.
‘Negative Capabilty’ adını verdiği bu albümde, kendi hayatından yola çıkarak yazdığı, aşk, yalnızlık ve Paris hakkındaki, insanın yüreğini burkacak kadar dokunaklı şarkılara yer verdi. Bu albümde belki de hiç olmadığı kadar samimiydi. Albümde uzun yıllar sonra yeniden yorumladığı ‘As Tears Go By’ ise adeta kalbe saplanan bir hançerdi.
“Bana sevebileceğim birini gönder, karşılığında da beni sevebilecek…”, diyordu çok sevdiğim ‘In My Own Particular Way’ şarkısında. “Sadece olduğum gibi sevsin beni, imajım ya da param için değil. Biliyorum, genç değilim ve hasarlıyım ama kendi tuhaf tarzımda, hâlâ güzel, sevecen ve komiğim…”
Şiiri hep sevdi Marianne. Ve çok ilham verici bir biçimde, şirin ve cici bir ilham perisi olmak yerine kendi tuhaf tarzında, gerçek bir şair olmayı seçti. Üstelik tüm melankolisine karşın, hep güneş gibi sıcacıktı gülümsemesi.